1. YAZARLAR

  2. Abdullah Yıldız

  3. Darbelerin Genel Karakteri

Darbelerin Genel Karakteri

Eylül 2001A+A-

Sorular:

1- Askeri darbelerde egemen güçlerin ortaya çıkan iradeleri, politikaları ve niyetleri ile en genelde halkın sergilediği tutum ve tavırlar açısından bakıldığında 12 Eylül'ü müslümanlar yeterince değerlendirebilmişler midir? Bu konudaki eksik ve zaafların nerelerden (fikri, yapısal, devralınan miras vb.) kaynaklandığını düşünüyorsunuz?

2- 12 Eylül müslümanların hayat tecrübelerine, siyaset birikimlerine neler kazandırmıştır? (Ya da kazandırmış mıdır?) Bugün halkın siyaset hakkında, yani kendi sorunları karşısında aktif bir tavır ve çözüm arayışı yerine; edilgen bir bekleyiş ve seyircilik içine gömülmesi ile, 12 Eylül'ün toplumsal hayatın her alanını kuşatmaya dönük 'depolitizasyon' politikaları arasında doğrudan ya da dolaylı bir irtibattan, ilişkiden söz edilebilir mi?

3- 12 Eylül ile 28 Şubat arasında işleyiş ve hedefler açısından benzerlikler ve farklılıklar hakkında neler söyleyebilirsiniz? Bu iki darbe ve darbe sonrası izlenen politikalar birbirinin devamı mıdır, yoksa temelde farklı yönlere doğru bir yönelim mi söz konusudur? Özellikle İslami kesime yönelik politikaları itibariyle bu iki darbe arasında bir süreklilik mi, yoksa kopma mı söz konusudur?

 

Sorularınızı bir bütün halinde ve Türkiye'deki askeri darbelerin genel karakterlerinden başlayarak cevaplamak istiyorum. Zira 12 Eylül ihtilalini anlamak ve anlamlandırmak, 12 Mart'ı, özellikle de 27 Mayıs'ı anlamaktan geçer. 28 Şubat darbesini de, 27 Mayıs'ı anlamadan doğru değerlendiremeyiz.

Bilindiği üzere Türkiye'de, Tek Parti döneminde halkın esamisi okunmaz. Sindirilmiş, susturulmuş, edilgen, söz söyleme hakkı olmayan geniş halk yığınlarına karşılık, buyurgan, ceberut, bütün yetkileri ve iktidar imkanlarını elinde tutan bir bürokrasi söz konusudur.

1946 yılı, bu suskun halk yığınları için bir umut kapısı aralamış; 1950-60 dönemi de geleneksel dini değerlerine bağlı geniş halk kesimlerinin nispeten sözünün geçtiği, taleplerinin karşılandığı bir on yıl olmuştur. İktidar alanlarının giderek daralmakta olduğunu fark eden sivil asker bürokrasi mekanizmasının artan tahammülsüzlüğü, nihayet 27 Mayıs ihtilaline vücut vermiştir. İhtilalin temel esprisi budur; ancak sonraki ihtilallerde de görüldüğü gibi, bu iktidar kavgası paslı "irtica" yaygarasıyla kamufle edilmiştir.

Esasen irtica yaygarası, 31 Mart, Şeyh Sait ve Menemen olayları nedeniyle tekrarlana, tekrarlana temcit pilavına dönüştürülen ve her ihtilal döneminde yeniden "hortlatılan" bir psikolojik savaş unsuru olmuştur. Türkiye insanını "yukarıdan aşağıya" zorla Batılılaştırmayı kendilerine görev bilen yönetici elit, halkın kendi değerlerine sahip çıkmakta ısrar etmesini hep "irtica" olarak görmüştür. Zaman, zaman başka tehlikeler (komünizm gibi) gündeme getirilmişse de "sanal" irtica hiçbir zaman gündemden düşürülmemiş, bu kavram etrafında adeta bir paranoya oluşturulmuştur.

Bu anlamda 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve nihayet 28 Şubat (ve dolayısıyla da bu dönemlerde oluşturulan 1961 ve 1982 Anayasaları) halkın söz söyleme alanlarını, milli iradeyi daraltan, kısıtlayan; buna karşılık sivil-asker bürokrasinin iktidar imkanlarını ve siyasal hayata müdahale alanlarını alabildiğine genişleten operasyonlardır. Bir başka ifade ile, bu operasyonlarla Anadolu iradesine ambargo konulmuştur. 28 Şubat döneminde açıkça görüldüğü üzere, bu irade büyük ölçüde dini hassasiyetlere sahip olduğu için "irtica" diye damgalanmış; ekonomideki etkinliği "yeşil sermaye" şeklinde nitelenerek kırılmaya çalışılmış, bürokraside ve siyasette de önü kesilmek istenmiştir.

Bütün bu operasyonlar, sistemin başından beri asla değişmek istemediğini ve halkı kendi totaliter ideolojisine göre şekillendirme hevesinden de vazgeçmek istemediğini göstermektedir.

Dar anlamda 12 Eylül 1980 ihtilaline gelirsek; sözünü ettiğimiz askeri darbeler arasında halkın en çok tasvibini alanıdır, denilebilir. Genelde darbeleri onaylamasa da sesini çıkaramayan Türkiye insanının büyük bölümü, bu darbeyi bir "kurtarıcı" gibi algılayabilmiştir. Bunun en önemli nedeni de ihtilal öncesinde her gün akan kandır.

Ancak 12 Eylül öncesi ayyuka çıkan anarşinin olağan olmadığı, "mürettep" olduğu, yani darbe malzemesi olmak üzere belli çevrelerce taammüden körüklendiği en yetkili ağızlardan ifade edilmiştir. İhtilalin devirdiği Başbakan Süleyman Demirel; "Devletin yasal ve diğer imkanları tamamen birbirinin aynı iken, 13 Eylül günü durdurulan kan 11 Eylül günü niçin akıyordu? Niçin?" diye soruyordu yıllar sonra. Ama ne hikmetse, muktedir olduğu zamanlarda bu sorunun cevabını aramak, gereğini yapmak aklına gelmiyordu. Bir başka Demirel, 12 Eylül'ün kudretli generali Bedrettin Demirel ise bu sorunun cevabını açıklarcasına şunları söylüyordu: "1979 Temmuzunda müdahaleyi gerektiren sebepler vardı ve müdahale kararı da vardı; ama biz biraz daha olgunlaşsın diye o zaman müdahaleyi yapmadık." (Milliyet, 14. 08. 1989)

1980 Eylül'üne gelinceye kadar Allah'ın her günü 20-30 kişinin öldürülür hale geldiği bir ortamın sorumluları, ne yazık ki bugün hala koruma zırhı altında bulunuyor. 12 Eylül'ün mimarlarının ve onların arkasındaki güçlerin amaçları ve hedefleri, bu söylediğimiz genel çerçevenin dışında özel olarak nasıl konjonktüre tekabül ediyordu, diye sorarsak, şunları söyleyebiliriz:

Bir kere, 1979'da İran'da İslam devriminin gerçekleşmesi ABD'nin ve Batı'nın yüreğini ağzına getirmişti. ABD hem çok önemli bir kalesini kaybediyor, hem de benzer devrimlerin İslam dünyasına yayılmasından korkuyordu. ABD'nin o günlerdeki en önemli endişelerinden biri Türkiye'nin de bir İran olması ihtimali idi. Rusya'nın Afganistan'ı işgali de ABD açısından bir başka tehlike idi. Öte yandan Yunanistan'ın 1974'ten beri NATO'nun askeri kanadında olmadığı düşünülürse, Türkiye'nin Rusya karşısında yalnız kalmasıyla NATO hayli zor anlar yaşıyordu.

12 Eylül sonrasında ülkenin tek söz sahibi olan Kenan Evren, NATO Müttefik Kuvvetleri Komutanı General Rogers'in "asker sözü" vererek Yunanistan'a kefil olmasına karşılık bu ülkenin NATO'ya reentegrasyonunu engelleyen Türkiye vetosunu bir çırpıda kaldırınca ABD rahat bir nefes alıyordu. Iran devriminin bloke edilmesi bağlamında Türkiye ayağı sağlama alınırken; Irak'ın İran'a saldırtılması da aynı günlere tesadüf ediyordu.

Mürettep anarşi ise bıçakla kesilir gibi duruvermişti! 12 Eylül'den itibaren Batılı yaşam tarzının ekonomik, sosyal ve özellikle ahlaki planda bilerek yaygınlaştırılması, yükselen İslami dalganın içerde de bloke edilmesini hedefliyordu, ama tam tersi oldu; zira ihtilal sonrasının fikri boşluğunda etkili bir performans ortaya koyan İslami entelektüel oluşum, önemli bir ivme kazandı.

Sonuç olarak toparlarsak; Batıcı jakoben elitin ülkeyi zorla "modernleştirme" projesinin önünde en büyük engel olarak gördüğü Anadolu insanının kendi inanç ve kültür köklerine dönme çabası da, siyasi, bürokratik, ekonomik alanlarda yükselişi de önlenemez biçimde sürüyor. 28 Şubat, bu yükselişi durdurma girişimi idi; Tayyip Bey'e karşı başlatılan son kampanya da bu girişimin bir başka versiyonudur. Ancak bu endişe ve telaş dolu engellemeler, bir sel gibi çağlayan ulu ırmağın kendi mecrasında akmasını durduramayacaktır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR