1. YAZARLAR

  2. Hamza Türkmen

  3. Cuma Hutbeleri Vesilesiyle “Hikmet-i Hükümet” Uygulaması Geri mi Geliyor?

Cuma Hutbeleri Vesilesiyle “Hikmet-i Hükümet” Uygulaması Geri mi Geliyor?

Mart 2024A+A-

Diyarbakır’ın Kulp ilçesinde 19 Ocak tarihindeki cuma namazında Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanan merkezî hutbedeki “şehitlerimiz” ifadesiyle ilgili paragrafı okumayan cami imamı, cemaat arasında bulunan Kulp Kaymakamı tarafından sert bir şekilde uyarıldı. İmam da hutbede atladığı bölümü geriye dönerek okudu.

İmamın, hutbenin tamamını okuyup namaz kıldırmasının ardından kaymakam ve korumaları tarafından imam odasına çağırılması ve mikrofon sopasıyla darp edilip ağır hakaretlere uğraması Türkiye’de gündem oldu.

Aslında bu konunun gündemde dikkat çekici hale gelmesinde iki asli sorumlu var. Birincisi kaymakamın hukuksuz fiilini yayınladıkları mesajlarıyla destekleyen bazı mülki erkân. İkincisi de hazırladığı hutbede kavramları ulusal çıkarlar doğrultusunda tevil eden DİB’in hutbe hazırlama süreci ve onaylama anıdır. Söz konusu imam ve kaymakam ise bu gündemin feri özneleridir.

Biraz açacak olursak asli sorumlulardan birincisi, hutbeyi okuyan imama dinî örf ve kural dışı müdahalede bulunan ve sonra da darp teşebbüsü nedeniyle şikâyet edilen kaymakamın hukuk ve yasa dışı müdahalesini Ülkü Ocaklarının açıklamalarıyla paralel şekilde savunan ve imamın mağduriyetini konu edinen sendikalara layüsel bir ukalalık ve hadsizlikle tehditler savuran bazı mülki erkândır. İkinci asli sorumlu ise hutbede “şehitlik” kavramının anlamını daraltan ve bu hutbeyi tüm cuma imamlarına tek resmi hutbe olarak dayatan DİB olmalıdır. Ayrıca minbere mülki bir amir olarak müdahale eden Kulp Kaymakamı’na Diyanet yetkilileri hiçbir uyarı veya eleştiride bulunmamıştır.

Mehmet Görmez’in Diyanet İşleri Başkanlığı dönemi (2010-2017) öncesinde bilinçli Müslümanlar arasında “Diyanet mevcut yasalara ve anayasaya göre dinî olanı korumakla mı yoksa mevcut sistemi korumakla mı görevli bir kurumdur?” sorusu gündemdeydi. Zira Türkiye Cumhuriyeti inşası sürecinde kurulan Diyanet, seküler resmî ideolojinin dayatmalarına maruzdu. Kurulan laik sistemi, dinî kılıf altında koruma ve kollama görevi yüklenilen Diyanet yönetimi, “hakk”ın üzerini örtmek (3/85) konusunda ayrılıklar içine düşmekteydi.

M. Görmez’in başkanlığı döneminde İslam’ın orijinal kaynaklarına ve kavramlarına göre konuşma ve tebliğ faaliyetleri artmış, bazı bozukluklar ıslah edilmeye başlanmıştı. Görmez sonrasında bu ıslah ve iyileşme sürecine dikkat edilse de burada gündem ettiğimiz hutbede görüldüğü gibi zaman zaman “hak tanımazlık” yanlışına düşülmektedir.

Mezkûr olayla ilgili tarafların basına yansıyan beyanlarına baktığımızda görülen şudur: Söz konusu imam, resmî hutbedeki “şehitler” ile ilgili bölümleri “Bize de baskı oluyor.” ifadesi ile bir nevi tehditlerden korktuğu için okumadığını ifade etmiştir. Mağduriyet yaşayan imamı savunan MİL-Diyanet Sen, yaptığı açıklamada imamın şehitlerle ilgili bölümü “sehven” yani dikkatten kaçtığı için atladığı mazeretini ileri sürmüştür.

DİB’in merkezî olarak hazırladığı bu hutbede “kelamullah”a ait olan “şehit, şüheda” veya “şehitlik” kavramlarının muhtevası Kur’an Arapçasındaki orijinal kullanımından uzak hatta saptırılmış denilebilecek bir anlamda ele alınmıştı. Dolayısıyla Bakara suresinde zikredildiği gibi, hutbeyi Ankara’da hazırlayan ihtisas sahibi uzmanlar İslam’da kavramın hangi mahiyette kullanıldığına akıl erdirmeleri gerektiği halde, anlamı “bile bile daraltmaya” tevessül etmişler, diğer bir ifadeyle “kelamullahı tahrif etme” (2/75) yanlışına düşmüşlerdi. İmam da beyanında kınayıcılardan belki de örgütten korktuğu için bu bölümü okumadığını, yani öncelikle Allah’tan değil de kınayıcılardan korktuğunu belirtmiştir.

Üç Diyanet sendikasından biri olan, MNP’nin 1970’ten bu yana kullanılan “önce ahlak ve maneviyat” sloganını öncelikli şiar edinen ve “minber (hutbe) dokunulmazlığı”nı savunan MİL-Diyanet Sen (Manevi İlkeli Liyakatli Diyanet Sen) ise imama yönelik darp, küfür ve hakaret iddialarını haklı olarak eleştirip Diyarbakır Valiliğini ve barosunu kaymakama atfedilen hakaret ve darp iddialarını soruşturmaya davet etmiştir. Ancak hutbedeki uzun bir paragrafta işlenen “şehitlerimiz” konusunu imamın okumaması veya atlamasının “sehven” yapıldığı demagojisine yönelmek ve kavramla ilgili hakikati ortaya koymamakla ilgili ayrı bir günaha bulaşmıştır.

Diyarbakır Kulp ilçesi her iki kişiden birinin HDP’li veya DEM Partili olduğu bir bölgedir.

Bu ilçede görev yapan bir imamın -ki bu imam Memur-Sen’e bağlı Kulp Diyanet-Sen başkanıdır- terör saldırısıyla ilgili Yozgat’taki, Trabzon’daki veya Osmaniye’deki bir imamla aynı dili kullanmamasını, terör saldırısı sonucu katledilen askerlere “şehitlerimiz” demek istememesini insani veya İslami değerlere üst kimlik atfetmesiyle izah etmek mümkündür. İmamın, hutbede “hain terör saldırısı” ve “şehitlerimiz” ifadelerinin geçtiği paragrafı okumaması, ya kendi emniyeti ve güvenliği için yahut inancıyla çelişen siyasi dille konuşmayı tasvip etmemesi nedeniyle olabilir.

Memur-Sen Genel Başkan Yardımcısı ve Diyanet-Sen Genel Başkanı Ali Yıldız hemen olayın ardından X platformunda şu açıklamayı yayınlamıştır:

Kulp ilçesinde Diyanet-Sen İlçe Başkanımız, imam-hatip arkadaşımız cuma namazında cemaatin huzurunda Diyanet İşleri Başkanlığımızın yazmış olduğu Hutbeyi okuyan arkadaşımıza-meslektaşımıza yakışıksız üslupla müdahale etmek provokatörlüktür.

Namazdan sonra korumasının da yardımıyla hocamızı odaya alarak darp etmesi de magandalıktır. (Daha sonra da darp ettiği mikrofon sopasını korumasını göndererek odadan aldırdığını da biliyoruz.)

Diyarbakır Valiliği ile durumu bizzat görüşerek konunun yakın takipçisi olacağımızı ve gereğinin yapılmasını hem Valilikten hem de İçişleri Bakanlığımızdan bekliyoruz…

Bu açıklamanın ardından da Memur-Sen Genel Başkanı Ali Yalçın sosyal medya hesabından Kulp Kaymakamı’nı eleştirdi. Ardından; 3 vali, 1 vali yardımcısı, 8 kaymakam darp iddiasında bulunulan Kulp Kaymakamı Burak Akeller için hamasi destek mesajları paylaştılar.

Yalçın ise konuyla ilgili sosyal medyada şu ifadeleri kullanmıştı:

“Bu nasıl bir çiğliktir?

Bu nasıl bir hamlıktır?

Böyle mülki amir mi olur Allah aşkına!

Kaymakamın, masumlaştırmak için yaptığı hiçbir gayretin bu çirkinliği örtmeyeceğini, hasıraltı edilmeyeceğini düşünüyor, İçişleri Bakanlığının gereğini yapacağına inanıyorum.”

Kulp Kaymakamı ise Diyarbakır Valisine müracaat ederek “İddia edildiği gibi ben devleti temsil eden biri olarak kimseyi darp etmedim, imama yüksek sesle tepki gösterdim.” diye beyanda bulunmuştur.

Hatay, Tunceli ve Kırklareli valileri tarafından, “magandalık” yaptığı belirtilen Kulp Kaymakamı için hemen destek ve tebrik mesajları yayınlanmıştır. Bu magandalık akımına bazı mülki amirler de katılmışlar hatta Gaziantep Vali Yardımcısı Mehmet Bek, JİTEM’i, yargısız infazları hatırlatır bir küstahlıkla hem Ali Yalçın’ı hem Kulp Diyanet-Sen Başkanı olan imam M. K.’yi hedef alan itham ve suçlamalarda bulunabilmiştir.

Konuyla ilgili İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya ise yaptığı açıklamada “şehitlik” kavramının ne anlama geldiğini uzmanlara havale edeceği yerde, bu kavrama, sanki milli bir doktrin inancına kesin bağlılık içinde yaklaşmıştır. İmamı darp ettiği beyan edilen kaymakamı Atatürk’e atfedilen, anarşiyi ve ırkçılığı teşvik eden Bursa Nutku mantığı ile Türkçü ve devletçi bir hadsizlikle savunan ve öven mülki erkânı yasal kurallar bağlamında uyaracağına veya haklarında soruşturma başlatacağına, iki tarafı yatıştırmaya çalışmıştır. AK Parti, Türkçü kadrolarla kurduğu ittifaka ‘Cumhur İttifakı’ demektedir. Cuma hutbesi olayında herhangi bir soruşturma neticelenmeden kaymakamı savunan mülki amirler, hukuk dairesinde devletin temsilcisi olmanın uzağında “Devlet benim, devlet biziz!” diyecek tarzda faşist bir tutuma yönelmişlerdir.

Kulp Kaymakamı’nın gayri hukuki tavrını herhangi bir resmî tahkikatı beklemeden savunmaya geçen bazı mülki amirler, Osmanlı saltanatında evlat katlini meşrulaştırmaya çalışan “siyaseten katl” veya ulus devletin bekası iddiası ile her türlü kuraldan muaf olmayı savunan despotik siyasal anlayışın ifadesi olan “hikmet-i hükümet” gibi kavramları bizlere yeniden hatırlatan, faşist eğilimli ve mafyavari tavırlar sergilemişlerdir. Söz konusu olayda “milli birlik ve beraberlik” iddiası altındaki hukuk, adalet ve insaf tanımayan yaklaşımlara BBP Başkanı Destici gibi, bazı Akit TV programcıları veya modernist din yorumcuları ve gelenekçi tarikat hocaları gibi “milli dindar”lıktan kurtulamayan bilinci eksik Müslümanların beyan ve tavırları, yeniden İslamlaşma çabaları için uyarı ve ıslah görevimizin ne denli önemli olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır.

Tek Tip Hutbe Süreci

Cumhuriyet’in ilk döneminde sadece hutbelere değil; ezanın, namazın, Kur’an okuyup-öğrenmenin sabit formlarına Diyanet İşleri Teşkilatı ve DİT dışındaki bazı mekanizmalarla da müdahale edilmişti. Hutbe düzenlemesine müdahale 12 Eylül döneminde de devam etmiş, 28 Şubat döneminde ise DİB’de görevlendirilen bir TSK görevlisi subay ile DİB’in işleyişi murakabe altına alınmıştı. 28 Şubat’tan sonra yörenin şartlarını da gözetmek üzere köy ve kentlerdeki tüm il camilerinde tek tip hutbe hazırlanması konusunda il müftülükleri görevlendirilmişti. Cuma hutbesi okunurken resmî hutbenin dışına çıkılması konusunda idari soruşturma yetkisi il ve ilçe müftülerinin ihtiyarına bırakılıyordu.

Ancak 15 Temmuz 2016 tarihindeki dış bağlantılı askerî darbe teşebbüsünden sonra bölgelere ait olan tek tip hutbe uygulaması, Türkiye genelini kapsayan bir uygulamaya dönüştürüldü. Türkiye’de 90 bin cami, cuma namazına katılan 17 milyona yakın büyük bir cemaat söz konusudur. Tüm bu camilerde ve izinli mescitlerde okunan tek tip resmî hutbe Ankara’da DİB tarafından hazırlanmaktadır.

Tek tip hutbe konusunu açıklamak ve ithamları cevaplamak üzere DİB Din Hizmetleri Genel Müdürü Bünyamin Albayrak, 27 Ocak 2021 tarihinde Ülke TV’nin canlı yayınında açıklamalar yapmıştı. Özetle bu açıklamalara göre; cuma günleri hutbeden önce vaizlerce yapılan vaaz konuları, il ve ilçe müftülükleri tarafından üç aylık planlamalarla belirleniyor. İtikad, ibadet, siyer, ahlak başta olmak üzere sosyal alandaki sorunlarla ilgili cuma hutbeleri ise üç ay önceden Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanıp Diyanet Başkanı’na sunuluyor. Konuların takdim ve tehirinin inisiyatifi başkana ait.

Başkan tarafından tercih edilen konu DİB İrşad İşleri Daire Başkanlığı tarafından 600 kelimelik ham bir metin haline getiriliyor. Hutbenin ham metni Din Hizmetleri bölümünde 180-200 kelimelik bir hutbeye dönüştürülüyor. Son redaksiyonu bu bölümün ilgili başkan yardımcısı tarafından gerçekleştirildikten sonra onay için Diyanet Başkanı’na sunuluyor ve onaydan sonra diyanet.com.tr web sitesinde yayınlanıyor.

Peki DİB’in haftalık cuma hutbesini okuyan imam, hutbe metninde ihtisarda bulunursa Kur’an, siyer bilgileri veya hadislerden eklemeler yaparsa ya da hutbe konusu dışına çıkarsa ne olur? Mer’i uygulamada hutbeden atlama veya hutbeye ilave durumlarında şikâyette bulunanların muhatabı ilçe müftüleridir. Müftü ise şikâyet konusuyla ilgili imama ya soruşturma açar ya uyarıda bulunur ya da idari veya yasal yargılama yoluna yönelir veyahut şikâyeti anlamlı bulmaz. Şikâyetler konusunda değerlendirme ilçe müftüsünün konuya yaklaşım perspektifine ve insafına kalmaktadır. Ancak hutbe okunurken imamı fiilî olarak rahatsız etmek hem örfi geleneğe hem idari mevzuata aykırıdır.

İslam’a Göre “Şehidlik” Kavramını Anlamak

Şehid, şüheda veya şehidlik kavramlarıyla ilgili Kur’ani hakikati hatırlatmadan önce, 19 Ocak Cuma günkü hutbeden okunmayan veya atlandığı söylenen bölümü hatırlatalım:

“Geçen hafta hain bir terör saldırısı nedeniyle vatan evlatlarımız şehadet makamına ulaştı. İnanıyoruz ki, Rabbimizin rahmeti şehitlerimizin üzerinedir. Onlar, kendilerine müjdelenen cennet nimetleriyle sevinmektedirler. Şehitlerimizi ve gazilerimizi yetiştiren anne babalar başımızın tacıdır...”

Hutbede okunmayan bölümün önemli kısmı bu.

Oysa İslam kültüründe ve hadislerde Allah yolunda ölen veya öldürülenler için kullanılan “şehidlik” kavramı Bakara suresinde geçen mealen “Allah yolunda öldürülenler için ‘ölüler’ demeyin. Bilakis onlar ‘diri’dirler, ancak bunu kavrayamazsınız.” (2/154) ayetine dayanmaktadır.

“Şehâdet” kelimesi Kur'an'da kullanıldığı yere, bağlama ve bulunduğu siyâka göre farklı anlamlar alır. “Şehâdet” sözcüğü Kur'an'da türevleriyle birlikte 156 ayette geçmektedir. Bu türevlerin en çok kullanılanı “şehid” (çoğulu şüheda), “şâhid” (tanık olan, gözleyen), “meşhûd” (tanık olunan, gözlenilen), “istişhâd”dır (tanık getirme ve gösterilme; Allah yolunda canını feda etme). Yedi ayette fiil kalıbıyla, iki ayette şâhid ve on dokuz ayette şehîd biçiminde Allah'a nispet edilmiş; bir ayette Rabbimizin zâtı, isim olarak "en büyük şâhid" diye nitelendirilmiştir.

Şahid ve şehid kavramları arasında vezin farklılığı vardır ve başta resuller olmak üzere hakka tanıklık yaparak İslam üzere yaşayan müminler için kullanılırlar. Allah için hakka tanıklık yapanlara “şahid”; ve şahidlik eyleminin sürekliliğine şehidlik denir. Bu nedenle Allah için yaşayıp İslami bir hayat sürerken doğum, hastalık veya farklı bir kaza nedeniyle ölen müminlere de Resulullah’ın hadislerinde “şehid” denilmiştir.

Zaten i’lây-i kelimetullah yani tevhid inancını yüceltip hâkim kılma mücadelesi verirken ya da cihad alanında ölen veya öldürülenlere de şehid denilmektedir. Bu kullanım müminlerin amelleriyle ilgili niyetlerine göredir. Bu yüzden İslami mücadele verirken veya İslami kıtal yolunda ölenler için “İnşallah şehiddir.” veya “Rabbimiz şehid olarak kabul buyursun.” denilir.

Şehidlik kavramı, İslami mücadele içinde hayat süren ve tevhid inancı bağlamında yaşayan veya ölen-öldürülen insanlar için kullanılır. Oysa hutbede geçen “şehidlerimiz” ifadesi genel anlamda vatan kutsamasını veya sekülerliği barındıran ulusal dava için ölenler hakkında kullanılmaktadır.

“Şehid” kavramı halkı Müslüman olan ülkelerin ulusal ideolojilerinde galat-ı meşhur bir kullanım haline gelmiştir. Bu tarz kullanım ulus toplumlarda yaşayan Müslümanların, geçmişten yani İslam ümmeti yapısından bu yana sahip oldukları kültürün sirayet edici gücünü göstermektedir. Ayrıca birçok ulus, parti, fırka veya ideoloji verdikleri politik, stratejik veya kültürel mücadelede hayatını kaybeden mensupları için “şehit” kavramını kullanmaktadırlar. Laik-seküler unsurlar da veya ateist-agnostik kurum/örgüt mensupları da ölen veya öldürülen mensuplarının cenazelerinde “Şehitler ölmez!” sloganını atmaktadırlar. Oysa “şehid” lafzı ve anlamı vahiyle bildirilmiştir ve ayrıca İslami dava uğrunda yaşayan veya ölen-öldürülen insanlar için kullanılmaktadır. Vahyin bu hükmü bağlayıcı kaynağı ve şeriatı asıl edinmeyen ulusal sistemlerde beşerî hesaplar ve ideolojiler için istimal ve istismar edilmemelidir.

Bu bağlamda ulusal veya beşerî ideolojiler tarafından muhtevası daraltılarak ve galat-ı meşhur olarak kullanılan bu kavramın hakikati, bilenler ve ilim ehli tarafından ortaya konulmalıdır.

Resmî Şehidlik İlanı Uygun mu?

Tabiî ki Filistin ve Gazze’de İslami ve insani hakları gasp eden Siyonist kâfirlere karşı olduğu gibi; Kemalist Garpzedelerle benzer tarzda Batılı dünya görüşü doğrultusunda ve bugün için de ABD, İsrail ve Rusya’nın emperyalist hesapları istikametinde ve onların yardımları ile kavmini İslam’dan kopartıp yabancılaştırmaya yani gavurlaştırmaya çalışan münkir PKK ve uzantılarına karşı İslami maslahatı korumak amacıyla İslam düşmanı emperyalist dayanışmanın saldırılarına karşı mücadele etmek niyetindeki samimiyeti yok sayamayız.

Hepimiz maalesef ki ulusal sistemlerin vesayeti altında yaşıyoruz. Vesayet altında dünyevi öncelikler, rabbani olmayan “üretilmiş kutsallar” dışında ve inançlarına “büyük bir zulüm olan şirk”i (31/13) ve şirk telakkilerini bulaştırmadan tevhidî ilkeleri yaşatma azmi içinde ölen ve öldürülen sivil ve asker herkese rahmet okur; Rabbimiz katında şehid olarak kabul edilmeleri için dua ederiz.

Şu husus da vesayet altında yaşadığımız hayatın bir gerçeğidir: Madem DİB bünyesinde devlet memuru olarak resmî hutbeyi okumak üzere imamlık yapılıyor, o zaman zaaflı veya yanlış görülen konularda “hak” olanı “Nasıl ifade etmeliyim?” diyen birçok muvahhid imamın birikim ve tecrübelerinden yararlanmak gerekir. Bunlardan birisi de şu örnekliktir.

İmam devlet memuru olarak DİB’den gelen resmî hutbeyi okumakla görevlidir. Ama bir mümin olarak da konuyla ilgili “hak olan kelamullah”ı (17/105) hatırlatma sorumluluğu vardır. DİB nasıl ki 12 Eylül ve 28 Şubat askerî darbe dönemlerinde zorlamalara rağmen açıkça bazı “haram” olan konularda haşa “helallik” hutbesi vermeyerek direndiyse bazı muvahhid imamlar da resmî hutbeyi okuduktan sonra, “Ama Allah-u Teâlâ bu konuda yüce kitabında şöyle buyuruyor.” deyip konuyla ilgili hakikati ifade eden açık ayet-i kerimeleri hatırlatıyor ve resmî hutbedeki saptırmaları, tahrifatı tashih etmeye çalışıyorlardı.

Örneğin DİB fıkıh ve hutbe birimlerindeki “milli dindarlık” anlayışı aşılamadığı veya yeterince ıslah edilemediği için politik konularda zaman zaman hatalı hükümler ve hutbeler yayınlanabiliyor. Ama henüz İslami cemaatler arasında ortak bir istişari birliktelik, bundan da ötesi İslami cemaat ve çevrelerin şuraya ehil olan mensuplarıyla bir ulu’l-emr şura heyeti oluşturulamamışken DİB içindeki olumlu gelişmeleri de görmeliyiz. Mesela Anayasa’nın tartışılmaz kabul edilen ilk dört maddesi arasında kutsanan Atatürk kültüne ve Atatürkçülerin dayatmasına, tehdit ve ajitasyonlarına rağmen DİB, 1928’den itibaren açıkça vahyî olana karşı lafzen tavır alan, İslami olana tepkisi yüzünden Mustafa Kemal adını Kamal olarak değiştiren Atatürk’e 10 Kasım’a denk gelen hutbelerde yer vermeme tutarlılığını göstermiştir.

DİB, ulusalcı eksende sakız gibi her tarafa çekiştirilen İslam’daki “şehidlik” kavramına da daha fazla saptırmalara, cahilce tartışmalara ve ajitasyonlara yer vermemek için konuyla ilgili serdedilen yalanlara son vermek üzere Kur’an ve Sünnet bütünlüğü içinde açıklık getirmelidir. Bu konuda cahilî tavırları bırakıp aynı zamanda kul ve resul olan Muhammed’e (as) yapılan Rabbani uyarıyı, benzer bağlamlarda üzerimize almalıyız.

“O, Resul'ünü hidayet ve gerçek din ile gönderdi ki onu tüm dinlere üstün kılsın, ortak koşanlar hoşlanmasa da...” (Saff, 61/9)

“(Kur'an), âlemlerin rabbi tarafından indirilmiştir. (Muhammed), bize karşı birtakım sözler uydursaydı, elbette onun bütün gücünü alırdık. Sonra kesinlikle can damarını koparırdık. Hiçbiriniz buna mâni olamazdınız.” (Hakka, 69/43-46)

Müfessir Razi’ye göre yalanın asıl sebebi kibir duygusu ve cahilce yönetme tutkusudur. Ya da yalan korkaklık ve bilgisizlikten doğar.

Kişi, Allah’ım “Yalnız sana ibadet ederim, yalnız sana kulluk ederim.” (1/4) derken güç sahibi veya şöhret olmak, yönetimde inisiyatifi ele geçirmek gibi cahilî heveslerle meşgul olursa söyledikleri yalandan ibaret kalır. Gerçek kulluk bilinci ve şehidlik, kişinin, varlığını nefsine değil, Mevla’sına adamasıdır. Müslim “Sahih”inde aktardığına göre Resulullah (s) şöyle buyurmuştur: “Allah sizin bedenlerinize/şekillerinize ve mallarınıza değil kalplerinize ve amellerinize bakar.”

Rabbimiz salih niyetli Müslümanları vahye tanıklık yapma sürekliliğine eren şehid kullarından eylesin.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR