1. YAZARLAR

  2. Eyüp Sabri Togan

  3. Entelektüeller Dünyayı Kurtarabilir mi?

Entelektüeller Dünyayı Kurtarabilir mi?

Mart 2024A+A-

Âlimlik İslamiyet’te bir sınıf ya da ayrıcalıklı bir taife değildir. Kur’an-ı Kerim’de ‘ulema’ bir erk değil, bir sıfat olarak geçmektedir. Her kul Allah’ı layıkıyla tanıdıkça, bu konuda Allah’tan ilmini artırmasını niyaz ettikçe, dinde sabikun (öncü) olmak için çaba sarf ettikçe takvada öne çıkar. İlim böylece hayatta karşılığını bulur. İlmin en esaslı karşılığı inançtır. Vahiy temelli inanç ile buluşmamış ilim ve bilgi tamamlanamamış olduğundan cehalet perdesini yırtamamıştır. Az ilimle ve tabiî ‘aklıselimle’ bir mümin cehaletten kurtulma kapısını aralayabilir. Keşke çok sayıda mümin bu imkânı daha da nitelikli bilgiyle derinleştirse. Bazıları ise çok diye övündükleri ilimleriyle önlerini ışıtamaz. Bunun nedenlerinden biri ilim sahibi olmanın kibirden uzak olmayı gerektirmesidir. Her ilim Allah’ın ilmi ve yarattıkları yanında miniciktir, kendi başına önemi de haiz değildir. Allah ilim sahiplerine yeryüzüne ve gökyüzüne başlarını çevirip baktıklarında neyi görmeleri ve anlamaları gerektiğini öğretmiş, bu yön göstericilikle onları cevapsız ve başıboş bırakmamıştır. Gerçek bilgi sahibi insanların öğrendikçe mütevazılaşması, bilemediklerinin kapsamı ve haşmeti karşısında onun yaratıcısını yüceltmeleri boşuna değildir. İlim bu yanıyla bir duruş olduğu gibi, bir hamdüsenadır.

Kralcı Entelektüeller

Entelektüllerin Batı Avrupa’da bir sınıf yapısı oluşturduğu tezi aristokrasi ile burjuva arasında krala yakın, halka mesafeli bir yerde durdukları tespitine dayanır. Şarkta buna ‘saray uleması’ dendi. Saray entelektüellerinin sarayla ilişikli olma nedenlerinden biri, bilginin önüne sunulan imkânların daha ziyade saray mensuplarına ve aristokratlara münhasır ellerde olmasıdır. Entelektüeller, kendi aralarında tartışa tartışa kültürel alanı canlı tuttukları için çağa tanıklık adına zengin kayıtlar sunarlar. Sıradan insanları etnografya, antropolojik çalışmalar yoluyla incelemek yerine fikir taşıyan kişilerin düşünce ve pratikleri entelektüel tarihçiler tarafından holistik (bütünsel) bir değer atfedilerek çalışılır. Bu kişiler düşüncelerinin dökümünü sistematik şekilde yaptıkları için tarihin vesikaları muamelesi görürler.

Günümüzde Slavoj Žižek ve Jurgen Habermas gibi ünlü isimlerin Filistin meselesinde bakışlarında zalimi kayıran, hakkı savunamayan ciddi sapmalar görülebilmektedir. Elbette tarihin dikte ettiği doğmaları aşamamaları, onun dayattığı ahlaki zihniyetin açmazlarına işaret etmektedir. Habermas’ı Batı merkezli ilerlemeciliğe bağlılık, Alman istisnacılığına sarılmak ve tarihteki değişim dinamiklerini modernliğin dinamosu anlayışıyla ‘öncü ülkeler’, ‘öncü hareketlere’ bağlama çabası hataya sürüklemektedir. Karl Marx, Hindistan sömürüsünü aptalca bulmakla beraber İngiltere’nin devrim getirdiğini yazdıktan sonra, “Devrimi Hintlilerle mi getirecekti?” diye sorarak ideal olmasa da tarihteki ilerlemecilik dümeninin başına sömürgecileri oturtabiliyordu.

Habermas’ın İsrail’i savunmanın Almanya için bir mecburiyet olduğu tezi ilk günahın yeni kuşaklara çıkmayan bir leke gibi tevarüs etmesi takıntısınyla da izah edilebilir. Frankfurt Okulu mensupları ‘ıstıraplı tahammmül’ olgusunu Alman Nazilerin Yahudilere reva gördüğü zulme değişmez ve ağıtı bitmeyecek bir anlam yüklerken, Alman nesillere, atalarının günahlarını yüklemektedirler. II. Dünya Savaşı’nda Yahudileri korunaksız ve çaresiz bırakmış bu zulmün kendisini lanetlemeyi öne çıkarmak yerine, mağdurlarını zulümden ayrı tutarak sürekli yas hali yaşamakta ve yaşatmaktalar. Aşırı duygusal tarih okumasındaki irrasyonalite bir kenara, bağlı bulunduğu ekolü adeta literal bir okumaya tâbi tutarak Theodor Adorno, Walter Benjamin 1944’te konuşuyormuş gibi onları taklit etmektedir, Habermas. Oysa Adorno, anti-semitizmi çağının hastalığı görürken ırkçılığı mahkûm eden bir netliğe erişemedi.1 O zamana kadar ırkçılık, James Loeffler’ın tespiti ile ırk nefreti seviyesinde algılanıyordu. Habermas’ın da tıpkı takım arkadaşı Adorno gibi anti-semitizmi mahkûm ederken, ırkçılık ile kavramsal alanda da yüzleşememiş olması dikkat çekici. ‘Atavizm’, yani ataların yolunu, dinini ve hatta dilini takip etmek bu olsa gerek. “Tarihte entelektüel geneolojilere değil, tek tek düşüncelere bakmayı tercih ederim.” diyen Richard Whatmore’un kastı daha iyi anlaşılıyor.

Hayatını kamu alanını özgür ve tartışılabilir fikirlere açmaya adamış bir yazar için Alman üniversitelerinde kamu alanlarında Filistin destekçiliği dışlanır ve yasaklanırken, ‘İsrail ile dayanışma’ açıklamasına verdiği imza bazılarını şaşırtmadı. Kimilerinin gözünde ise bütün bir hayatın çabalarını çöp kutusuna atmaya yetecek cinsten haklı tepkiler yarattı. Yine de sırtındaki modernlik küfesine rağmen hakkaniyetli tavır beklenebilirdi. Sorun hakkaniyetli tutumun bir zorunluluk değil, sanki lüks bir değermişçesine, keyfî ve kazaen teslim edilecekmiş gibi eğreti pozisyonlarda bırakılmasında yatmaktadır. Doğal vicdan susuyorsa onlara hesap soracak kamuoyu nerelerde?

Entelektüel körlüğün başka bir yanı, “Eğer tarih bizim dışımızda yazılıyorsa biz entelektüeller bizim tarafımızdan ıslahı mümkün olmayan o daha fenasını feda edelim, iyisi bize kalsın.” kayırmacılığını seçmektedirler. İsrail-Hamas savaşında asla benimsenemeyecek olan taraf Hamas ilan edilirken, bağra taş basıp “İsrail’e biz de katlanmak zorunda kalıyoruz!” pozu veriliyor. Bu kesim, yeri gelip İsrail’i yani zulüm yapanı eleştirip ateşkes çağrılarına destek vererek İsrail’i sakin olmaya davet etse de mazlum halka ve onların haklarına topyekûn sahip çıkmıyor. Ezilen, baskı görenlerle özdeşlik hissetmezler, yoldaki engellere takılırlar. Entelektüelizmin zaaflarından biridir bu; zar zor zalime zalim dese de öteki gördüğü tarihin asıl dönüştürücü unsurunu yani direniş zenginliğini görmez bir türlü. Karartılan, saptırılan gerçekleri açığa çıkarma misyonunu üstlenmekten kaçar. Gerçeği örten anlamında ‘kâfir’ kelimesi kimlerin sıfatıydı acaba?

Bir başka zaaf ise Aydınlanma hareketine yön veren Kartezyen felsefenin ikilemci yönünün hayata geçirilmesidir. Ya ‘bilinç’ ya da ‘mekanik’ temelli açıklamalar, ‘sebep-sonuç’ dışında düşünmeye mahal vermez. Bir olay, önünden sonuna doğru, sadece pergel ucuyla hareket gibi tek bir noktadan hareket ile açıklandığı için, bu Kartezyen mekanist anlayış determinizme dönüşür. İsrail işgalinin kadim devamlılığı ile 7 Ekim ve sonrası arasında bir bağ kurmaktansa öncesini görmezden gelen ve tek bir olayı sebep gören sonuçlar zinciri bu türden metodik düşüncenin aldatmasının çarpıcı örneğidir.

Aynı şablonik yaklaşımı, 29 Ekim öncesi ve sonrası diye ayıranlarda da görebiliriz. 29 Ekim 1923 sadece bir tarih değil, geleceği belirleyen bir dönüşüm motorudur onlar için nasılsa. Yakın ve uzak tarih için ne anlatacakları önceden belirli kimseler için süreçler yoktur, keskin nedenselliklerini dayandıracakları tek tek tarihler vardır.

Pierre Bourdieu, Husserl’ın Avrupa Bilimlerinin Krizi kitabına referansla şunları yazar:

Doxa, Platon'a ve Sofistlere kadar uzanan eski bir gelenektir; inançtır, fikirdir ya da temsildir, apaçık olandır. 'Bilim öncesi yaşamın kendisinde elbette bundan hiçbir şey yoktur.' (Bu, doxa içinde yaşadığınızda onu küçümsemediğiniz anlamına gelir.) 'Orada iyi bir doğrulama ve buna dayalı olarak iyi doğrulanmış öngörüsel bilişler ve anlamlarını belirleyen, yaşamın pratik projeleri için gerekli olduğu kadar güvenli olan hakikatler alanı vardır.2

Sofist dönemde anlaşılır gibi duran kendi düşünce dünyaları içinde kendilerini kandırma alışkanlığı bugün de devam etmektedir. Kendini aldatacak kadar ikna edici gözüküyorsa başkalarını da rahatlıkla ikna eder durumudur bu.

Batı’daki bu tutumun kategorik olmadığını belli entelektüellere bulaşsa da çok sayıda insanın halen duyarlı davrandığını vurgulamak gerekiyor. Doğal hukuk ve vicdan alanında Allah’ın insanlara bahşettiği fıtratın sesini dinleyenler hakikate yelken açmaktan vazgeçmiyor.

Batı’nın bittiğine ilişkin çıkarımların abartı veya erken söylenip söylenmediği tartışmasına girmeden şunu söyleyebiliriz: II. Dünya Savaşı’ndan önce İnsani Çalışmak (The Study of Man, Ralph Linton, 1936) adlı kitapta gördüğümüz gibi Batı’nın, insan ırklarını polygenist seçkin ve daha az seçkinler diye ayırarak üstün ırk temelli baktığı ve doğalmışçasına bu tezleri antropoloji, psikoloji adına işleyerek inandırıcı kıldığı anlaşılıyor. Nazizm ve faşizm II. Dünya Savaşı sırasında ırkçılık adına gözünü kırpmadan toplu kıyımlar yapıyordu. Lakin müttefik olsun ya da olmasınlar, dünya sisteminde ırki üstünlük anlayışı dünya savaşından bugüne dek değişmeyen temel paradigma olarak kaldı. Ülkeler çoğulcu, parlamenter ve ekonomik kalkınma sağlayarak görece refah döneminin ve tüketim toplumunun alabildiğine önünü açıyordu. Daha önce kolonyalizmin pençesinde inleyen ülkeler birer ikişer sömürge boyunduruğundan kurtuluyor gibi gözükseler de özgürlük ve arınma durumu dünya görüşü ve düşünce alanında yaşanmıyordu. Siyasal alandaki değişim, dünya görüşlerine yansımıyordu. Alternatif görüşler ve İslamcılık bu uluslararası yeni güç dengeleri arasında kendine ait layıkıyla bir yer bulamadı. Tomurcuk veren hareketler biçildi veya görmezden gelindi. Bugün ırkçılığı bayrak edinen iktidarların yükselişi sadece siyaset ile değil, arka plandaki insanın tarihini anlamaya yönelik ilk evrim teorilerindeki abartı ve ölçüsüz pazarlama yöntemlerinden kaynaklanmaktadır. Homo Sapiens kitabıyla çok satanlar listesinde taht sahibi olan Yuval Noah Hariri’nin bugün fütursuzca ortaya saçtığı İsrail yanlısı tutumu ve popülaritesi bir tesadüf değil.

Seyyid Kutup II. Dünya Savaşı’ndan sonra aralanan dönemi beyaz adamın iflası olarak görerek, bir milat gibi yaklaşsa da dünyanın hâkim çevrelerinde ırki mülahazalarda önemli bir kırılma yaşanmadı. Eğitim müfredatlarına baktığımızda üstünlük ırk, DNA, etnisite ve bloklar arasındaki Batı ya da Doğu medeniyetleri yarışı merkezli şekillendi. Sovyetler Birliği, Batı kapitalizmine karşı Doğu merkezli bir ideoloji gibi karargâh kurarken aslında Doğu’ya ait bir medeniyet inşası kurduğu rüyasını satıyordu ama o da bir seraptan ibaretti ve modern laik bir sistem dayatmasıydı.

Cezayir Mücadelesinden Örnekler

Entelektüellerin tavrı konusunda dün Fransa’nın Cezayir işgali sırasında ortaya konan tavırları veya tavırsızlıkları bugün Gazze bağlamında görüyoruz:

1. Entelektüeller yaşadığı çağa tanıklık etmek yerine suskun kalmayı tercih ediyor. Örneğin Fransız kolonyalizmine karşı bir tavrı olduğu bilinen Albert Camus açık eleştirmek yerine bir süre konuşmayacağını ilan eden duruş sergiliyordu.

2. James Peuer, Sivil Olmayan Savaş kitabında entelektüellerin Fransa’yı eleştirseler de Cezayir’in tümden bağımsızlık inancını bir türlü kabul edemediklerine işaret eder.

3. Olayların sıcak anında tutuklanan entelektüeller hassas dönüm noktalarına tam şahitlik edemezler; bir bakıma anı ıskalarlar.

4. Bu durumdan tedirgin olan başka bir entelektüel grup birleştirici bir eğilim ile ortalığı toparlamaya çalışır. Fransa-Cezayir savaşında akademisyen-gazeteci Raymond Aron’un Fransa ile Kuzey Afrika yakınlaşmasını önermesi gibi.

Jean-Paul Sartre’ın topyekûn savaş çağrısına rağmen, entelektüel zümreye ait olmayanların (subaltern voices) görmezden gelme zaafına düştüğü belirtilir. Enteresan bir açmaz da milliyetçi hareketlere getirilen eleştiri bağlamında yaşandı. Cezayir milliyetçiliği Arap milliyetçiliğinin diğer unsurları gibi arkaik ve geri bulunarak asıl mücadelenin tüketim toplumunu kökten sarsacak kapitalizm ile mücadele olduğu vurgusu öne çıkarıldı. Bu noktada adı ister Cezayir olsun ister Filistin, özgürleşme mücadelesinin bir yanının milliyetçi duygulara sahip olduğu açıktır. Ama öteki ile Fransız ve daha genelde Batı entelektüellerinin özdeşlik kurmalarının önünde bir bahaneye dönüştüğü de gözlerden kaçmamaktadır. Kaldı ki Gazze’deki mücadele bir milliyetçi ulus mücadelesi değildir. Geçmişte, bu eleştiri yapılmış da olsa, özellikle son dönemlerdeki mücadele biçiminin davanın evrensel nitelik ve tonuna katkı sağladığına inanıyoruz. Yukarıda gösterdiğimiz gibi entelektüel tavır göstermekte gecikmeleri veya zayıf kalmaları onları tarihin dışına iter. Sonraki yıllar ise o hatayı telafi etme çabalarıyla geçer. En büyük ibadet ve kıyamlardan birinin zalim hükümdarın yüzüne zulmünü söyleme cesareti olması gibi bir sınavdır bu esasında. Kabul etmek gerekir ki çoğunluk için kolay değildir. Ve bu tavır anında tepki göstermeyi bilmeyi gerektirir.

Hâlihazırda devam eden Hamas-İsrail savaşında entelektüellerin diğer halk kesimlerine benzer bir tutulma yaşadığı açık. Elbette gerçek yerine saptırıcı ve karartıcı davranan iletişim organlarının oyunlarını bozmak yerine onların kullanışlı aparatları olmayı seçmeleri içlerinden bazılarını aşağılık hale getirmektedir.

Emperyalizmin en büyük silahının kendisine karşı konulamaz olduğu inancını yaygınlaştırdığı söylenir. İsrail’in bu savaşta yenileceğine -silah üstünlüğü ve askerî donanımına bakarak- az kişi ihtimal veriyor. İsrail’in sürdürdüğü baskı ve zulüm cephe dışında da insanları takatten düşürüyor. Bir tür direnç bıkkınlığı yaratıyor ki bu emperyalizmin başvurduğu en etkili psikolojik savaş araçlarından biridir.

Bu tıkanıklığın ve mefluç halin çözümü için yeni bir entelektüel atak ve mücadele önerenler oldu geçmişte. İngiliz şair William Blake ‘entelektüellerin savaşı’ adını verdiği çağrıya benzer bir silkinme çağrısı yaparak bir çağın kapısını aralamayı teklif ediyor. Hakikatten yana olanların zalimlere göre önemli bir avantajı var, yalanlara değil bütün bir hakikate talip olmak gibi. Harold Pinter ‘kıyıda köşede kalan doğru’ diye nitelemiş söylenmemiş veya yazılmamış gerçekleri.

Habermas’ın kamu alanını forum gibi tartışmalara açma çağrısındaki tutarsızlığı ve hakikat savunucularının gizli alan dedikleri kuytulara itilmeleri inanılmaz bir çelişki. Ama reçete o kıyıda köşede bastırılan, susturulan ama asıl olarak yıldırılan hak sözlerin kendini ifade etme, sözünü söyleme ihtiyacı gün be gün artıyor. Alan Dershowitz gibi ‘İsrail Davası’ kitabını başta akademik dünya olmak üzere kafalara çivi gibi çakmaya çalışmış kalitesiz çalışmaların karşısına en azından Edward Said gibi zenginlikler taşıyan kalemleri istemek ve özendirmek gerekiyor.

Çaresizlik döngüsü yaratılarak tarihin sadece onu elinde bir topaç gibi çevirenlerin kontrolünde olduğu algısı pekiştiriliyor. Bu bir yanılsama halidir. Çünkü savaşın kazananı kaybedeninden çok ateşkesi belirleyen, savaşın süresini tayin eden şeklinde mutlak zalimin elini hep güçlü tuttuğu imajı tazelenir. Entelektüellerin bir gazeteci merakı ve cesaretiyle olayların içine giremeseler de ya da girmeseler de dışarıdan gözlem ve hakkaniyet sahibi olmak adına nasıl emperyal dile güç kattıklarını müşahede etmek çarpıcı bir ibret sahiden.

Gazze, yeni kolonyalizmi bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Gazze dünyanın kolektif dikkatini haksızlık ve zulme çekerken hem bizlerin hem kurumların nasıl çalıştığını, hükümetleri ile üniversiteleri ile gözler önüne serdi.

Filistin mücadelesinin Müslümanlara sağladığı bir bereketli kazanç ise her birimizin bulunduğu yerden daha iyi bir noktaya gelmesine yardımcı olmasıdır. Yarısını içine akıttığı gözyaşları arasında, bereket ışıkları saçmak ve toprağa serpmek bir rahmet değilse nedir?

 

Dipnotlar:

1- Antisemitism, Adorno, and the Theory of Hate | The Marginalia Review of Books

2- Pierre Bourdieu, Habitus and Field General Sociology, Volume 2 Lectures at the College de France (1982-1983) Edition established by Patrick Champagne, Julien Duval, Franck Poupeau and Marie-Christine Riviere Translated by Peter Collier.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR