1. YAZARLAR

  2. NURAY KAYACAN

  3. Tebriz'de Düğün
NURAY KAYACAN

NURAY KAYACAN

Yazarın Tüm Yazıları >

Tebriz'de Düğün

26 Haziran 2009 Cuma 12:57A+A-

Bir düğün münasebetiyle gideceğimiz İran; her birimize ayrı duygular çağrıştırıyordu. Benim için devrim, büyükler için Allah’ın unutmadığı ama dünyanın unuttuğu, ambargonun sillesinden geçmiş, geri kalmışlığın dibine vurmuş, bugünün/hayatın gerisinde ve bu hâletiruhiyesiyle bizim gibi Batılı bir ülkeye kapı atmak için can atan garibanlar diyarıydı. Taşıdıkları bu zihniyet şu cümleyi kurdurdu birine:

“Bakın ayağım geri geri gidiyor; gitmesek mi?”

“Yani… Türkiye’de kız kalmamış gibi,” dedi, cık-cıklar eşliğinde bir diğeri. Sanki bu ilginç tespit defalarca dile getirilmemiş gibi gereksiz, abartılı takdirler topladı.

 

İlk aksilik olarak nitelendirdiğimiz, bir türlü bulunamayan uçak biletleri, bizi eğlenceli bir maceraya sürükleyecekti. Tren ve otobüs seçeneği aşırı derecede ucuz olmasının yanında uzun süreli ve zahmetli oluşuyla, son tahlilde yerini Ağrı’dan aktarmalı olarak gitmeye bıraktı.

 

Havaalanından servisle geçtiğimiz Doğubeyazıt’dan, muhtemelen yetmişlerde üretilmiş, Çiçek Abbas filmiyle gönüllerde yer etmiş, üzerine koyunlar ve bavullar bağlı, içerisi alabildiğinden fazlaca insanla canhıraş dolu minibüs yardımıyla sınıra ulaşabildik. Sınırda yapılan pasaport kontrolünün ardından yaklaşık iki kilometre kadar yayan yürüdük. Asıl pasaport kontrolünün yapıldığı noktaya vardığımızda, uçsuz bucaksız, kıraç, insan denen mahlûkattan arınmış alandan, aniden önümüze çıkan bir otobüs ve onun dolusu insan yığınının arasında bulduk kendimizi.

 

Bu güruh ite kaka önümüze geçerken, her zaman ki haksızlık karşısında dimdik durma içgüdümün verdiği gereksiz ve dahi yersiz itirazıma gelen farsça azarlanmalar neticesinde kalakalmıştım. İnsanın bilmediği bir dilde, ona sarf edilen hareketleri anlamaması kadar sinir bozucu bir durum yoktur herhalde. Oy Allah’ım o nasıl bir kalabalıktı ve nasıl oluyordu da hiçbir şekilde ilerlemiyordu böyle.

 

Hiçbir şekilde ilerlemeyen kuyruktan, pasaportlarımızı alıp, “Oğlum biz Türküz, bekletme bizi buralarda!” diyerek görevliyi kafaya alan işgüzar teyzemiz sayesinde kurtulduk. Sınır kapısı boyunca sıralanıp çift koldan yükselen demir parmaklıkların bir bir açılmasını bekledikten sonra İran tarafına geçebilmiştik nihayet. Çok şükür ki bizimkilerin onlara yaptığı gibi bavullarımızda ne var ne yok ortalığa dökmemişlerdi. Kendi bavulum adına söyleyebilirdim ki hiçbir kuvvet onu tekrar kapatamazdı. İçerde yapılan kontrollerin ardından gökyüzüyle buluşabildik. Sınırı geçmek özgürlük gibi, benliğinden firar gibi bir şeydi. Ve özgürlüğü solumanın tadı tarifsizdi.

 

Bir tepenin üzerinden bakıyorduk İran’a. Kıraç tepeleri İmam Humeyni resimleri ve İran bayraklarıyla renklendirilmişti. Yanımıza gelen ilk yabancı, bizi gösterdiği minibüse binmeye ikna etmeye çalışıyordu. Bizi buradan alacaklarını söylesek de ısrarcıydı. Ona göre hala araçların giremeyeceği yasak bölgedeydik ve kontrol bölgesine ulaşmamız için o araca binmemiz gerekiyordu. Adam haklıydı ama o kadar uğraşmıştı ki bizi ikna etmeye, kesin kazıklanacaktık. Yürümek konusunda direttik ama adam oraya 3 km. yol olduğunu, bu bavullarla toprak yolda ilerleyemeyeceğimizi söyledi. Ne yapalım, kaderimize razı geldik; biz Türkler böyle çıkmazlardan faydalanmayı iyi bilirdik, onları da kendimiz gibi sandık. İstedikleri ücret dört kişi için iki liraydı.

 

Tebriz’de merkeze doğru ilerlerken en çarpıcı olan: bu bölgenin, bizim sınır köylerinden oldukça gelişmiş olduğu idi. Kerpiçten yapılma oldukça küçük Doğubeyazıt evleriyle mukayese edince, kim kimden az gelişmiş karar vermekte zorlanıyordu insan. Tüm bu mukayeselerden sıyrılıp, semaya diktiğinizde gözlerinizi, üzerinize düşecek gibi gelen taş tepecikler eşliğinde hatırlıyorsunuz insanlığınızın acziyetini. Gezip görmeli diyorsunuz: Yaratan dünyayı nasıl yaratmış ve kibir yaratılmışlar için ne denli yakışıksız!

 

Yolları kendi ürettikleri Peykam marka araçlarla dolu İran’ın; bizim bindiğimiz araç da onlardan biri. Oldukça kullanışlı ama içi bayağı dar; biraz sıkış tıkış oturması. Benzinli mi diye sorunca üzerinize gülüyorlar; benzin nerdeyse bedava çünkü. O zaman araç çok ses çıkarıyor diye kıvırabiliyorsunuz benim gibi. Karne ile ve herkesin ihtiyaç durumuna göre alınabiliyor benzin. Her arabanın aylık 80 litre hakkı var;            80 litreyi geçerse normalin üç, dört katı gibi bir rakamla benzin alabiliyorlar. Sudan ucuz ama israfa da izin yok. Yabancı araç fazla yok, olanlar içinde ise Peugeot ağırlıkta...

 

Sürücülükte bu denli kabiliyet mahrumu başka bir millet var mıdır acaba? Şerit ihlal etmekte ki hünerlerine zaten şeritlerle ayrılmamış yollar da eşlik edince, ortaya lunaparklarda ki çarpışan arabalar gibi bir manzara çıkıyor; her an, her araba birbirine teğet geçiyor. Benzin onların, araçlar kendi imalatları olunca vurdu-kırdısı önemsenmiyor olmalı.

 

 Burada en hoşumuza giden her şeyi kendilerinin üretmesi; ambargo sayesinde kalkındıklarını düşünmeden edemiyor insan. Avrupa da gördüğünüz markalar, dükkân, market, marka isimleri nasıl yabancı gelmiyorsa (ki aslında bize yabancı) burada içilen koladan, kullandığınız sabuna kadar her şey “Made in İran”.

 

Akşama doğru bir camiye yanaşıyor aracımız; akşam namazlarını kılacağız. Araçtan iner inmez, bir çukurda buluyorum kendimi. Ne işe yaradığını anlayamadığım, diz hizasında kanallar var yol kenarlarında. Bastığı yere bakmayan benim gibi dik kafalılar rahatlıkla ayaklarını incitebilirler. Cami, abdesthane insanlarla dolu; bizim camilerde yaşanan insansızlık menşeili itikâf hissi uyanmıyor burada. Sanki bir şeyler kutluyorlar; çay ve macun türü bir tatlı dağıtılıyor; burada camiler oldukça işlevsel.

 

Kaldığımız otel oldukça temiz, geniş odalarında en hoşumuza giden mescit bölümü oluyor. Küçük bir cami gibi, Kur’an, mahvel, seccade her şey var. Benzine endeksli olan piyasalar hasebiyle burada yemek, konaklama, hele ulaşım oldukça ucuz. Tek sorun damak tadınıza uymayan yemekler. Otelde sürekli aynı yemekler çıkıyor ve tatlarına hiç de aşina değilsiniz. Ekmek tüketimi yok denecek kadar az; onun yerine pilav tüketiliyor. Pişirme tekniği de bizdekinden oldukça farklı. Haşlanmış pirinçlerden oluşan pilav, sofraya geldiğinde üzerine konan tereyağı ile karıştırılarak yeniyor. Küçükbaş hayvandan mamul tereyağı alışık olmayanlara ağır gelebiliyor.

 

Ertesi gün geldiğimiz düğün evi, hayretlerimize tavan yaptırıyor. Düğünler üç gün sürüyor ve adeta dinsel bir ritüel şeklinde kutlanıyor. Evler oldukça geniş ve genelde iki katlı, geniş salonu düğün için boşaltılmış; sandalyeler ve ikram için önlerinde sehpalar var. Düğün boyunca o sehpalardan, meyve, çerez ve kurabiyelerden oluşan ikram hiç eksik olmuyor. Azaldıkça ilave ediliyor ve çay ikramı on iki saat non-stop.

 

Gelin ve damadın oturacağı koltukların önünde, dizaynı epey vakit almışa benzeyen bir sunum yer almakta. Çok büyük beyaz örtünün üzeri değişik objelerle donatılmış. İçinde nilüfer çiçekleri olan su dolu kavanozlar, Kur’an, meyve sepetleri, takılar, bereketi sembolize eden bal gibi bir sürü materyal… Bu görüntü ve sürekli çalan müziğin tınısı Hint filmlerindeki sahneleri çağrıştırıyor. İlk gün nikâh faslı hariç düğünlerde harem-selamlık uygulanıyor. Nikâhı bir molla kıyıyor; konuşmaları oldukça ilginç. Damada aynı soruyu defalarca soruyor, damada yaptırılan ritüeller, kaçmadığına göre oldukça seviyor dedirtiyor insana. Gelin ve damat parmaklarına çaldıkları balları birbirlerine yediriyor; üzerlerine gerilen örtünün altında bekleşirken, tepelerinde duran genç kızlar ellerindeki iri şeker kütlelerini birbirine sürterek ufalıyor. Takılan her takı açık açık hem kameraya hem de ahaliye gösteriliyor. Zarfda verilen paralar açılarak gösteriliyor ve her takı alkışlarla taçlandırılıyor. Gelin ve damadın karşılıklı danslarında, damat sürekli geline para veriyor ve gelin iskambil kâğıdı gibi sıraladığı parayı, oyunu eşliğinde izleyenlere gösteriyor.

 

Üç gün düğün, sürekli müzik ve dans, kafalarımız bir dünya oluyor. Müziklerimiz İran’da oldukça popüler. Kuaför dükkânlarını Muazzez Ersoy, Ebru Gündeş gibi şarkıcıların resimleri süslüyor. Gelen misafirlerin kıyafetleriyle ekibimiz adeta dumura uğruyor. Örtüsünü bir odada çıkaran bayanlar, mini etekleri ve dekolte kıyafetleriyle şaşırtıyor bizleri. Yüzlerce kadın, hepsi açık, bizim grup örtülü. Baskıdan yakınıyorlar, Türkiye’yi övüyorlar. Yer değiştirmeyi öneriyorum. Burada açık, bizim orada örtülü okuyamıyorsunuz, ne tezat!

 

Takılar, makyaj, kıyafetler hepsi, şaşalı ve abartılı. Sürekli dans ediyorlar. Erkeklerin bazıları kapıda içki içiyor, yakalanırlarsa başlarına geleceği bile bile. Burada herkes birbirini ihbar etmek üzerine şakalar yapıyor. Haram bu kadar mı süslü gösterildi bizlere; günah neden sevaptan daha yakınında türü insan olanın? Çoğunun hayali Türkiye’ye gelip özgürce yaşamak; kotlarının üzerine giydikleri kısa tunikleri ile saçlarının sadece bir kısmını örten şala bile baskı gözüyle bakıyorlar.

 

İkramdaki cömertlik misafirperver biz miyiz dedirtiyor insana. Sizi nereye koyacağını bilemiyor bu insanlar. Tebriz halkı Azeri asıllı ve Türkleri çok seviyor. Geneli çat-pat ya da iyi düzeyde Türkçe konuşabiliyor. Türkçeyi öğrenmelerinde Türk dizilerine hayranlıkları etkili; çok bilinen dizilerin yanında, ismini bile duymadığım dizileri dahi uydu kanallarından izliyorlar. Diğerleriyle de İngilizce anlaşabiliyorsunuz. Çoğunluğun İngilizceyi anlamasında okuma düzeylerinin yüksek olması etkin rol oynuyor.

 

Böyle köklü tarihe sahip şehirlerin görülmesi gereken yerleri oldukça fazla elbet; vakit darlığı hasebiyle çarşıyı geziyor, meşhur ipek halılarına bakmakla yetiniyor, bir de müze gezisi yapıyoruz; İran yemeklerinin taş oymacılığı sanatı ile ölümsüzleştirilmesiyle oluşturulan ilginç bir yemek müzesi.

 

Tebriz Azeri nüfusunun yoğun olduğu bir şehir... Onlara Ahmedinejad’ı sorduğunuzda yüzleri gülüyor; gayet memnunlar cumhurbaşkanlarından. Sade, gösterişten uzak, onlardan biri ve Humeyni gibi o da sahip olabileceklerine tenezzül etmeyen, alışılmışın dışında israftan uzak bir lider. Dünyaya kafa tutması onu İranlıların gözünde bir kahraman haline getirmiş.

 

Dönüş yolunda herkesin yüzünde birbirini andıran, önyargılarından arınmış, iyi ağırlanmanın verdiği memnuniyet izleri var. Bu gibi durumlarda, önyargılar hayatı anlamlandırabilmenin önünde nasıl bir dağ gibi dikiliveriyor daha iyi anlıyor insan…

YAZIYA YORUM KAT

3 Yorum