1. YAZARLAR

  2. Nehir Aydın Gökduman

  3. Rabbe Dön Yüzünü!

Nehir Aydın Gökduman

Yazarın Tüm Yazıları >

Rabbe Dön Yüzünü!

Eylül 2001A+A-

İnce bir sızı bu Süheyla; belki zeminsiz, belki vakitsiz, belki gereksiz bir öykünün içinden süzülüp gelen... İnce bir sızı...

Bugün, dünün yarınlarında yarım kalmış bir şarkı gibi iç geçiriyorum yitip giden dostluğumuza. Hiçbir şey düşlediğimiz gibi olmadı; hiçbir şey istediğimiz gibi gelip oturmadı yazgımıza ve hiçbir şey bana o günleri unutturamadı. Yatılı okulun koridor ve yatakhanelerinde; etüd ve yemekhanesinde geçen yılları...

Ah, geçmişin içimi kanatan labirentleri! Pek çoğunu sobada yaktıysam da fotoğraflarımın; yaralarımı saramadım. Birçok karede sen vardın Süheyla! Okulumuzun o daracık bahçesinde ne köşeler bulmuşuz objektife gülümsemek için. Üzerimizde okul idaresinin diktirdiği formalarımız ve çoğu zaman parasızlık yüzünden tamir ettiremediğimiz geniş ökçeli pabuçlarımız... O resimlere yakından baktın mı hiç? Gülümseyen çehrelerimizin altındaki mahzunluğu görmemiş olamazsın. Bize nasıl konuşacağımızı, yürüyeceğimizi, giyineceğimizi, düşüneceğimizi anlatan hocalarımızı da unutmuş olamazsın. Ben de unutmadım hiçbirini... Ah Süheyla unutmadım... Unutmayacağım da... Yatılı okul düşü hep vardı bende. Çocukluğumda pek çok insana gülünç gelen hayaller kurardım. Meselâ; ilkokulu İzmir'de, ortaokulu Ankara'da, liseyi İstanbul'da okumayı düşlerdim. Artık üniversiteyi var sen düşün. (Avustralya mı olur, Kanada mı). Bir de yüzlerce dostumun olmasını isterdim; her dilden, her dinden, her milletten... O yüzden hiç üzülmedim yatılı okula yazılırken. Bir insan denizinin ortasındaydım. Kendimi bildim bileli hissettiğim yalnızlıktan kurtulacaktım. Biçok arkadaşım olacaktı. Biçok öğretmenim, biçok kitabım, biçok anım, biçok vaktim, biçok umudum, biçok düşüm-düşüncem, biçok, biçok, biçok..

Düş kırıklıklarının adına tecrübe mi diyorlar? Daha ilk günden biçokların yerini bikırıklar aldı. Bikırık umut, bikırık sevgi, bikırık ilgi, bikırık insanlık çok görüldü bize. Hayır nankör değilim; karamsar hiç... Dönüp bakınca maziye sessiz bir çığlık gibi yakama yapışıyor, hatıralar... İyi ki sen vardın, iyi ki uzanan dost ellerin vardı Süheyla... Hâlâ içtiğim çaylarda, yediğim bisküvilerde senden bir esinti bulurum. Hüzünlü bir vefasızlık sarmalar yüreğimi. Bugün neresindeyiz dünyanın? Başka kıtalarda, bambaşka yarınlarda mı örüyoruz kader çizgimizi... Ah, ne yazık!

Sen çoktan unuttun belki acı-tatlı yaşananları. En iyisi unutmak mı anı dediğimiz yanılgıları? Zor! Bellek denen arşivimizde kayıtlı her biri. Küçücük bir işaret yeterli gün yüzüne çıkmaları için. Bu ya bir renk, mevsim, giysi, çehredir kimi zaman; ya da bir şiirin mısraları. Meçhul öyküler gibi, gizlenir dururlar zamanın kıvrımları arasında. Öyküler yazılmayı bekler, anılar vefayı...

Okulumuzun önemli(!) gün ve gecelerinde sana şiir okuma görevi verilirdi hep. Sen de içli ve duygulu sesinle bizim hocaların donuk ve histen yoksun yüzlerine bağıra bağıra okurdun şiirlerini. Meşhur şairlerden mısralar seçerdin genellikle. "Yalnızlık öldürdü beni, ışığını gözlerimin önce" diye başlayan ve "Vurun yalnızlığa" diye biten o şiir, her seferinde ağlatırdı seni. Sessizlik ve yalnızlık en sevdiğimiz kelimelerdi. Biraz küskün, biraz mahzun, biraz heyecanlı ama hep titrek bir yaprak gibi yüreklerimizle yalnızlığa ağıt yakmayacaktık da ne yapacaktık? Oysa önce biz, kendimize yabancıydık... El gibi, eller gibi uzak...

Gerçek şu ki biz bir akıntıya kapılmıştık arkadaşım. Yüzlerce insan bir çatının altında, aynı formalar ve ranzalar içinde aynı şeyleri düşünmekten, aynı adımları atmaktan ve kabuğumuzu bir zerrecik çatlatamamaktan Beykoz Bardakları'na dönmüşüz. Hâlâ anlayamıyorum niye sesimiz çıkmazdı, niye yüreklerimiz çıldırmazdı, zincirlerimiz acıtmazdı bileklerimizi neden!.. Köleleri hep ortaçağda yaşar bildiğimizden mi?..

Bir türlü hemhal olamadığım o meslek dersleri apayrı bir muammaydı benim için. Ben de hocalar için öyle... Hatırlarsın bir Pakize Hanım vardı. Beni her ders başı sözlüye kaldıran. Öyle olduğu halde adımı söylemeyi bir türlü beceremeyen. Okyanus, göl, çay, dere diye sıraladıktan sonra "ırmak" diye bitiren... Benim verdiğim cevaplar karşısında: "Hastayı öldüreceksin!" diye basbas bağıran hoca hanım... İşte o, yine bir Pazartesi sabahı yaka ve çorap teftişine başlamıştı. (Liseli olsak da ilkokul çocukları gibi muamele görmeye alışkındık biz.) Pakize Hanım ön sıralardan bize doğru yaklaştıkça telaşlanıyorduk. Çünkü ikimizin çorapları da okul idaresinin belirlediği çorap renginden farklıydı. Pakize'yi nasıl atlatacaktık? Sen kulağıma eğildin ve "Ben diyeceğim ki" diye fısıldadın, "Hocam sabah yüzümü yıkarken kayıp düştüm, çoraplarım ıslandı o yüzden başka renk giymek zorunda kaldım." İnandırıcı bir yalandı. Fakat ben ne diyecektim? Düşünmeme fırsat kalmadan Pakize Hanım benim başıma dikildi ve "Irmak! Bu çorapların rengi de nasıl böyle?" diye çığlığı bastı, içten bir "la havle çektim" ve "hakkını helal et" dercesine sana baktıktan sonra; "Hocam sabah yüzümü yıkarken kayıp düştüm, çoraplarım ıslandı da o yüzden bunları giymek zorunda kaldım" dedim. Pakize Hanım pek inanmadıysa da inanmış göründü ve sana geçti. İkinci çığlık senin çorap rengineydi. Sana söyleyecek bir yalan bırakmadığım için, gayri ihtiyari atıldım ve: "Hocam şeyy biz birlikte düşmüştük de..." dedim. Sınıfta kopan kahkaha tufanının ardından Pakize'nin yüzü öfkeden dudaklarıyla aynı renge dönüşmüştü.

Hatırlarsın bu çorap tantanası yüzünden kesilen hafta sonu iznimizi...

Hep keserlerdi bir şeylerimizi... Sevgi duymazlardı, hoşgörü bilmezlerdi, merhamet uğramazdı yüreklerine... Düşlerimizi, hayallerimizi, izinlerimizi, özgürlüklerimizi keserlerdi. Vermeden almak isterlerdi. Yüreklerimizi çoraklaştırabildikleri sürece vardılar sanki... Fakat biz severdik birbirimizi... Ailelerimizin güç bela gönderdiği harçlıklarla okul kantininden aldığımız çayları yudumlar, mezuniyetimiz ve geleceğimiz üzerine hayaller kurardık...

Hayaller... Daracık ufuklara hapsedilmiş arzuların tahayyülü mü? Sonu başından belli bir filmin figüranları değil de neydik biz! Günü kurtarmadan, yarını dilimize dolamıştık. Zincir sesli adımlarımızla; adam olacaktık, yuva kuracaktık, doyasıya yaşayacaktık çalınan yıllarımızı. Alternatifsiz pazartesiler, cumalar; yazlar, kışlar, baharlar... O kimseye yar olmayan mutluluk belgeseliydi özlediğimiz.

Bir rüyaymış hepsi. İyi ki rüyaymış Süheyla... Zira insan uyanınca insanmış! Gecenin sabahında muhteşem bir pırıltı varmış. Her gün gözümüze-gönlümüze dolanmış da biz habire geceye sığınırmışız. Hayır masal değil anlattığım; şahitlik ettiğim dava Süheyla! Göğsüme taktığım SEVDA... SEVDA...

Evet ihanet(!)le başladı herşey... Ben, senli-benli o günlere ihanet ettim arkadaşım. Beni parasız yatılı okutan sisteme sırtımı döndüm. Binlerce tabuyu söküp attım vicdanımdan. Ah o değer yargılarının köksüz birer ağaç gibi yıkıldıklarını görebilseydin; vakar neymiş anlardın. Halbuki hemşirelik kepini başıma takarken 'Florance Ningtingale'nin yolundan gideceğime; o beyaz kepi bir ömür boyu taşıyacağıma ve hastalarıma şifa(!) dağıtacağıma söz vermiştim. Ne yalan söyleyeyim aslı astarı yokmuş hiçbirinin. Verdiğim sözler dilimden kalbime inmemiş. Başımda ve göğsümde Rabbin kutsalları var şimdi. Kuşlar gibi hafif ve hürüm.

Vefasızlık bana göre değil. Yıllarca izini sürdüm durdum. Üzerinden 14 yıl geçmiş bir dostluğun ardından bir gün telefon rehberinden numaranı buldum. Heyhat... Bizi buluşturacak olan sarı kaplı bir kitap olsun inanılacak şey mi? Telefona çıkan annendi. Seni sordum Süheyla? Ahizeden taşan sesi yüreğim ölçüp tartamadı. Neden böyleyim ben! Duyarsız olmayı, gülüp geçmeyi asta öğrenemeyecek miyim. Yurt dışındaymışsın (bunda ne var), İngiltere'deymişsin (olsun), bir İngilizle evlenmişsin (bundan ne çıkar), nikâhın kilisede kıyılmış (oh ne ala), balayın Venedik'te, yıldönümün Amerika'da geçmiş (hayırlı otsun), çifte vatandaşlığın varmış ve dünyalık herşeyin (tebrikler), yalnız anne olamamışsın (tek eksiğin o olsan)...

Ne deseydim annene? Sönük ve isteksiz birkaç cümle döküldü dudaklarımdan. Yine de telefon numaramı bırakmadan edemedim. Hemen arayacağını sanmıyordum. Ertesi akşam telefonun diğer ucundaki sendin. Allah'ım insanın kalbindekileri dökememesi, bir zamanlar can ciğer olduğu insana bildiğini anlatamaması ne zor şey... Kelimelerin kifayetsiz olduğu gerçekmiş meğer... Ruhumu üşüten o cümleler; sitemler... Neden bunca yıl aramadınlar... Suçu birbirimize zaman ve mekan farklılıklarına yüklemeler... Özümüzü ortaya dökmekten ve birbirimizi kırmaktan korkmalar... Yılların özeti... Sağlık-huzur-mutluluk temennileri... Özledimler, görüşelimler ler ler ler...

Niçin böyleyim beni telefonu kapadıktan sonra bütün hücrelerim yüreğime isyandaydı. Dilim ağzımın içinde ağırlaşmıştı. Ağlamaya hakkım yok! Yalnızca öfke duymalıydım kendime. Küçük oğluma verdiğim "tek ayak" cezasını sabaha kadar kendime uygulamalıydım. Ağır bir yükün altında ezildim Süheyla... Oysa ben kendime yalnızca dilimle konuşmayı yasaklamıştım. Yani yüreksiz, yani ölümsüz...

Bir şeyler yapmalıydım. Belki dilimin dönmediğini kitaplarım anlatabilirdi sana. Vakit geçirmeden postaladım; birkaç fotoğrafımı da içine koymayı ihmal etmedim. Belki anlarsın beni diye umut ettim. Umut ettim Süheyla! Ne kadar tembelim değil mi? Beni anlamadın ne yazık ki; belki de anlamak İstemedin... İngilizce yazdığın terimleri anlayabildiğim kadarıyla yalnızca "ideolojik meselelermiş" yazdıklarım. "Evrensel ve global" düşünmeliymişim! Dışarıda bambaşka bir hayat varmış! Bizim memleketin atmosferi insanları hep böyle sıkıcı ve dar kalıplara yöneltiyormuş! Aynen böyle değildi yazdıkların fakat anlamak hiç zor değil benim için... Çünkü ilk söyleyen sen değilsin... İnsanlık tarihiyle süregelen bir yanılgı bu...

Şimdi ne yapacağız? On dört yılın üzerine bir on dört yıl daha mı ekleyeceğiz? Yoksa sahte tebessümlerle, kırıp dökmeden birbirimizi, yolumuza devam mı edeceğiz? Ne sen beni dinlemek isteyeceksin, ne de ben seni... Gönülsüzce, dillerimizle mi konuşacağız? Ne anlamı olacak bu dostluğun? Çehremiz maskeli, ruhumuz tutsak olduktan sonra; söyler misin... Birlikte ağlayalım ve susalım öyleyse... Bırak yazgımız konuşsun... Rabbim müstehakımızı versin!

Sahi sana verdiğim kolyeyi saklıyor musun hâlâ... Hatıra defterine yazdığım satırları okuyor musun zaman zaman... Defterdeki sayfayı yak, kolyeyi at gitsin. Birlikte çektirdiğimiz fotoğraflarda benim yüzümü karala ve anılarımızı evine çok yakın olan İngiliz Kraliyet Ailesi'nin bahçesine gömüver... Şayet toprağı gördükçe için sıkılırsa global düşün, kafanı olur olmaz şeylere takma! Gönderdiğim kitaplar huzurunu kaçırabilir; kitaplığında tutma, ya yırt at ya da sat... Bomboş durmalarından iyidir.

Batılılar kapris mi diyorlar bu yazdıklarıma? Yoksa kahır dolu serzenişler mi düşün. Ve adını sen koy bu sızılı öykünün.

Şayet son noktayı benim koymamı istersen, "beni unutma" demeyeceğim:

İster unuuut, ister hatırla; fakat adın çığlığa dönüşmeden; Rabbe dön yüzünü Süheylaaal...

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR