1. YAZARLAR

  2. Abdülvedüd Ay

  3. Vicdani Ret Olgusuna Yaklaşım

Vicdani Ret Olgusuna Yaklaşım

Eylül 2007A+A-

Temmuz 2006'da Enver Aydemir tarafından sergilenen "vicdani ret" eylemi kamuoyuna yansımakla birlikte Müslümanlara hitap eden basın-yayın organlarında maalesef yeterince gündemleşemedi. Bu bağlamda şaşkınlığın, hayranlığın, çekingenliğin, tereddüdün, ikilemlerin ve endişenin iç içe geçtiği bir tablonun varlığı gözlemlenmekteydi. Vakıa etrafındaki bu "beklenmediklik" ve "şaşkınlık" sergilenen tutumlara da ne yapacağını bilmezlik biçiminde yansımış durumda.

Bu tür olaylara duyarlı olan Müslümanlarda ise vakıanın bir ilki ifade ediyor olması, risk boyutları içermesi ve biraz da deneyimsizlik nedeniyle bir teyakkuz ve endişe hali yaşanmakta. Vakıa ekseninde Mazlumder Kocaeli Şubesi'nin Enver Aydemir'in tavrını gündemleştirmesi ve dolayısıyla eylem alanından gelen kararlılık haberleri de duyarlı Müslümanların dikkatini celp etmeye devam edeceğe benziyor.

Müslüman kamuoyunda açık-örtülü beklentiler ve soru işaretleri uyandıran, dolayısıyla muhtemel yansımalarının ileride devam edeceğine inandığımız bu vakıayı gündeme taşımayı faydalı addediyoruz. Askerlik sorununu bir kez de "vicdani ret" bağlamında analiz etmek faydalı olabilir. Müslümanların bu sorun karşısındaki tutumları uzun zamandır zihinleri meşgul etmekle birlikte, Enver Aydemir ile ilk defa denenen vicdani reddin imkânını muhasebe etmenin hayırlı olacağı kanaatindeyiz.

Vicdani Reddin Tarihi Gelişimi ve Hukuki Durum

Vicdani ret, dünyanın hiç de yabancısı olduğu bir konu değil. Batı'daki kökleri 17. yy'a kadar gitmekte. Türkiye bağlamında oldukça yeni sayılabilecek ve üzerinde pek de literatürün bulunmadığı vicdani reddin tarihine ilişkin olarak, kendisi de Türkiye vicdani retçiler hareketinin üyesi olan Begüm Uzun "Türkiye'de Vicdani Ret" ismini taşıyan ayrıntılı bir analiz yapmakta.

Begüm Uzun, Batılı literatürden de alıntı yaparak vicdani reddi şöyle temellendirmektedir: "Vicdani ret, ilk olarak Amerika'da ortaya çıktı. İngilizlerin Kuzey Amerika'daki koloni yerleşenleri, pasifist dini inançları, vicdani özgürlük ve dini toleransa önem veren bir topluluk olarak şiddete karşı oldukları için 'vicdani retçiler' olarak anılmaya başladılar."

Kavram olarak "kişinin ahlaki tercih, dini inanç ya da politik nedenlerle askere gitmeyi reddetmesi" biçiminde tanımlanan vicdani ret, özellikle de 20. yy'dan itibaren yaygınlaşarak sosyo-politik bir görünüm arz etmeye başladı. I. Dünya Savaşı'nın insanlığa getirdiği yıkım ve olumsuz yansımaları karşısında emperyalist sisteme, savaş lobilerine karşı Avrupa'da başlayan tepkiler sonucunda yaygınlaşan vicdani retçilik yönelimi, 1917 yılında da bir hak olarak ilk defa Danimarka tarafından resmen tanındı. I. Dünya Savaşı'ndan itibaren yaygınlaşan ve II. Dünya Savaşı'na doğru giderek tırmanan vicdani retçilik eğilimini Danimarka'dan sonra süreç içerisinde birçok Avrupa ülkesi bir hak olarak tanıma durumuna geldi.

Vicdani reddi, anayasal bir hak olarak düzenleyenler arasında ABD ilk ülke olarak kabul edilmektedir. Buna göre 1940 yılından itibaren ABD'de yaygınlaşan vicdani retçilik eğilimi, Kore ve Vietnam savaşları karşısında kapsamlı ve örgütlü bir yönde tırmanışa geçince, 1970 yılında ABD Yüksek Mahkemesi, vicdani reddin klasik/dini temelli olanının yanı sıra seküler nitelikli şeklinin de kabulü yönünde karara varmıştır. Günümüzde ise AB'ye üye bütün ülkeler tarafından yasalarla güvence altına alınmış bir hak olarak benimsenmekte olup buna göre düzenlemeler yapılmaktadır. Süreleri farklılık göstermekle birlikte askerlik yapmanın mecburi olduğu AB üyesi ülkelerde vicdani ret talebinde bulunanlara "silahlı askerlik" yerine alternatif olarak "sivil/sosyal hizmet" öngörülmektedir. Sınırlarım devletlerin belirlediği bu "sivil/sosyal hizmet" statüsü kişinin eğitim durumuna göre şekillenmekte; örneğin, huzurevlerinde, hastanelerde çalışmak, öğretmenlik yapmak gibi alanlarda icra edilmektedir.1

Günümüzde vicdani retçiliğin en kapsamlı biçimlerde kullanıldığı ülkeler arasında Almanya başta zikrediliyor. Ve bu durum Nazizm sonucunda Alman kültüründe kökleştiği söylenen militarizmin tahribatlarından arınma çabasıyla gerekçelendirilmektedir. Ve hatta bazı iddialara göre Batılı devletler Nazi politikalarının tekrarlanması tehlikesi ve Almanların militarizmin yıkıcı etkilerinden arınmaları gerekçesiyle, Alman halkının askerlikten muafiyeti yönünde zorlamalarda bulunmuş ve dolayısıyla Almanya Federal Cumhuriyeti de 1949 yılında çıkardığı kanun ile en liberal vicdani ret fırsatlarını tanımıştır.2

Türkiye'deki Gelişim Seyri ve Durumu

TC ise tebası olan halkları tek ulus ekseninde örgütleme sürecinde felsefî paradigması itibariyle Batı'yla bütünleşmiş görünse de, sivil özgürlükler düzleminde söz gelimi hukukun üstünlüğü, yasalar önünde eşitlik, ifade, inanç, örgütlenme özgürlükleri, azınlık hakları, sosyal güvence gibi temel olanlarını bile sözde "aziz, necip millet", "kahraman ulus" diye yücelttiği ama özde adam yerine koymadığı, onca demokrasi ve halk egemenliği söylemine rağmen iradesine bile saygı duymadığı halkına "fazlasıyla lüks" gördü.

Halkı seküler/laik temelde uluslaştırmayı amaçlayan Türkiye egemenleri oluşturdukları tarih tezinden geliştirdikleri kültür endüstrisine, inşa ettikleri eğitim kurumlarından onu biçimlendiren felsefi müfredata değin hayatın her alanını ve insan yaşamının tüm evrelerini kuşatır halde militarist ve milliyetçi inşa projelerini geliştirdiler. Bu çerçevede eğitim yoluyla kitleler sürekli olarak rejimin militanları biçiminde eğitilmeye çalışılırken, zorunlu askerlik yoluyla da yetişkinlik çağına erişen nesiller son bir defa hizaya getirilmek üzere kışlalarda disipline edilmeye çalışıldı/çalışılıyor.

Vicdani ret eylemi dünyanın neo-liberal bir sürece evrildiği, dolayısıyla Türkiye'deki hâkim düzenin de bundan nasiplendiği bir atmosferde, 1990'lann başından itibaren Türkiye'de tartışılmaya başlandı. Bu tartışma, sistemin tehdit konseptinde birinci sırada olan Müslümanlar tarafından değil de, daha başka kesimler arasında geliştirilmişti. Müslümanlar cephesinden olaya bakıldığında bu durum aslında anlaşılmaz da değildi.

Militarizme ve onun Türkiye'deki askeri vesayet biçimli versiyonuna ve dolayısıyla küresel kapitalist sistem ve emperyalizme karşı insani ve erdemli bir karşı duruş arayışının ürünü olan vicdani ret olgusu, Türkiye'ye oldukça geç bir dönemde girdi ve girer girmez de büyük baskılarla karşılandı.

Türkiye'de vicdani retçilik temayülü ve bu eksendeki çabalar henüz oldukça yeni ve genç gelişmeler mesabesinde. Yanı sıra Türkiye'ye özgü vicdani retçilik yerel karakterler de taşımaktadır. Vicdani retçilik, salt "askerlik hizmeti"ne karşı ve genel olarak anarşist bir tutum görünümünde değil; onun çeşitli ideolojik eğilim ve arayışlarla iç içe bir tarzda ve dolayısıyla kurulu sisteme ve onun emperyalizmin işbirlikçisi militarist yapısına karşı ret karakteri arz etmektedir. Bu yüzdendir ki Türkiye'de vicdani retçiler kendilerine doğrudan emperyalist savaş ve işgallere karşıtlık konumunu biçmiş, bu çerçevede örgütlenmiş ve dolayısıyla yerel ölçekte TC ve PKK arasında Kürt bölgelerinde sürdürülen ve kendisinden beslenilen kirli savaşla irtibatlı olarak da bireysel ve toplu eylemlerinde daha ziyade "Ölmeyeceğiz, öldürmeyeceğiz! Kapitalist ve militarist sistemin askeri olmayacağız!" gibi tutarlı söylemler ile ortaya çıkmışlardır.

İlk olarak 1989 yılında Tayfun Gönül ismiyle Türkiye'de tartışılmaya başlanan vicdani retçilik 1990'dan itibaren kısmi yoğunluk kazanarak bugüne geldi. Kurumsal olarak İzmir Savaş Karşıtları Derneği (İSKD) şemsiyesinde örgütlenen ve www.savaskarsitlari.org isminde bir de web site kuran platform gönüllüleri aynı isim altında çabalarını sürdürmektedirler. Türkiye'de yaklaşık olarak 80 civarında aktivisti ve birçok destekçisi bulunan vicdani retçiliğin kavram düzeyinde de ilk olarak 1989 yılında Sokak dergisi ve Güneş gazetelerince kullanıldığı kabul edilmektedir. Nitekim 1989 sonlarında vicdani ret eyleminde bulunan Tayfun Gönül ve Vedat Zencir'in de adı geçen yayınların okuyucusu ve dolayısıyla İSKD üyesi oldukları biliniyor.

1989 yılından itibaren Sokak dergisinin yayın akışıyla yaygınlaştırılmaya çalışılan ve aynı yıl T. Gönül tarafından ilk defa eylemleştirilen ve dolayısıyla o zamandan bu yana gelişmesini sürdüren Türkiye vicdani ret temayülü, özellikle de Osman Murat Ülke ismiyle irtibatlı olarak gündem kazanabildi. Ülke aracılığıyla ilk defa uluslararası boyut kazanan Türkiye vicdani retçilik eğiliminin daha geniş yankısı ise, AİHM'in 24 Ocak 2006 tarihinde Türkiye aleyhine kararıyla medyaya yansıdı. 1995 yılında askeri cüzdanını yakma yoluyla vicdani ret eyleminde bulunan Ülke, bu eyleminden sonra tutuklanarak Mamak Askeri Cezaevi'ne konmuştu. Ülke'nin tutukluluğu belli aralıklarda toplam 2,5 yıl sürmüştü. Ara tahliyelerinde de eylemine devam eden Ülke, sürekli firar konumuna düştüğünden tekrar tekrar yakalanıp Bilecik'teki askeri birliğine mevcutlu olarak götürülmüştü. Bu kısır döngü üzerine AİHM'e taşınan olay, nihayetinde T.C.'nin aleyhine bir karar ile sonuçlanmıştı. Ocak 2006 tarihli bu kararda kişi özgürlüklerine atıf yapılmış ve Ülke'nin "insanlık dışı" ve "onur kırıcı" muameleye maruz bırakıldığı söylenerek T.C.'nin tazminat ödemesi gerektiğine hükmedilmişti. Vicdani ret hareketinin lehine olarak karardaki bir diğer olumlu vurgu da Türkiye devletinin vicdani ret hakkını tanıması ve yasal sisteminde buna dönük düzenlemeler yapmaya çağrılmasıydı.

AİHM kararı TSK'nın bildik tavrı dolayısıyla somut bir karşılık bulamadı veya olumlu yönde bir değişime yol açamadı. 2006 yılı boyunca BM Bakanlar Kurulu ve çeşitli düzeylerde diplomatik zorlamalara karşı dönemin AK Parti hükümetince AİHM kararı ve tavsiyesinin gereği en kısa zamanda yapılacağı, vicdani ret ve retçilere ilişkin yasal düzenlemede bulunulacağı yönünde onca vaade ve içerisinde Milli Savunma Bakanlığı ve TSK'nın da bulunduğu çeşitli kurum ve sivil platformlar düzeyinde tartışılmasına rağmen, vicdani retçilere medyaya bile yeterince yansıtılmayan ağır bedeller ödettirildi/ödettiriliyor.

Türkiye'de askere gitmeyi reddetmek, "halkı askerlikten soğutmak" bağlamında bir suç olarak kabul edilmektedir. Vicdani ret ise kanunlarda yer almamasına rağmen aynı eylem ile irtibatlı olarak muamele görmektedir. 1993 yılına kadar bir "terör" suçu olarak DGM'nin görev alanında değerlendirilen bu fiil, 1993'ten bu yana ise Askeri CMUK'da "vatana ihanet" gibi ağır bir kapsama alınmıştır. Bu suretle vicdani ret eylemiyle ilgili davalar askeri mahkemelerce görülmektedir.

Türkiye'de vicdani ret eyleminde bulunanlar militarizmin ve milliyetçiliğin etki alanına giren toplum kesimlerince ve askeri kışlalarda aşağılanma, fiziki ve psikolojik işkenceye uğratılmanın yanı sıra, askeri mahkemelerce yargılanmakta ve bu yargılama sonucunda tartışmalı tutuklamalara maruz bırakılmaktadırlar. Daha da kötüsü vicdani retçiler ve destekleyenleri sosyal tecride tabi tutulma ve vatandaşlıktan ihraç edilme gibi çok ciddi risklerle de yüz yüze bırakılmaktadırlar. Zira askeri mahkemece beraat ile sonuçlandırıldığında bile vicdani rette ısrar edenlerin birçok vatandaşlık hakkı ellerinden alınmaktadır. Örneğin; sigortalı bir işte çalışamama, banka hesabı açtıramama, firar pozisyonuna düşme ve buna göre muamele görme, ehliyet ve pasaport alamama, kimlik yenileyememe vb. hayatlarım ve geleceklerini tamamen belirsizliğe sürükleyecek çok ciddi risklere sürüklendirilmektedirler.

Zorunlu Askerlik ve İslami Kesimin Açmazları

Militarist sistemin temel bileşeni olan orduya karşı İslami kesimlerin yeterli ve tatmin edici bir duruş sergileyemediklerini söyleyebiliriz. Orduya yönelik doğrudan bir tavır alamamaları ve inisiyatif geliştirememelerinin yanı sıra militarizme karşı nasıl bir tavır alınması gerektiğini henüz ne ilkesel temelde ve ne de metodik olarak söylem düzeyinde bile tartışıp belirli bir netliğe kavuşturabilmiş değiller. Tatmin edici bir anlayış ve hareket fıkhı inşa edilemediğinden çelişkiler, tıkanıklıklar ve tutarsızlıklar kendisini sürekli tekrarlayabilmektedir. Düzenin soğuk ve ceberrut yüzü söz konusu olduğunda genel olarak kendisine sığınılan eklektik, pragmatist, dolaylı dil ve kahhariye yüklü üslup biçimi asker ve ondan kaynaklı gelişmeler söz konusu olduğunda da neredeyse bir çelişki ve ürkeklik yumağına dönüşmektedir.

Bu tutumları ve mevcut süreçte genel tavrımızın ne olması gerektiğini kısaca tahlil etmeye çalışalım:

1- Sağcı Pragmatizm ve Gönüllü Askerliğin Dayanılmaz Hafifliği

Genel olarak cemaat çevrelerinde somut biçimde açığa çıkan bu tutum bazı konularda askeriye ile çatışık görünse de esasta farklılaşmaz. Osmanlı'dan ve dolayısıyla gelenekten devraldığı "kutsal devlet", "aziz vatan", "necip millet" vb. mitleri aynı biçimde mevcut Türkiye ulus devletine de uyarlar ve bu devletin merkezindeki güç olan ordu kurumunu ve onunla bağlantılı askerlik veya militarizm olgusunu kabullenir.

Gerek tarihsel ve kültürel dokusu ve gerekse de reel siyasi yapısı itibariyle kurulu Türkiye ulusal sınırlarını "vatan" olarak tasvip eden ve dolayısıyla bu "vatan"ı "darul İslam" olarak sahiplenen mezkûr yaklaşım askerlik yapmayı da "vatani görev" olarak okumakta ve "vatan savunması ödevi" ile gerekçelendirdiği bu "görev"inin ifa üssü olan "ordu"yu da "peygamber ocağı" biçiminde idealize etmektedir. Dolayısıyla bu yaklaşıma göre "sınırlarda nöbetleşmek" "cihad" değerinde bir ibadet ve "vatan savunması"nda ölen veya öldürülen her kişi de "şehit" konumundadır. Mevcut ulusal sınırlar, geleneksel paradigma ve uluslaşmanın getirdiği modern kirliliklerle pek sorunlu olmayan bu yaklaşıma göre temel sorun orduda kimi "dinsizler"in var olmasıdır. Ki aynı yaklaşıma göre bu "bir avuç dinsiz" ya "komünist"tir ya "ateist" ve dolayısıyla bunlar "Türk ve İslam düşmanı" Haçlılarca desteklendiğinden dolayı gücü ellerine geçirmişler ve bütün sorun da bunları alt etmekten ibarettir. Dolayısıyla vicdani ret gibi tutumların en azından "hak" düzeyinde dahi olsa gündeme getirilmesi mezkur kesimlere göre zuldür. Buna çok basit bir örnek olarak Zaman gazetesinin 12 Ağustos 2007 nüshasında yayımlanan ve "Gül'e Tepki Gösteren YARSAV vicdani retçileri savunmuş" adını taşıyan haberi verebiliriz. Mezkur haberde YARSAV'ın Gül'e olan tepkisi vicdani reddi bir hak olarak savunmasıyla irtibatlandırılmış ve bu yolla da adı geçen kurumun aslında devlet ve ordu ile ne kadar çeliştiği ve dolayısıyla ne büyük bir ihanet içerisinde olduğu ima edilmiştir!

2- Vicdani Reddi Sahiplenici Olmakla Birlikte Mesafeli Duran Tutum:

Bu tutum sahiplerinin zorunlu askerlik olgusunu tabiri caizse geçiştirmelerinin birbiriyle bağlantılı iki temel gerekçesi bulunmaktadır. Bu gerekçelerden birincisi gitmekten ve mümkün olan en kısa süre içerisinde kazasız belasız dönmekten başka bir çarenin olmadığı iken, ikinci gerekçeyse yine bu çaresizlikle bağlantılı olarak İslami yapıların örgütlü tuğyan karşısındaki güçsüzlükleri ve dolayısıyla askerlik sorunu karşısında programsızlıkları biçiminde kendisini göstermektedir. Buna bağlı olarak Müslümanlar genellikle askerliği mümkün olduğunca geciktirme, çürük raporu arayışına koyulma ve hatta bunun için rüşvet vermeye sürüklenme, paralı askerlik süreçlerini gözetme ve istifade etme gibi kısmi çözüm seçenekleri ve daha genel bir tutum olarak da bir an önce yapıp kurtulma seçeneğinde karar kılmış görünmektedir. Anlaşılır olmakla birlikte kalıcı ve kuşatıcı bir sorun karşısında sergilenegelen bu bireysel tutumların nihai düzlemde çözüm olamayacağı gerçeği ortadadır.

Zorunlu Askerlik Olgusu Daha Geniş Zeminlerde Gündemleştirilmelidir.

Militarizmin kendisine süreklilik kazandırma ve kitlelerin kaderine ipotek koyarak onları azgın militarist çarkın dişlisi militanlar konumuna getirmeye dönük çabalarının Türkiye'deki başat tezahürü olan zorunlu askerlik dayatması karşısında da Müslümanların çaresizlik psikolojisiyle sürüklendikleri ve büyük oranda kanıksadıkları tutumları anlaşılır olmakla birlikte süreç içerisinde tartışılmaya muhtaçtır.

Ancak bununla birlikte daha dar bir çerçevede Müslüman kamuoyunda, özellikle de gençlik kesimlerinde askerlik sorunu veya militarist tehdit karşısında bireysel alternatif arayışları da gözlemlenmekte. Fakat bu etkileşim ve arayış süreç içerisinde hem olumsuz anlamda savrulmalara ve hem de yeni tarz eylem girişimlerinin denenmesini getireceğe benzemektedir. İşte Enver Aydemir'in Müslüman cephede ilk defa eylemleştirdiği vicdani ret olgusu tam da bu noktada yeni bir arayışın ahlaki örneği olarak karşımıza çıkmaktadır. Ve aslında bu eylemi ilk defa deneyen Aydemir olsa da bu yönde çaba ve arayışlar çeşitli zeminlerde gündeme gelmektedir.

İstişari zeminlere yeterince taşınamadığından tartışılamayan vicdani ret yönündeki arayışları ve özellikle de bu tarz arayış sahiplerinin geniş etkileşim alanı hem anlaşılmaya ve hem de denetlenmeye muhtaçtır. Çünkü gençlik ruhunun da beslediği deneyimsizlik, acelecilik vb. kaynaklı olarak bu tarz arayışlar muhasebe edilmeden eyleme döküldüğünde ve/ya da uygun olmayan üslup biçimleriyle ifade edildiğinde yıkıcı olabilmektedirler. Bu tür konuların özellikle de tecrübe sahibi Müslüman kanaat önderlerince forum, panel, soruşturma düzeylerinde imkânları ve olası yansımalarıyla tartışılması ve bu tartışmalarda sağlanacak açılımların birçok açıdan büyük hayırları olacaktır.

En azından uluslararası hukukta tanınmış bir 'hak' olması ve Türkiye'de oluşturduğu mağduriyetler açısından hukuki düzlemde savunulabilmesinin imkanları zorlanabilmelidir.

Vicdani Reddimizi Hayatın Bütününe Yayalım!

Vicdani ret konusu, kendi başına irdelenmekten ziyade, diğer pek çok konuda olduğu gibi istişari bağlamda bir zaman ve zemin meselesi olarak değerlendirilmek durumundadır. Öncelikle İslami mücadele zemininin geçirdiği evreler, yeterlilik ve birikimleri değerlendirme konusu yapılmalıdır. Böyle yapılmazsa bu ve benzeri konularda tekil/bireysel tutum alışlara kapı aralamak kaçınılmaz olacağı gibi, vasat üzre tutumlarla sabırlı ve uzun soluklu bir hattı gündemleştirmek ve geliştirilmek de değer yitimine uğrayabilecektir. Oysa uzun soluklu bir mücadele hattını oluşturmak, kitleleri eğitmek, vahyi değerlerin erozyona uğratılması girişimlerini bertaraf etme sabrını kuşanmak, sistemle topyekün hesaplaşabilecek zeminleri ilmek ilmek dokumakla ilintilidir.

Nitekim toplumsal şahitlik devamlılık ve kuşatıcılık içeren ve pek çok sorumluluk alanlarını kapsayan bir tutum alıştır. Bu bağlamda mesela 8 yıllık zorunlu eğitime tabi tutulan çocuklarımızın durumundan başörtüsü yasağına, Kürt sorunundan özgürlüklerin önündeki engellerin kaldırılmasına kadar pek çok sorunla iç içe bir haldeyiz. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse, vicdani reddi gerekli kıldığı düşünülen şartlar mı yoksa 7 yaşından itibaren 8 hatta 12 yıl boyunca zorunlu Kemalist eğitime tabi tutulan nesillerimizin durumu mu daha vahimdir? Kemalist ideolojik yapılanma hayatın her alanını kuşatan bir örgütlülük yapısına sahiptir ve bu bağlamda bizler kurumsal bir yapıya karşı ahlaki bir duruş sergilemek ve bunun toplumsal şahitliğini ortaya koymak istiyorsak, öncelikle hayatın geniş katmanlarına yayılmış sorunlar yumağına ilişkin mesajımızın ne olduğunu kitlelere iletmek ve ilettiklerimizin arkasında durmakla yükümlüyüz. Vicdani ret gibi konuların ilkesel anlamda değil ama konjonktürel bağlamda bizi sürükleyeceği ve hayattan koparacağı, atıllaştıracağı ve cezai müeyyidelerle sorumluluk alanlarımızın hemen hepsinden bizi uzaklaştıracağı gerçeği de iyi hesap edilmek durumundadır! Zira aynı bağlamlarda benzer ahlaki tutumların geliştirilmesi gerektiği ama bunun zamanlaması, mesajın yerine ulaşması ve kitlesel yeterlilik anlamında mesela cezaevlerinde ölüm oruçlarının neden Müslümanlar tarafından yapılamadığı? Ya da neden bir an önce alternatif alanların üretilip, çocuklarımızın TC'nin eğitim sisteminden koparılmadığı ya da başörtülü bacılarımızın kuşatılıp sistemin baskıları yüzünden örtülerinden sıyrılmasını engelleyen kurumlaşmalara gidilemediği? şeklinde sorular çoğaltılabilir.

Sorumluluk alanlarımızı genişletmek, insanlara Allah'ın dinini götürme bağlamında daha özgür alanları talep etme ve kendimizi zorla mağdur konumuna düşürmektense, binlerce mağdurun hakkım savunma iradesini kuşanabilmek, içinde bulunduğumuz şartları olgunluk ve aklı selimle fikhedebilmekle mümkündür. Unutmamak gerekir ki içinde bulunulan şartlar, psikolojik durumlar ya da ahlaki kaygılar kişileri zaman zaman bireysel kararlar almaya itebilir. Tıpkı Irak, Afganistan ya da Çeçenistan'a giden kardeşlerimiz gibi. Ancak bu durumu Türkiye şartlarında değerlendirdiğimizde bunun geneli kapsayan ve herkesin takınması gereken bir tutum gibi algılama yanlışına nasıl düşmüyorsak, vicdani ret konusunu da bağlı konularla birlikte hamasetten uzak bir bağlamda değerlendirmekle yükümlüyüz. Elbetteki ortaya konabilecek her türlü bireysel ya da toplumsal eylemliliğin pek çok gaybi ve somut getirişi olabilir. Bazen hiçbir hesabın gündeme alınmayacağı sadece yapmak zorunda olduğumuz ameller/anın getirdiği sorumluluklarla da sınanabiliriz. Ancak sınav alanlarımızı hayatın geneline yaymaya çalıştığımız oranda şahitlik görevimizin daha layıkıyla yerine getirilebileceği unutulmamalıdır. Toplumsal yapı içerisinde görünür-tanınır olmak, insanlara güven duygusu aşılamak, onların ıslahına vesile olmak ve bunu örgütlü ve kurumsal çabalara dönüştürmek, özcesi istikrarlı ve disiplinli bir sürekliliği hayat edinmek saman alevi gibi parlayıp sönebilme riskini taşıyan amellerden daha hayırlı değil midir? Bu tespitleri Enver kardeşimizin eylemliliğine ilişkin tekil bir olaya dayalı itiraz ya da eleştiri sadedinde değil, genele ilişkin olarak düşüncelerimizi tartışmaya açma paydasında görürsek umarız sağlıklı ictihadlar geliştirmemiz mümkün olabilir.

Dipnotlar:

1- Vicdani reddin AB üyesi ülkelerdeki durumu ve uygulama biçimleriyle ilgili olarak karşılaştırmalı bir tablo için bkz: Vicdani Retçiler İçin AB Alternatif Oldu, Yeni Şafak Gazetesi, 27 Ocak 2006

2- Begüm Uzun, Türkiye'de Vicdani Ret 1-2, www.savaskarsitlari.org

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR