1. YAZARLAR

  2. Rıdvan Kaya

  3. AİHM’in RP Kararını Nasıl Yorumlamalı?

AİHM’in RP Kararını Nasıl Yorumlamalı?

Eylül 2001A+A-

Türkiye Cumhuriyeti hukuk devleti olma iddiasında bir devlet. Şüphesiz bu iddiayı hararetle savunan, iddialarını ispat sadedinde ortaya deliller sürenler de var. Bunlardan biri de geçen dönemin cumhurbaşkanıydı. Demogojide ustalığı herkesçe malum Demirel, Refah Partisi hakkında Anayasa Mahkemesi'nde dava açılmasını Türkiye Cumhuriyeti'nin bir hukuk devleti olduğunun delili olarak sunuyor ve "bir ülkede iktidardaki bir parti " hakkında kapatma davası açılabiliyorsa bu, o ülkenin bir hukuk devleti olduğunun ispatıdır." diyordu. Burada hukuk devletinin temel şartlarından biri olan yargının bağımsızlığı ilkesine atıf yapılmaktaydı. Evet bir ülkede iktidar partisi hakkında kapatma davası açılabilmesini hukuk devleti göstergesi kabul edelim etmeye de, ama acaba aynı ülkede başbakana ulu orta söven bir general hakkında soruşturma dahi açılamamış olmasını neyin göstergesi kabul etmek gerekecek?

Şüphesiz bir devletin kendisini anayasasında bir hukuk devleti şeklinde tanımlaması, gerçekten de bir hukuk devleti İle karşı karşıya olunduğunu göstermeye yetmemektedir. Hele ortada bugünkü gibi her yönüyle işlevsiz, çürümüş ve tükenmiş bir yargı mekanizması mevcutsa, bu iddia iddia bile sayılmaz.

Türkiye'de Yargı: İtibar ve İtimattan Uzak Bir Kurum

Türkiye'de yargı bu ülkede yaşayan insanların kahir ekseriyeti nezdinde hiçbir olumlu imaj ifade etmeyen bir ifadedir. Bu ülkenin vatandaşlarının zihinlerinde yargı/mahkeme/adliye imajları alabildiğine rahatsız edici, en iyimser bir değerlendirmeyle tedirginlik vericidir. Yargı mekanizmasıyla doğrudan ya da dolaylı irtibatı olan hemen herkesin, gerek bizzat muhatap olan, gerekse de başkalarının deneyimleri üzerinden bilgi sahibi olan her bireyin mutlaka ama mutlaka yargı mekanizmasının işleyişinde ki çarpıklığa, düzensizliğe, adaletsizliğe dair anlatacağı bir hikayesi bulunur.

Soruşturma, sorgu aşamasından itibaren başlayan gariplikler dizisi, delilden sanığa gitmek yerine sanıktan delile gitmenin yöntem haline gelmesi, sistematik boyutta işkence, otoritenin karşısına getirilen şahıslar hakkında zanlı/sanık/suçlu ayrımı gözetmeyen baştan mahkum edici yaklaşımı, bitmez tükenmez duruşmalar, ödenek yokluğundan duruşmaya götürülemeyen tutuklular, köhnemiş hukuk düzeni ve her düzeyde yoğun, yaygın ve sistematik insan hakları ihlalleri. İşte bu ülkenin hukuk düzeninin bir özeti.

Daha kuruluş aşamasında ortaya çıkan İstiklal Mahkemeleri örneğinden de net olarak görülebileceği gibi, Türkiye Cumhuriyetinde iktidarı ellerinde bulunduran güçler açısından, hukukun en önemli işlevi muhalif kesimleri sindirmek şeklinde algılanagelmiş gözüküyor. Sürekli çökertilme ve bölünme sendromu yaşayan bir sistemi korumaya yönelik kanunlar, artık olağan hale gelmiş olağanüstü durumlar, olağanüstü mahkemeler ve muhakeme usulleri, klasiğiyle, moderniyle, post moderniyle darbeler ve tüm bu darbelere meşruiyet sağlayıcı bir yargı erki. Bu şekilde bir arka planın üzerine halen içinden geçtiğimiz 28 Şubat sürecini de oturttuğumuz zaman tablo tamamlanıyor.

Zaten bir hayli sorunlu bir yapısı bulunan yargı mekanizmasının, 28 Şubat'ın da katkılarıyla devletin daha da otoriter bir nitelik kazanmasına paralel olarak iyiden iyiye sertleşmesi ve muhalif anlayış ve eylemlere karşı tahammülsüzleşmesi yargı erkiyle sorunlu birey ya da kuruluşlar için ister istemez bir çıkış kapısı arayışını getirmiş ve bu noktada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yeni bir merci olarak kabul görmüştür.

Çıkış Kapısı Arayışları ve AİHM

Aslında AİHM başvurularındaki yoğunluk Türkiye vatandaşlarının genel manada bu ülkenin sınırlarını aşmaya yönelik eğilimleri ile paralel bir gelişmedir. Şöyle ki son yıllarda gerek siyasal ideolojik baskılar, gerekse de ekonomik sıkıntılar yüzünden külliyetli miktarda insanın bu ülkeden sıtkını sıyırdığı bir vakıa. Başta ekonomik ve hukuki standartları yüksek batılı ülkeler olmak üzere, neredeyse dünyanın dört bir yöresine Türkiye'den akın akın göç edilmekte. Çoğu bu ülkenin vatandaşlarından oluşan insanlarla dolu gemiler ardı ardına İtalya sahillerine vuruyor. Elçilik ve konsolosluk kapılarında uzun kuyruklar oluşuyor. Sadece geçen yıl içinde ABD'de ikamet için başvuran Türkiyeli sayısının bir milyon yediyüz bin gibi astronomik bir rakama ulaştığı söyleniyor, işte AİHM olayını da bir ölçüde böylesi bir çaresizlik eğiliminin, bu ülkenin boğucu ve kuşatıcı atmosferinden uzaklaşma eğiliminin bir yansıması olarak kabul etmek herhalde yanlış olmaz.

Peki Batılı devletler, kurumlar bu olguya nasıl bakıyorlar? Daha özele inecek olursak Batı'nın İslam ve müslümanlar algısı ne? Kestirmeden ifade etmek gerekirse, hiç de olumlu değil. Batılı ülkelere gerek yeni göç eden müslümanların, gerekse de uzunca bir süredir orada yaşadıklarından dolayı bir nevi bu ülkelerin ulusal azınlıkları konumunda bulunanların büyük bir hüsnü kabul gördükleri söylenemez. En basit bir takım İslami ritüeller için dahi müslümanlar uzun uğraşlar vermek zorunda kalabiliyorlar. Örneğin eşcinsellik gibi insan fıtratına aykırılık halini kabullenme, sapkınlığa legal zemin oluşturma konusunda alabildiğine müsamahakar, 'Özgürlükçü' batılı zihin yapısı müslümanlar söz konusu olduğunda alabildiğine katı ve gelenekçi takılabiliyor. Şüphesiz bu durumun ortaya çıkmasında tarihsel karşıtlık ve bu zemin üzerinde yükselen İslam'ı ve müslümanları 'ötekileştirme' tutumu belirgin bir rol oynamaktadır.

Yine de şu gerçeği teslim etmek gerekir ki, batının müslümanlara karşı tüm bu ikircikli tutumuna rağmen geldikleri ülke ile karşılaştırdıklarında müslümanlar batının kendilerine tanıdığı 'eksik özgürlük alanını' tercih etmektedirler; çünkü dikta ile kıyaslandığında eksik de olsa özgürlük özgürlüktür! Bu aynı zamanda batı ve müslümanlar ilişkisinde her iki taraf açısından da ortaya çıkan ikircikli sonucu da yansıtan bir durumdur. Bir taraf kendi iç tutarlılığından uzaklaşmakta, diğer taraf ise ayrıcalıklı bir muameleye maruz kalmaya rıza gösterebilmektedir.

AİHM'de görülen RP davası bu tutumu ortaya koyan bir örnek olmuştur. Karar bir ölçüde batılı zihin dünyasında İslam ve müslümanlara karşı duyulan şüphe ve karşıtlığı yansıtmıştır. Diğer taraftan bu arka planın bilinmesine rağmen "belki bu kez adaletli davranırlar, kendi iç tutarlılıklarını korurlar" ümidi ve de alternatifsizliği içinde kapı çalınmış ve görünen o ki geri çevrilmeye rağmen, çalınmaya da devam edecektir.

Kararın içeriği hukuki ve siyasi olmak üzere iki yönden ele alınabilir. AİHM'in RP hakkında verdiği karar hukuken malul bir karardır. AİHM'in önceki kararlarıyla ters düşmektedir. AİHM'in ilgili dairesinin RP'nin kapatılmasını haklı bulan kararının somut ve objektif kriterlere dayanmadığı görülmektedir.

AİHM'in yargılamada esas aldığı Avrupa Sözleşmesi'ne bakıldığında ifade ve örgütlenme özgürlüklerinin gayet geniş tutulduğu, teorik olarak mevcut bulunan sınırlamaların ise dar yorumlandığı görülmekteydi. Bu tutum uluslar arası hukukun gelişim seyri ile de paraleldir. Genel eğilim ulusal güvenlik, kamu düzeni, genel ahlak gibi sınırlandırma sebeplerinin dar yorumlanmasıdır. T.C. hukuk düzeninin genel eğilimi ise sınırlandırma sebeplerini alabildiğine geniş yorumlama suretiyle ilgisiz konuları dahi bu çerçeveye sokmak ve yasaklama yoluna gitmek şeklindedir. RP davasında AİHM soyut ve genel sınırlamaları aşırı bir zorlamayla pratiğe indirgeyerek, bir anlamda T.C. mahkemelerinin genel tutumu ile örtüşen bir tutum sergilemiştir.

AİHM den Çelişkili Yorumlar

AİHM RP'nin T.C. Anayasa mahkemesince kapatılmasını onaylayan kararını RP'nin "laikliği farklı yorumlama adına inanç ayrımcılığı temelinde çok hukuklu bir sistem tesis etme" hedefi güttüğü ve RP yöneticilerinin "İktidara gelmek ve iktidarda kalmak için güce başvuracakları yönünde bir şüpheye meydan verdikleri" gerekçesine dayandırıyor. Böylece demokrasiye zarar verecek bir hedef gözetildiği ve bu hedefe de şiddet yoluyla ulaşılacağı iddiası ile kapatma kararı haklı bulunuyor. RP'nin şiddet yanlısı olduğunun delili ne? Şüphe! Demek ki, AİHM'in kapatma kararını onaylayan yargıçları da FP İddianamesinde "malumu ispat gerekmez" diyerek hukuk tarihine kayıt düşen Vural Savaş'tan çok da farklı bir kafa yapışma sahip değiller!

Şüphe ya da zanna dayanılarak verilen bu hüküm tek kelimeyle ibretlik. RP pek çok il ve ilçede belediye yönetmiş, ayrıca yaklaşık bir yıllık hükümet ortaklığı yapmış bir parti. İktidara seçimle gelmiş ve meclis yapısındaki değişime bağlı olarak istifa yoluyla hükümetten ayrılmış. Bu durumda RP'lilerin şiddet yanlısı olmadıklarını ispatlamasındansa, AİHM yargıçlarının şüphelerine kaynaklık eden verileri ortaya koymaları herhalde daha kolay ve mantıklı olurdu!

AİHM'in RP hakkındaki kararında "... çoğulculuk demokrasinin ayrılmaz bir parçası olsa dahi. İlgili devlet AİHS ile uyuşmayan, ülkede iç barış ve demokratik rejimi tehlikeye atacak siyasi bir hedefin gerçekleşmesini, eylemler somut hale dönüşmeden engelleyebilir..." denilmekte. Halbuki örneğin Türkiye Birleşik Komünist Partisi'nin (TBKP) Anayasa mahkemesince kapatılması kararını "Örgütlenme özgürlüğünü ihlal ve ifade özgürlüğünün kullanılmasına müdahale" görerek T.C.'yi tazminata mahkum eden AİHM kararında "fiili olarak totaliter bir devlet modeline yönelmedikleri sürece kapatma gerekçesi olamayacağı" vurgulanmaktaydı.

Ya "laikliği farklı yorumlama bahanesiyle inanç ayrımcılığı yapmak ve şeriat devleti kurmak istemek" suçuna ne demeli? Farklı yorum ve suç! Halbuki örneğin Özgürlük ve Demokrasi Partisi'nin (ÖZDEP) kapatılmasını yanlış bulan AİHM kararında şu ifadeler yer almaktaydı: "... zıt politik projelerin ortaya atılmasına ve tartışılmasına izin vermek demokrasinin temelidir. Ki demokrasiye zarar vermemek şartıyla, devletin mevcut yapısını sorgulama yönündeki projeleri bile içerir."

AİHM'in RP davasında bir hayli daralttığı ifade özgürlüğünün sınırlarını şimdiye kadar oldukça geniş tuttuğu bilinmekteydi. Örneğin 1976 tarihli bir kararında aynen şöyle denmektedir: "...ifade özgürlüğü demokratik toplumun hayat temellerinden biri olup, bu toplumun ilerlemesi ve her insanın gelişmesi için gerekli temel şartlardandır. O sadece lehte, gücendirmeyen veya nötr bilgi ve düşünceler için değil aynı zamanda devleti veya belli bir toplum kesimini gücendiren, şoka uğratan veya rahatsız eden bilgi ve düşünceler için de geçerlidir..." (Handyside davası, 7.12.1976)

AİHM'in RP Kararı Batının İslam Düşmanlığının Bir Göstergesi mi?

Peki tüm bu çelişik ve hukuk mantığı ile sorunlu kararı nasıl yorumlamak gerekir? RP'nin başvurusuna verilen red cevabı AİHM'in şahsında en genelde Batı'nın İslam ve müslümanlara karşıtlığının bir tezahürü müdür? Kararın açıklanmasından sonra özellikle 'İslami' çevrelerde bu tür değerlendirme ve yorumlarla sıkça karşılaşıldı. "Zaten belliydi, bunlardan başka ne beklenirdi ki!" tarzında yaklaşımlar yaygın biçimde dile getirildi. Halbuki kararın açıklanması öncesinde farklı havalar esmekteydi. Bu da ortada sorunlu bir bakış açısının bulunduğunu göstermeye yetiyor,

Sadece RP davasının sonucuna bakıp bu kadar genelleyici bir yoruma varmak herhalde tartışmayı hak eden bir durumdur. Elbette Batı ve İslam ilişkisinde tarihsel, ideolojik ve siyasal açılardan derin bir karşıtlık mevcut. Bu durumun etkileri pek çok noktada ortaya çıkabiliyor. Mutlaka AİHM kararma da bir biçimde bu olgunun yansıdığı da söylenebilir. Ama nasıl ki faraza bu karar RP lehine çıkmış olsa idi, Batı'nın İslam ve müslümanlara karşı önyargısının bittiğine tek başına bir delil teşkil edemez idiyse, yine tek başına bu kararı dayanak göstererek Batı'nın İslam ve müslümanlara karşı her zaman önyargı ve düşmanlık ile davrandığını ya da davranacağını ileri sürmek de doğru olmaz.

Her şeyden evvel mezkur karar 3'e 4 çoğunlukla alınmış bir karar. Yani örneğin red yönünde oy kullanan tek bir üye saf değiştirmiş olsa sonuç farklı olacaktı. O zaman da Batı-İslam ilişkisine dair şimdikinin tam tersi bir değerlendirmeler duyabilecektik demek ki. Kısacası bu kadar derin bir tahlil ve yargının tek bir hakimin saf değiştirmesine bağlı olarak dillendirilmesinin adil ve objektif olamayacağını vurgulamakta yarar var.

İlaveten şu da hatırlatılmalı ki, kararı veren mahkeme heyetinde Türkiye ve Arnavutluk'tan iki üyenin de bulunduğu gözden kaçmamalı. Ve ikisi de RP kararında red yönünde oy kullandılar. Herhalde bu iki üyenin mensubu bulundukları ülkelerin tarihi ve kültürel iklim itibariyle batılı coğrafyaya ait olduğu, dolayısıyla da karara tarihi önyargılarının yansıdığı ileri sürülemez.

Burada tekraren vurgulamak gerekir ki, siyasal İslam adı verilen ve özetle "Allah'ın dinini sadece bireylerin vicdanı ile sınırlamayıp, toplumsal hayatta da işlevsel kılmayı hedefleyen anlayış ve pratiğin" batılı zihin yapışınca hüsnü kabul görmeyeceği zaten bilinmeyen bir şey değil. Yine RP hakkında verilen kararın önyargılı, haksız ve AİHM'in önceki kararlarıyla çelişik bir karar olması batılı zihin yapısının İslam ve müslümanlar söz konusu olduğunda pek objektif ve adil bir tarzda işlemediğinin bir örneği olarak da görülebilir. Bununla birlikte bu karan esas alarak batılı zeminlerde İslami davaların baştan kaybetmeye mahkum olduklarına dair bir sonuç çıkartmak abartılı bir yaklaşımdır. Başka davalarda hukuk nosyonunu önyargılarının önüne geçirmiş insanlardan oluşan bir başka heyet pekala müslümanlar lehine karar verebilir.

Bu noktada önemli ve belirleyici olan ölçülü olmaktır. AB, AİHM gibi kuruluşlar eliyle pek yakında feraha çıkılacağına dair yorumlar da, bu tür kuruluşların asla müslümanlar lehine tek bir adım dahi atmayacağına dair yorumlar da ölçüyü kaçırmaktır. Sonuçta AİHM bir imkandır, kullanılabilir ama mutlaka abartmadan, aşırı beklentiler içine girmeden. Kaldı ki müslümanlar açısından uğranılan mağduriyetler ya da ileri sürülen taleplerle ilgili olarak AİHM'e gidip gitmemek ilkesel düzeyde tartışılabilir. Ama İslami mücadele sorumluluğu yüklenilmeden, sadece AİHM veya benzeri kurumların lehimize vereceği birtakım kararlarla düzenin ciddi biçimde geriletilemeyeceği tartışma gerektirmeyen bir gerçektir.

Neredeyse bütün umudunu AİHM'in vereceği karara bağlayan bir tutumun sonuçta hayal kırıklığı ile karşılaşmasından gerekli dersleri çıkartmak zorunludur. Önümüzdeki günlerde AİHM'den kaynaklanabilecek başka sürprizlere de hazırlıklı olmak gerekir. Bilindiği gibi özellikle 28 Şubat sürecinin hukuk ihlallerine hız vermesi ardından İslami kimlik ve faaliyetinden dolayı düzenin saldırısına uğrayan pek çok kişi ve kuruluş maruz kaldıkları haksızlığı AİHM'e götürmüştü. Kapatılan, faaliyetleri durdurulan vakıf, dernek gibi kuruluşlarla ilgili, irticacı olmakla suçlanıp ordudan atılan subaylarla ilgili davalar ve özellikle de başörtüsü davaları şu an AİHM'in önünde durmakta.

Dayatmada Son Perde: "Kendiniz Başvurdunuz, Çıkan Sonucu Eleştiremezsiniz!"

Yeri gelmişken bir yanlış çıkarıma, daha doğrusu saptırmaya işaret etmekte yarar var: İnancından, kimliğinden dolayı uğradığı mağduriyeti AİHM'e götüren insanlar herhalde "işte gerçek adalet mercii" diye değil, mecbur bırakıldıklarından dolayı bu yola başvurmaktalar. İnsanlar zulme maruz kalmasalar Strasbourg'un yollarına ne diye düşsünler? Dolayısıyla RP kararı sonrasında da çokça dillendirildiği gibi "madem kendiniz buraya başvurdunuz, öyleyse çıkan kararı oturup bir güzel sindirin, şikayet etmeye hakkınız yok!" yaklaşımı hiç de adil değil. Başvurmayıp da ne yapacaklardı? Önlerinde başka bir alternatif mi vardı ki?

Önümüzdeki günlerde müslümanlarla alakalı diğer davalarda, örneğin başörtüsü ile ilgili şikayetlerde AİHM yine başvurucular aleyhine kararlar verebilir. Hiç kuşkusuz o zaman da "madem ihtilafı gidermesi için siz başvurdunuz, sonucu da benimsemek durumundasınız!" denilecektir. Ama bu sadece politik bir akıl yürütmeden başka bir şey değildir. Haksızlığın, hukuksuzluğun, yanlışlığın onay görmesi, meşru addedilmesi karşısında belki karşı koyacak gücümüz olmayabilir ama bunu benimsememiz, meşru görmemiz de beklenmemeli. Bizim dışımızda gelişen süreçler ve irademiz dışında teşkil olunan kurumların hakkımızda ki yanlış tasarruflarını niye benimsemek zorunda olalım ki? Değiştirmek için belki kudretimiz yetmeyebilir ama kimse de bizi meşruiyetine ikna edemez. Kaldı ki ilahi bir temeli olduğuna inandığımız hukuk ve adalet kavramlarının çerçevesinin Anayasa Mahkemesi ya da AİHM gibi kurumlarca çizilmesini de asla kabul etmeyiz.

Bu arada AİHM'in RP'nin başvurusuna verdiği red kararının ardından İslami çevrelerde yaygın bir kabul gören bir değerlendirmeye, AİHM'in sol ve etnik kimliğe müsamahalı, fakat İslami kimliğe tahammülsüz olduğuna dair yorumlara da kısaca değinmek gerekir.

AİHM'in şimdiye dek verdiği kararlardan genel hatlarıyla böyle bir ayrım yapıldığı sonucunu çıkartmak doğru olabilir. Ama sol ve Kürt milliyetçiliği ideolojisi mensuplarının tümüyle kabul gördüğü şeklindeki bir yorum abartılı olacaktır. AİHM'in silahlı mücadeleyi benimsemiş oluşumlarla ilgili davalarda genelde olumsuz bir tutum içinde olduğuna dair kararlar (örneğin 1991 yılında yasalaşan infaz indirimi ile ilgili PKK'lılann başvurularının reddi, Mehdi Zana davası vb.) ortadadır. Yine belki doğrudan AİHM ile ilgili olmasa da AİHM'i de bünyesinde barındıran Avrupa Konseyi'nin Türkiye'deki cezaevlerinde yaşanan F Tipi katliamına ve halen sürmekte olan tecrit uygulamasına karşı sürdürdüğü derin sessizlik Batı'nın sadece İslam ve müslümanlara karşı değil, özünde statükoyu temelde sarsabilecek her türlü ideolojik muhalif akıma karşı mesafeli olduğunu göstermektedir. Belki dikkat çekilmesi gereken bir ayrım noktası şudur ki; İslam ve müslümanlar söz konusu olduğunda sınır çok daha dar çizilmekte, şiddet unsurunun devreye girmesi bile beklenmemektedir.

AİHM Karan Siyasal İslam'ın Sonu mu?

Karar çokça tartışmaya yol açtı. Belli çevrelerde hayal kırıklığına yol açarken, statüko savunucuları arasında ise büyük bir sevinçle karşılandı. Bu arada fırsat bu fırsat kararı Türkiye'nin siyasi geleceğinde görmek istedikleri tablonun hazırlayıcısı şeklinde algılama eğiliminde olanların da yüksek sesli değerlendirmelerini okuduk, dinledik. Daha ziyade temenniler babında ele alınması gereken bu değerlendirme sahiplerinin ortak noktası bu kararla Türkiye'de siyasal İslamın önünün kapatılmış olduğuydu.

Örneğin her vesileyle "siyasal İslamın sonu" değerlendirmesini/temennisini yıllardan beri dile getiren 'İslamcılık uzmanları'ndan birinin yorumuyla bu kararla birlikte İslamcı çizgi için fazla bir seçenek kalmıyordu. Eğer geçmişe dönüp tekrar 'Batı Kulübü' söylemine sarılmayacaklarsa, "AİHM kararlarının ışığında demokrasi ve laikliğe bakışlarını yeniden gözden geçirip İslamcı geçmişleriyle tam anlamıyla veda/aşacaklardı."

Şimdi bu yaklaşımda müthiş bir abartma ve yüzeysel mantık yürütme göze çarpıyor. AİHM'den beklediği karar çıkmadı diye bir hareket niye tam tersi bir istikamete yönelsin? Bir ülkede toplumsal ve siyasal değişimi, dönüşümü gerçekleştirmek için tek yol AİHM mi? Sonra kararın öbür türlü verildiği varsayımından hareket edecek olursak, bu durumda acaba T.C.'nin önünde hangi seçenek olacaktı? Aleyhte verilen bir dizi karar karşısında T.C. ne yapıyor? AİHM kararları üzerine laik, milliyetçi, üniter v.s. geçmişi ile vedalaşıyor mu?

Konu sadece Milli Görüş çizgisinin bundan sonra nasıl bir siyasi söylem ve politika belirleyeceği ile sınırlı olmayıp, bu ülkede İslami kimliğiyle, talepleri ve önerileriyle var olacak herkesi ilgilendirdiğinden üzerinde durmayı hak ediyor.

Her şeyden önce kararla birlikte siyasal İslamcılığın sonuna gelindiğine dair ifade edilen tüm iddialar gibi bu değerlendirme de, toplumsal temeli bulunan olguların mahkeme kararlarıyla ortadan kaldırılamayacağını gözardı etmekte. Dünyada ve ülke içinde gelişen-değişen faktörlerin etkisiyle ve en başta da mensuplarının bağlılıklarını, fikir ve amellerini Rabbani ölçülere göre mi, yoksa heva ve hevese göre mi biçimlendirdiklerine bağlı olarak İslami hareketler gelişebilir ya da zayıflayabilir. Belli oluşumlar inhiraf da edebilir, tümüyle sahneden de çekilebilir. Ama masa başında alınan bir takım kararlarla bütün bir halkın geleceğinin şekillendirilebileceği olsa olsa birilerinin fantezileri olmaktan öteye gitmez.

Bu ülkede ve genel olarak da İslam coğrafyasında uyanış süreci devam etmektedir. Bu süreç sancılı bir süreçtir, zor ve sıkıntılı bir süreçtir. Ama aynı zamanda da deneyim kazandıran bir süreçtir. Yapmamız gereken şey, hatalardan dersler çıkartıp, eksiklerimizi giderme konusunda gayretli olmak ve inancımıza ve kimliğimize sarılmaktır. Özgür ve adil yarınların tesisi ancak böyle mümkün olabilir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR