1. YAZARLAR

  2. Nehir Aydın Gökduman

  3. Bekle Beni İstanbul

Nehir Aydın Gökduman

Yazarın Tüm Yazıları >

Bekle Beni İstanbul

Haziran 2006A+A-

Hanidir korkuyordum beni yüz üstü bırakmasından. Son günlerde isteksizceydi tavırları. Eve adımını atışında, çalışmaya gelmiş birinden çok, hatır gönül kıramayışının sıkılganlığını sezinliyordum. Yeni Bosna'dan da olsa tek vesaitle geliyordu oysa. Çoğu zaman gecikirdi ama ses etmezdim. O yine de yolun bitip tükenmek bilmediğinden, trafiğin sinirlerini yıprattığından yakınıp suç kapatırdı. Sabahları sekizde burada olmasını istemiyordum ki ondan... Dokuz, on, on buçuk... Toleransım yetmedi...

Yine de çocuklara alıştı kopamaz sanıyordum. Haftada üç güncük! Hiç değilse birkaç ay daha idare etseydi beni. Babası çalışmasını istemiyormuş. Ücreti azımsadığından mı böyle bir bahaneye başvurdu? İlk günden beri hak hukuk gözettim. İş güç buyurmadım. Yemeğe, bulaşığa sokmadım. Zaten yemek yapmayı bilmezdi; yumurtaydı, makarnaydı geçiştirirdi çocukların öğünlerini... Halbuki dolabı sebzesiz bırakmam hiç. Bir keresinde çekinerek sebzelikteki ıspanakların çürümeye yüz tuttuğunu söyledim. Akşama döndüğümde pirinçli ıspanak yemeği hazırdı ama ağzımıza dolan taştan topraktan yiyemedik ki! Ispanakları suda bekletseydi... Bir bakıcıdan çok, aileden biriymiş gibi davrandım ona. Kötü söz söylemedim. Ters bakmadım. Hayli hevesliydi başlarda. Safa'yı ve Sena'yı kucaklayışında samimi bir abla şefkâti gözlemliyordum. Bilgiliydi de üstelik. Çocuk ruhunu tanıtıcı kitaplar okuyor, çocuk bakımına eli yakışıyordu. Sena onun elinden daha güzel içiyordu çorbasını. Gerçi zaman zaman okuduğu kitaplardan öğrendiklerini motomot uygulamak istediği oluyordu. Bir keresinde Sena hayli terlemişti ve üşütmemesi için hemen giysilerinin değiştirilmesi gerekiyordu. Bizimki 'önce mamasını bitirmesi lazım, yoksa sütlü besinler bekletilirse içinde mikroorganizmalar ürer' diye tutturmaz mı... Hemen evden çıkmam lazım gelirken öfkemi gizleyip çocuğun üzerini değiştirdim. Ve okuduğu kitapların her zaman gerçek yaşama uymayabileceklerini anlatmaya çalıştım ona. Kızgınlığımı da kendi çocuğun olsun da gör bakalım küçük hanım diye geçiştirdim içten içe. İnatçı değildi, ya da anne ben olduğum için sorumluluktan kurtulduğundan sesini çıkarmıyordu. Her şeyden önemlisi güven veren bir duruşu, sıcacık gülümsemesi vardı. Çocuklarımı emanet ederken gözüm arkada kalmıyordu. Onu gazeteden rasgele bir ilânla bulmamıştım ki. Zaten en çok da bu yüzden üzülüyorum gidişine. Çocuklarımı emanet edeceğim kişiyi tanımam, bilmem lazım. Fakat şu an çevremde buna müsait biri yok gibi. Necla'yı zorlasam, Arife'yi yoklasam mı yine...

Yo, bu sefer de hatır gönül ortaklığı istemiyorum. Gazeteye ilan vereceğim. Ve müracaatları ince eleyip sık dokuyacağım. Elbet gözüm tutar birini. Birkaç hafta birlikte kalır, davranışlarını gözlemlerim. İyi insanlar, iyi bakıcılar mutlaka olmalı. Herkes o üç gün önce televizyon haberlerinde izlediğim sadist karı koca gibi değildir. Bu işi meslek edinmiş tecrübeli insanlar vardır bu koca kentte. O haber yayınlandığı gün annem, kayınvalidem ve birkaç arkadaşım telefonla arayıp çocuklarımın durumunu sordular. Herkesin aklına ben düşmüşüm birdenbire. Çocuklarını bakıcıya teslim eden bir yığın annenin içinden neden ben? Hepsine bakıcımın ne iyi, ne merhametli biri olduğunu anlatıp durdum. Bir ev hanımı olarak çocuklarına bakıcı tutan birisiyim diye tarihe geçeceğimi söylüyor annem. Beni anlamasını beklemiyorum, ama en azından karışmasa, beni kendi halime bıraksa. Olmuyor. Yalova'da oturmasına rağmen evimde olan bitenin haberini hemen alır. Yılda birkaç kez ziyaretimize geldiği zamanlarda üst katta oturan ev sahibimle aralarında güzel bir dostluk gelişti. Birbirlerini ayda birkaç kez telefonlaşıp hasbihal edecek kadar önemser oldular. Annemin beni kontrolünde tutmak için böyle bir yola başvurduğunu düşünmek istemesem de bazen öyle ayan beyan ortaya çıkıyor ki her şey, ev sahibime şu acemi ajanlık işinden vazgeçmesini söyleyeceğim neredeyse. Fakat saf ve doğal bir kadıncağız, evine taşındığımız günden beri kollar kollaştırır bizi. İyiliklerini saymakla bitiremem. Bakmışsın kışlık turşu hazırlamış getirmiş, bakmışsın hırka yelek örmüş çocuklara. Sırf beni değil, bakıcımı da korur gözetirdi. Çocuklara faydalı sebze çorbalarından, bol vitaminli muhallebi tariflerine kadar bildiği ne varsa, üşenmeden mutfağa girip yapardı. Bizimki kitap takıntısından kurtulabilse ileride kendi çocuklarına da yapıp yedirebileceği birbirinden özenli karışımlar öğrenebilirdi ondan. Ama 'Çocuk Gelişimi Kitabı'nın altmış sekizinci sayfasında yazıyor ki, Bebeğimi Büyütüyorum'un üçüncü fasikülünde diyor ki' demekten olaya konsantre olamazdı ki. Ev sahibimin kontrolörlüğü bir nevi işime de yarıyordu. Ben evden ayrılınca çocukların sesine kulak kesilirmiş. Uyuyorlar mı ağlıyorlar mı, ağlıyorlarsa açlıktan mı; yoksa bir yerleri acımış gibi mi? Eğer ağlamalar kesilmek bilmezse, bizde şeker-tuz kalmamış, sizde vardır gibi sudan mazeretlerle kapıya gelip içeriyi kolaçan edermiş. Akşamları merdivende ya da kapı önünde karşılaştığımızda kaşla göz arasında yapardık günün kritiğini. Bugün Senanur pek ağladı, Safa'nın sesini duymadım ama, seni özlediği her halinden belliydi yavrucağın.

Cihan da azıcık yardımcı olsa şu bakıcı bulma işine. Evet, dışarıda mesai takibi yaptığım ücretli bir işim olmamasına rağmen çocuklarımı bakıcıya bırakıp evden çıkmamı onaylıyor. Fakat bakıcı bulmada benim kadar çaba gösteriyor sayılmaz. Benim kadar bunalmadı, eve kapanıp kalmadı da ondan. Dört yıl öncesini düşünüyorum da yeni evliydik. İşten uzaklaştırılışımın ilk aylarıydı. Başörtüm yüzünden uyarı cezaları almaya alışkın olsam da, memuriyetle ilişiğimin büsbütün kesileceğine ihtimal vermiyordum. Yeni hayatıma alışayım derken zamanın nasıl geçtiğini anlamamışım. Cihan özel bir dershanede öğretmenlik yapıyordu o yıllarda. Ben de en geç bir yıl içinde işime yeniden dönebileceğimi umuyordum. İlk etapta üniversitede yarım kalan yüksek lisansımı tamamlayacaktım. Her zaman bilgiye, öğrenmeye, öğretmeye karşı özel ilgim vardır. Öğretmenlik çocukluğumdan beri sevdiğim, saygı duyduğum meslek; şimdilerde ise birileri hoca hanım derse tuhaf oluyorum. Dil sürçmesi gibi geliyor o iki kelime... Öğretmenliğim ve yarım kalan ihtisasım bir sis perdesinin ardında gün geçtikçe silikleşen birer imgeye dönüştüler. Meslekten ihraç edildiğim günden beri içimde büyüttüğüm o boşlukla mücadele edip duruyorum. Birinci seneyi evlilikti, Safa'nın doğumuydu derken ucuz atlattım, ama ömrünün önemli bir kısmını öğrencilikle, sosyal etkinlikler içinde geçiren biri için pasif ev yaşamı hiç de kolay değilmiş. Her türlü korkuyu yaşadım, herkese kızdım, sitem ettim, nerede durduğumu, kim olduğumu, nasıl ayakta kalabileceğimi sorguladım günlerce gecelerce, hâlâ da sorguluyorum.

İşte bakıcı fikri de bu sorgulamanın ürünüdür. Sena doğduğunda Safa henüz bir buçuk yaşındaydı. Kardeşini ilk gördüğünde yüzünün aldığı şekli hatırlıyorum da... Doğru dürüst ememedi, tek çocuk olmanın keyfini çıkaramadı ama sorun değil der gibiydi her tavrı. Sanki doğuştan benim küçük ağabeyimdi o. Sezeryan sonrası toparlanmam zaman almış üç gün hastanede, bir hafta kadar evde yatmak zorunda kalmıştım. Sezeryan birçok kimsece normaline göre kolay zannedilir. Oysa hiç öyle değilmiş... Önce koluna enjekte edilen ilacın tesiriyle bulanıyor düşüncelerin. Tamamen dalıncaya kadar aklında hep uyunabilir miyim kaygısı, geride bıraktıklarının sevgisi... Sonra narkozun etkisinden kurtulurkenki zor dakikalar... Gözlerini açmak istiyorsun, sanki gözkapaklarının üzerine tonlarca ağırlık binmiş; parmağını kıpırdatmak istiyorsun, uzuvların sana ait değilmiş gibi; konuşmak istiyorsun, kulaklarının uğultusundan sesini bile duymaktan acizsin. Bir yatakta değil de her an içine düşüvereceğin bir uçurumun kenarındasın; ancak birinin ellerine sımsıkı tutunursan güvencede olabilirsin. Ama ellerinde güç yok. Birisi ellerini sımsıkı tutsun, sende bir kıpırtı olmasa bile hiç bırakmasın istiyorsun. Karmakarışık rüya mı, hayal mi desem siluetler görüyorsun durmadan. Sayıklarken bağırdığımı sanıyordum. Su demiyor muydum ben? Su dedim belki yüz defa duymadılar mı beni. Kulağıma gerçek mi düş mü belli değil, insan sesleri çalınıyordu. Sigara içtiği için balgam sökmesi daha güç diyordu doktor sesli biri. Ben mi sigara içiyormuşum. Hiç denemediğim bir şey için suçlandığıma içerlemiştim. Bağırmaya başladım, içmiyorum, hiç içmedim, içmeyeceğim de... Sesime başka birinin iniltileri karışıyor olmalıydı. İki kişilik bir hastane odasında olduğumu anlamasam delirdiğimi düşünecektim. Sigara içtiği için daha çok ıstırap çeken yan yataktaki hastayı fark etmiştim belli belirsiz. Kuru bir öksürükle göğüs kafesim yırtılırcasına inip kalkıyordu. Birden vişne suyu çekmişti canım. Hamileliklerimin ilk aylarında vişne suyu ve etimekle avuturdum kendimi. Sezeryan bittiğine göre neden hâlâ midem bulanıyor ve mide bulantımı geçirecek yiyecekler hayal ediyordum? Annemle kayınvalidem yaşadıklarımdan habersiz kendi anılarını anlatıyorlardı baş ucumda. Annem ağabeyimin doğumunda on altı yaşına henüz girdiğini söylerken, kayınvalidem aslında normal doğumun en iyi yol olduğundan, şimdiki doktorların eften püften sebeplerle sezeryana karar verdiğinden dem vuruyordu. Bu muhabbetleri kaldırmıyordu başım. Susun dediğimi hatırlıyorum. İşaret parmağımı dudaklarıma götürmeye çalışıyordum. Fakat bir santim bile oynatamıyordum yerinden. Mide bulantım artıyordu, yan dönebilsem ve midemde ne var ne yok çıkarabilseydim. Sonra istemsiz bir öğürtüyle safraya benzer bir şeyler çıkarttım aniden. Kayınvalidem telaş içinde hemşireye koştu. Hemşire böbrek küvet dedikleri böbrek şeklini andıran küçük metal bir kapla yanıma yaklaştı, ağzımın kenarına dayadı. Annem boynuma ve göğsüme akan yapışkan safrayı temizleme gayretine düştü. Beni yan çevirmeyi biraz geç de olsa akledebildiler sonunda. Öğürdüm, öğürdüm öğürdüm... Böbrek küvete birkaç santimetre küp balgam değil de ciğerlerimi tükürmüşüm gibi acıyordu içim. Narkozun etkisinden diyordu yine o doktor sesli. Bir saate rahatlar ama... Dakikalar gün gibi uzarken saat lafı asabımı bozuyordu. Cihan'ın çektiğim acılardan habersiz nerelerde dolandığına kahırlanıyordum. Hep başımda dursaydı ya... İğne mi serum mu almaya gitmişti, bana ne! Bütün ıstırabımı saniye saniye belleğine kaydetsin, benim için üzülsün, hayatımdan endişe etsin, bana şefkat göstersin, bana acısın ve şu perişanlığımla beni her zamankinden daha çok benimsesin, daha çok sevsin istiyordum.

Evet bunları iki kez yaşadım ben. Bir daha yaşamamaya ant içmedim ama, yakın zamanda da olsun istemiyordum. Ama istememekle olmuyor ki hiçbir şey. Çektiğin acıları hastanenin kapısında bırakıp, dünyanın en güzel şeyini, bebeğini yüklenip bıraktığın yerden tutunuyorsun hayata. Yeni yüküne, anneliğine, bebek ağlamalarıyla çınlayan uykusuz gecelere, bedenindeki neşter izine, yüreğinde gün be gün genişleyen evlat sevgisine hızla alışıyorsun. Bin bir güçlükle dünyaya getirdiğin yavruyu babasıyla paylaşmayı öğreniyorsun. Onun hiç bir acı çekmemesine rağmen babalık duygusuna kendini nasıl böylesine kaptırdığına şaşıyorsun sonra. Onun bedenini neşterle ikiye böldüler mi? Ciğerlerini tükürürcesine geçti mi kendinden? Ebeveynce hislerin yalnızca çekilen acılarla değil, Allah vergisi duyumlarla kazanıldığını anlıyorsun. Fakat üçüncüsüne hazırlanmak kolay gelmiyor yine de. Yaşadığımız ana ne çabuk alışıyoruz? Biraz zahmetli de olsa fazla kilolarımı vermiştim. Fakültede okurken giydiğim eteklerim, bluzlarım tıpatıp oluyordu üzerime. Cihan'ın dediği gibi anne olmak beni güzelleştirmişti de üstelik. Annelik üzerine bilgilenmeyi önemsiyor, anneliğin ruhumda ve bedenimdeki yaraları sağalttığını keşfettikçe huzura eriyordum. Süt veren annelerin göğüs kanserine yakalanma riskinin, süt vermeyenlere oranla çok daha az olduğunu biliyor muydunuz; anneliğin kalplerdeki katılığı yok ettiğini, vicdanlara adalet tohumları ektiğini ya da... Saçımda ak yoktu; çocuklarım için yıprandığım gecelerin ardından solgunlaşıyorsam da, cildim duruluğunu ve kırışıksızlığını muhafaza ediyordu. Anneliğimi her geçen gün daha çok benimsiyordum. Biri oğlan, diğeri kız, iki çocuk annesi... Her zaman ilk çocuğumun erkek ikincisinin kız olmasını istemişimdir. İlki erkek olursa kız kardeşini korurdu değil mi? Ya üçüncüsünün ne olmasını isterdim? Henüz sorusu bile düşmemişken aklıma...

Ama aynadaki görüntüm inatla soruyor, sordurtuyor bu soruyu. Kendimce beş yıllık kalkınma plânı yapmıştım. Beş yıl içinde iki çocuğum da Allah'ın izniyle okullu olacaktı. Tıpkı eski günlerdeki gibi kendime ayıracağım saatler bollaşacaktı. Sonra bir bir ertelediğim işlerin peşine düşecektim. İstanbul... Ah İstanbul, okumak için geldiğim, içime çektiğim, daha doğrusu beni içine, yüreğine hapseden şehir... Birbirinin halinden anlayan iki dost gibiydik değil mi? Yalan değil, bazen kentin kaldırımlarının, Beyazıt'ın taşlarının, Üsküdar'daki öğrenci evinin, Ümit Meriç'in, Salacak Sahili'nin ve Yeni Camii'nin güvercinlerinin beni özlediğini hissediyorum. Başı boş mayınlar gibi sokaklara çıkmak, tuhaf bakışlara aldırmadan koşmak koşmak koşmak istiyorum. Evet son günlerde daha çok istiyorum bunu. Belki yine yumurta ve sütle kahvaltı yapmam icap ettiğinden; vitamin-kalsiyum sandoz-demir kombinesinin yeniden yaşantıma girmesinden, kopçaları bir kez daha birleşmeyen eteklerimden sıkıldığımdan böyleyimdir.

Üçüncüye anne olacağımı anlayınca önce annem düştü aklıma. Herkes benim gibi midir? Başıma bir hal gelse kendimden önce annemi düşünürüm. Onun nasıl üzüleceğini, nasıl tepki göstereceğini sorgular dururum iç evimde. Ve mümkün olduğunca en uygun zamanda en ılımlı tavrımla açıklarım halimi. Bu kez de öyle yaptım ama ihtiyacım olan anlayışı göremedim. Olan yine Safa'ya olacak. Sena'ya da mı acımadınız? Üçüz çocuk yakalama derdinde misiniz Allah aşkına? Ne bezlerine ne besinlerine para yetirebilirsiniz. Belki af çıkardı da görevine dönerdin, o zaman üçüzlerini kime emanet edeceksin gibi şeyler söyledi annem. Yüzünü astı ve beni İstanbul'a yolcularken de gülmedi hiç... Cihan'ın ailesine ise söyleyemedik bile. Bayram ziyareti için Karamürsel'e gittiğimizde kayınvalidem komşularının karnı burnunda gelinlerini örnek göstererek daha küçük iki bebesi var üçüncüyü neyleyecekti diye söyleniyordu çünkü. İşte böyle, kendini mi avutacaksın başkalarını mı şaşırıyorsun bazen. Allah içimi biliyor ya, hiçbir lüzumsuz toplumsal değer beni sarsamaz... Yetmedi bitmedi, o ne der, bu ne söyler, kaygılarıyla kendimi yıpratmam. Benim derdim içimdeki sevdayı yeterince diri tutabilmemle alakalı... Evet bunu çok sorguladım. Kendime ayırabildiğim saatler azaldıkça iç evimi nasıl zengin tutabilirim, hedefim ne olmalı, anneliğimi, ev hanımlığımı gün geçtikçe köreldiğini hissettiğim kariyerimle nasıl barışık tutabilirim, dava arkadaşlarımla iletişimimi nasıl canlı tutabilirimin hesaplarını yaptım; yaptım ama içinden çıkamıyorum ne yazık ki! Ve biliyorum ki bu düğümü çözmeden huzura ermeyeceğim.

Yalnızlık hem dost hem düşmandır insana. Bazen bir başınalığı severim; günün en aydınlık saatinde gece olsa da hayatın tüm renkleri solsa, zifiri karanlıkta kendimi dinlesem isterim; bazen de güneşi özlerim umarsızca. Kalabalıklar içinde herkes hısımım akrabammış gibi başım dik ve mağrur dolaşırım. Yanımdan geçen çocukların başını okşarım, kuşları selamlarım, denize, yeşile, taşa toprağa tutulurum; umuda, aşka tutunurum. İşin tuhafı kilometrelerce yol yürür, ne acıkırım ne yorulurum... Fakat son günlerde kentin en yoğun merkezlerinde dolaşırken bile anlamını bilemediğim korkular peydahlanıyor içimde. İstanbul'da değil de yol iz bilmediğim bir sahraya düşmüşüm gibi yabanıl hislere kapılıyorum. Öyle ki, ne Sultan Ahmet'in haşmetli görünümü, ne boğazın büyülü ışıltısı beni teselliye yetiyor. Her an beni içine çekip eritecek bir girdaba düşüverecekmişim ya da yolumu kaybedecekmişim de kimsenin beni bulamayacağı bir diyara sürüklenecekmişim gibi kaygı doluyorum. Yalnızlığımın böyle diz boyu büyüdüğü anlarda genellikle telefona sarılırım. Çok şükür içimi dökebileceğim birileri hep oldu yanımda yöremde.

Geçen gün Semra'yı aradım. Aslında Derya'yı aramak isterdim. Öğrencilik günlerimizi yad etmenin yanı sıra şu anki ortamımızı zenginleştirmenin çarelerini düşünebilirdik birlikte. Gereksiz! Söylemeye dilim varmıyor ama o, Ecevit'in deyimiyle: "Kendi kendini intihar edenlerin" kervanına katıldı bana göre. Son bir senedir hiçbir eylemde, hiçbir etkinlikte göremiyorum Derya'yı. Hiç değilse ev ziyaretlerini, telefonla hasbihali korusaydı. Ama yaşıyor mu yaşamıyor mu o bile belli değil dedirten bir sessizliğe gömüldü evlendikten sonra. Kocası başarılı bir iş adamıymış. Namazında niyazında, sözünün eri biri olduğunu duydum ondan bundan. Ama aramızda hiç göremedik Bülent Bey'i. Sanki Derya'yı da bizden koparan oymuş gibi hiç tanımadığım birine kin duyuyorum desem... Derya ilk zamanlar Bahçe Şehir'de oturmalarını, ulaşım güçlüğünü sebep gösterdi duyarsızlıklarına. Sonra aldıkları lüks dairenin taksitlerini, ardından araba borçlarını...Son bir yıldır ise gösterecek mazeret bulamıyor olacak ki aramızda telefon trafiği bile yaşanmaz oldu. Bir Derya mı? Edebiyat'tan Kaya, ziraattan Reyhan, eczacılıktan Pelin... Pelin'in İngilizce dergileri kalmış bende. Açtığı eczanenin algısı vergisiyle yeterince meşgul olduğundan uzun zamandır görüşemiyorduk. Öğrenciliğimizde aynı evi paylaşmıştık. Yalnızca evi değil, ülkümüzü, ideallerimizi, özlemlerimizi... İki ay önce aradım, dergilerini hatırlattım, cuma sonrası Beyazıt'a çağıracaktım; bir röprezantırla randevusu varmış, konuşacak vakti olmadığını, beni arayacağını söyledi ve o gün bugündür beklediğim telefon gelmedi ne yazık ki...

Ben onlara benzemeyeceğim, inadına tırmalayacağım zamanı. Sevgimi sunabileceğim özneler değil de nesneler olsa bile sevecenliğimi koruyacağım ille de. Mesela şu kahverengi emprime eteğimi seviyorum. Beli lastikli, her halükârda giyebildiğim giysilerimden biri olduğu için. Sena'nın ayıcıklı biberonunu, Safa'nın bahçıvan pantolonunu, Cihan'ın oduncu gömleğini de seviyorum. Makarna süzdüğüm kevgiri, mutfağımın duvarına astığım rendeyi, teflon yumurta tavasını, tırtıllı ekmek bıçağını, çorba kepçesini, poşet çaylarını da... Yoo, inadına değil esastan söylüyorum. Kendi kendini intihar etme şansına sahip olmayan herkesi her şeyi sevebilirim ben. Bu açlıkla bitli sokak köpekleri bile şirin görünebilir gözüme...

İstanbul dışında yaşayamayız derlerdi. Şimdi Anadolu'da olsak buradaki etkinliklerin hangisini bulabiliriz? Basit ev ziyaretleşmeleriyle mi yetineceğiz? Kabarık koltuklara kurulup Brezilya dizisi mi seyredeceğiz? Kupkuru kitap okuyup durmakla da olmaz... Bir Arzu vardı. Bizim bölümde okuyordu. Tam bir Ali Şeriati tutkunuydu. Sosyoloji okumayı da sırf ona olan saygısından seçmişti. Okuldaki her etkinlikte onu görürdük en başta. Güzel, alımlı kızdı. Köyünden kasabasından ne doktorlar mühendisler istemişti de İstanbul dışına asla çıkmam diye bütün kısmetlerini geri çevirmişti. Bir gün duyduk ki kapalı çarşıdan bir kuyumcuyla evlenmiş. Birden sesi soluğu kesildi kızın. Yolunu izini kaybettirdi. Anlam veremedik. Tevafuk bu ya geçen hafta Kadıköy İskelesi'nde karşılaştık. Beni tanımadı ama ben tanıdım Arzu'yu... Bileklerini dolduran bilezikler ve önünü açık bıraktığı ipek döpiyesinden taşan altın kolye ve zincirlerle kocasının kuyumcu dükkânını üzerinde taşıyor gibiydi. Yüzünde allı pullu bir makyaj, göz gözlükten, dudak dudaklıktan çıkmış... Ayağında sivri burunlu, sivri topuklu morcivert ayakkabılar, omzunda saçaklı süet bir çanta... Başında sırmalı bir eşarp... Velhasılı kelam İki dirhem bir çekirdek... Ona gidip İstanbul'la aran nasıl diye sormak isterdim. Ali Şeriati'yle gönül bağın ne alemde? Fakat çehresindeki yabanilik öyle ürkütücüydü ki, hiçbir soru yüreğindeki pası silemez gibi geldi bana. Hem bana ne ya... Bana ne... Sahiden mi bana ne?

Cihan her gece on birlerde on ikilerde dönüyor eve. Ama aslen bize dönmesi gece yarısından sonrayı buluyor. Bir saate yakın telefonla onu bunu arıyor çünkü. Yarın şuradayız. Öbür gün burada. Ya abi sen de böyle yaparsan... Üç kişiyle yürümez ki bu kervan... Bu din bizim... Bu dava hepimizin. Evine aş-ekmek götürmek zorunda olmayan yiğit var mı bu dünyada. İzin al gel, kaç gel yahu... Otobüsü, metroyu mu kaçırdın? Turnikelere mi takıldın? Akbilini mi kaybettin yoksa? Bir saatçik yahu! Yoklama mı yapalım yani ilkokul bebeleri gibi. Fesuphanallah!... Onları çağıracağına bana gel dese ya. Çocuklarımın üçünü de taşıyabilirim. Evet o gücüm var. Dağlarca denizlerce yürek var bende. Safa'yı sırtıma, Sena'yı kucağıma alırım. Henüz ismi cismi belli olmayan üçüncümü ise daha çok benimserim özümde. Beni çağırsana ya beni çağırsana... Öyle ki bazen yıldırıyorum onu. Hani alelacele o kapıyı çekip gitmeleri var ya, gelmenizi isterim ama diye başlayan soluksuz konuşmaları; çocuklar üşür, karmaşada hırpalanır kaygıları, beni yoruyor. Haksız değil elbet. Ama bu soyutlanmalar içimi üşütüyor, hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor bana. Ağır aksak da olsa bu gemiyi yüzdürebilmeliyim. Bunun için de iyi bir bakıcı lazım...

Hep geçen hafta geçen ay diyorum ama işte öyle bir geçmiş zamanda hem aile bütçesine katkım olsun, hem de çok sevdiğim mesleğimle bağlarımı hepten koparmayayım, sosyalitemi yitirmeyeyim diye gazeteye iş ilanı vermiştim. İlan aynen şöyleydi. "Bayan öğretmenden ilköğretim öğrencilerine, matematik, fen bilgisi ve İngilizce dersleri verilir." Öyle sıradan bir gazeteye değil, bizim camiada tutulan, mütedeyyin bilinen bir gazeteyi seçmiştim titizlikle. Aramadılar mı? Aradılar tabii ki. Ama gel de ciddiye al müracaatları. Özellikle birisi kaldı ki hatırımda... Telefonda sesinden anladığım kadarıyla otuz-otuz beş yaşlarında bir beydi, gayri ciddi bir üslupla: Market işletmecisiyim lakin toplama çıkartma yapmaktan bile acizim, sizden matematik dersi almak istiyorum demez mi? Sizin dersinizi isterseniz eşim versin deyip kapattım telefonu. Cihan'a söylemedim, haberi olsa öfkelenir, bağırır çağırır, belki de maceracılıkla suçlar beni. Ders vermeyi çok istiyorsan etrafına bakın der gazetelere ilan vereceğine. Bakınmadım mı? Neyse ki o telefonun üzerinden üç gün geçmeden Süreyya aradı. Ortanca oğlanın fenle arası iyi değil, büyüğün aklı İngilizce'ye ermiyor, küçüğün ise matematikle başı dertte, gel de şunları bir hizaya sok diye ricada bulundu. Hâlâ öğretmenliğimi anımsayanlar vardı işte bu şehirde. Seve seve dedim, cumartesi başlayalım başlamasına da, ben henüz bir bakıcı bulamadım ki...

Bazı kadınlar kendilerini evlerine, çocuklarına, kocalarına adıyorlar yalnızca. Öylelerince bizim gibiler normal değiller kesinlikle. Ev hanımlığına yatışamamış başına buyruk, kimseleri beğenmeyen, beğenilecek bir yanı da olmayan tuhaf tipleriz biz. Derdimiz ne? Neyin peşindeyiz? Yediğimiz önümüzde yemediğimiz ardımızda. Kapı komşum Mübeccel mesela; sabah erkenden kalkar, dip köşe temizliğe koyulur. Öğlene kadar yemek dahil evin bütün işi bitirilmiş, üç çocuk okullarına uğurlanmış, öğleden sonrası için ise ya bir ev gezmesi, ya da misafir kabulü plânlanmıştır. Kırk yılda bir yarım saatlik boşluğu olursa bana uğrar şunu yaptım bunu ettim diye durmadan kendini anlatır. Konuşurken öyle heyecanlı öyle canlıdır ki çağ kapatıp çağ başlatıyor sanabilirsin. Oysa zeytinyağlı enginar dolmasını tarif ediyordur, çocuklarının huylarını, kocasının huysuzluklarını, Kosla kullanmasına rağmen kar gibi beyazlamayan tüllerini, çamaşır makinesinin kireçlenen rezistansını anlatıyordur en fazla. Dinlerim, dahası dinliyor görünmeye çalışırım. Hatta bazen bakarım ki muhabbetin ortasına düşmüşüm. Demek benim pilavlarım pirinci suda bekletmediğim için lezzetsiz oluyormuş. Peşemal sosuna yoğurt koymayı nasıl akledemedim. Misafir için birebirdir Dalyan köfte. Çoğu zaman gelirken ocağa yemek koymuştum altı tutmasın diyerek apar topar kalkıp gider. Bu geliş gidişler içime garip sıkıntılar çökertir. Her seferinde yalnızlığımı aralayacak komşular düşlerim. Aynı dilden konuşabileceğim dostlar ararım sağımda solumda. Ama en yakınıyla bile aramda beş metro durağı var. Telefon faturalarım neden kabarık? Çocukları yüklenip dışarı çıkıncaya kadar yedi rakam tuşlamak ve kulak zarıma vuran sevdik seslerini yüreğime akıtmak daha işime geliyor da ondan.

Ne zaman telefon çalsa heyecanlanıyorum. Artık kapıdan çok telefon çalıyor. Rast gele ziyaretleşmeler yok denecek kadar azaldı. En candan dostunun yakınından geçerken bile yolum düştü uğradım diyemiyorsun. Neden çıkarken bir alo demedin? Evde tuhaf hareketlenmeler... Çokoprensimiz yok ki alaycılığı... Doğallığımızı kaybediyoruz gitgide. İstiyorum ki günün herhangi bir saatinde kapım çalsın güm güm güm... Kalbim çarpsın. Bu vakitte kim ola ki diye telaşlanayım. Sonra güleç bir dost yüzüyle bereketlensin hanemiz. Çayımız demlensin, dolapta ne varsa, acı tatlı... Mutfakta vakit harcamayı sevmiyorum, envai çeşit yemek yapmayı bilmiyorum ama ziyaretleşmeleri önemsiyorum inadına. Bireyselleşmeye giden tüm kapıları kapamak istediğimden, modern yalnızlıklara prim vermediğimden mi bu uğraşım? Belki çalışan bir bayan olsaydım bu duyguları böylesine yoğun yaşamayacaktım. Yorgun akşamlarda eviyle, çocuklarıyla, eşiyle hemhal olmuş, yarınki mesaiye hazırlanma derdinde bir iş kadını olsaydım; böylesi sorgulamalar yer bulur muydu zihnimde? Bu sürecin birçoğumuza; sistemi olduğu kadar kendimizi, kimliğimizi sorgulama fırsatı verdiğini kim inkar edebilir? En az kaybımız kadar kazanımlarımız oldu. Acı çekerek olgunlaştım, içimdeki boşlukla birlikte büyüdüm, "ille de" lerin yerini sabır ve mücadeleye terk ettim. Bunu başaramayanların nasıl silikleştiğini, sönükleştiğini izledim, içim acıyarak. Ah telefon rehberimden sildiğim onlarca numara; mümkün olsa hafızamdan kovalayacağım yüzlerce hatıra... Sitem, serzeniş, sesleniş hepsi boşuna, boşu boşuna. Peki onlar mı yalnızlaştı biz mi? Şimdi nasıllar neredeler, kâğıttan güller mi yapıyorlar? Beni bekleme diye şiirler mi yazıyorlar? Yine bir nisan yağmurunda ıslanacakları günü mü bekliyorlar? Sahi Piyerloti'den nasıl görünüyor be İstanbul?

Beni en iyi kim anlar bu dünyada? Özlemlerimi, incinmelerimi, sevinç ve hüzünlerimi kim paylaşır? En koyu yalnızlık anlarımı kim aydınlatır? İstanbul'a üniversiteye kayıt yaptırmaya geldiğim ilk gün, yayınevine uğradığımda görmüştüm Cihan'ı. O gün bugündür de yolumun kesişmesinden hiç rahatsızlık duymadığım, bilakis memnun olduğum ender insanlardan biri. O gün bana çay ikram ederken bugünümüzü tasavvur edemezdim tabii ki, ama geriye dönüp baktığımda içimi bir tatlı huzur sarıyor. Evlendiğimiz günden beri dostum destekçim oldu. Meslekten ihraç edildiğim günleri, evde geçirdiğim o ilk anların sıkıntısını, acemi annelik deneyimlerimi savuştururken yanımda hep Cihan vardı. Birçok kadının iç dünyasını kocasıyla paylaşmak yerine yakın bir arkadaşına açılma tercihine ihtiyaç duymadıysam bu onun anlayışındandır. Her şeyden önemlisi onun hâlâ yıllar öncesinde tanıdığım Cihan oluşu, insanların arasında eğilip bükülmeden dimdik duruşu yüreklendiriyor beni.

Hayatım ne dalgalı denizlere, ne durgun nehirlere benziyor. Bir toplum bilimci olarak hem kendimi, hem de çevremdekileri irdeleyip dururum yıllardır. Dedikodu yapmak adına değil tabii; bir davaya gönül vermişsek o perspektiften bakmaz mıyız insanlara? Güzel bir örnek yaşantıma ilham katabilir ya da gördüğüm bir olumsuzluk kendime gelmemi sağlayabilirse sorgulama, uyarı, takdir, fikir teatisi kaçınılmazdır. Fakat gün geçtikçe içimize mi kapanıyoruz? Dengesiz hayatlar mı inşa ediyoruz biteviye? Birimizin hayatında önemle yer edinen bir kural, diğerinde alt maddelerde yer alabiliyorsa... Birimizin ruhuna sükunet yayan bir farz diğerimizde yankı yapmıyorsa... İrem'i on senedir tanırım. Hemen hemen bütün etkinliklerde karşılaşırız. Okumayı seven, konuşkan, birikimli bir arkadaştır. Fakat tesettür gibi ciddi bir meseleyi bile özümseyemedi net olarak. Bir bakmışsın tüm hatlarını belli eden bir pardösü geçirmiş üzerine, bir bakmışsın başına ebatları hayli küçük, frapan renkli eşarbını öylesine iliştirmiş, cildinde solgunluğunu gizleyecek kremler, gözünde hacdan geldiğini söylediği sürmeler, biraz allık, belli belirsiz bir ruj derken... Uyarsan dinlemez. Müslüman kadının da dışarıya hoş ve bakımlı görünmesi gerektiğinden falan dem vurur. Aynı özeni namazlarına da gösterse ya... İsteksizce kıyama durur, secdeleri vakarsızdır. İki dakikalık bir oldu bitti... Ne okudu, ne duyumsadı bu şimdi? Nilgün' ün problemi ise bambaşka, o da sufiliğe merak sardı son zamanlarda. Bütün gayretlerine rağmen kendini Allah'a yakın hissedemiyormuş. İçinden utanıyormuş. Namazlarında bin bir vesvese; izlediği dizilerin karakterlerinden tut da, çocuklarıyla gün geçtikçe bozulan ilişkilerine; tenzilatlı mağaza satışlarından limitini aştığı kredi kartı borçlarına kadar saçma sapan yığınla şey üşüşüyormuş aklına... Namaz öncesi defalarca euzubesmele çekiyormuş oysa. O çok eleştirdiğimiz tasavvufçuların bile iç huzuru bizden iyi diye kendine o çevrelerden dostlar edinme gayretine girmez mi bir de... Bizim iç dinamiğimiz sönük diyor da başka laf etmiyor. Oysa herkes kendini kulluğa adapte eden dinamikleri gözü gibi korusaydı sorun kalır mıydı? Rabbe açtığımız ellerimizdeki kiri pası yıkayabilseydik takva çeşmesinde...

Bunlara bakıp bakıp gidişattan umutsuzluğa mı kapılmalıyım? Hani bazılarımız var ki başörtüleri yüzünden okullarını bıraktılar diye haşa haşa sanki teslimiyetlerinin faturasını Allah'a kesmeye çalışıyorlar? Tavırlarında bir isteksizlik, bir kırılganlık... Benden bu kadar ukalalığı... Kim ne yaptıysa kendisi için yapmadı mı? Bunca afra tafra cennetin beleş olmamasından mı? Bizim mi Allah'ın dinine ihtiyacımız var, Allah'ın dininin mi bize? Onu bunu bilmem içimiz kıpır kıpır değilse Rabbe karşı, hepsi boş geçmiş teslimiyetlerimizin. Avuntu! Ben şöyle yapmıştım, böyle etmiştim diye torunlarımıza övünçle aktaracağımız anılar müsvettesi. Hepsi bu mu? Değil elbette! Yüzünü gördüğümde içimin açıldığı dost yüzler de var bu galakside. Günün herhangi bir saatinde anam babam gibi özlemini çektiğim mümin yürekler var... Onları anlatmaya kalksam öykülerim romanlara dönüşür. İyi ki varlar... İyi ki varlar... Bir avuç da olsalar ışığımı çoğaltıyorlar ya... Onları gördüğümde aşka inancım bir kez daha artıyor ya... Anlamını yitiriyor ya tüm kötülükler... Aksadığım ya da tökezlediğim de beni tutup kaldıracaklarını biliyorum ya... Bana yetiyor...(Aslında yetmiyor da yetiyor) Bir de ruhumu yıkayan o buğuyu, haydutça değil, imanımdan dökülen göz yaşlarımı seviyorum. Ve inanıyorum ki o yaşlar kurumadıkça hep ayakta kalırım ben.

Bu şehri de seviyorum. Tutkuya dönüşmesine izin vermediğim bir sevdayla. Öğrencilik günlerimden beri İstanbul'la aramı hep iyi tuttum. İstanbul bazılarına tuhaf özgürlükleri, macerayı, başıboşluğu çağrıştırsa da bana arınmayı, vefayı, itidali, ahde bağlılığı, özveriyi, paylaşmayı, affetmeyi, buğz etmeyi öğretti. Soğuk insan yüzleri arasında duyumsadığım yalnızlığı enerjiye dönüştürebilmeyi bir de. Şayet bunu başaramasaydım bu şehre ihanet etmiş sayacaktım kendimi. Şimdi bakıyorum da İstanbul'da kalmayı ulvi gayelerine pelesenk edenler hoşça vakit geçirebilecekleri yerlerin listesini yapıyorlar. Emirgan,Bebek, Beylerbeyi, Avrupa'yı aratmayan Nişantaşı nasıl?! Ah acı söyleyen dostlar, sıradanlığa, dünyeviliğe duyulan öfkeler buharlaşıp fezaya mı karışmış? Yeni bir formül mü bulunmuş ya da; hem dünyayı hem de ahireti meşakkatsizce tapulayacağımıza dair?

Biliyorum ki şu bakıcı işini halledebilirsem yaza kadar hedeflediğim işlerin peşine düşebilirim. Dergi için toplumda varoluş sürecimizi irdeleyen geniş kapsamlı bir araştırma dosyası hazırlamak istiyordum ne zamandır. Kaynak için epey kütüphane gezmem gerek. Dernekteki Kur'an çalışmalarını, bu yıl düzenli gidemediğim pazar seminerlerini ağır aksak da olsa takip edebilsem. Yaza kadar ne başarabilsem kârdır. Yazın yüküm artacak çünkü. Bire, ikiye derken üçüncüye bölüneceğim. Bebekler ilk aylarında çok hassas oluyorlar. Özellikle pişiğe, enfeksiyona, besinsizliğe, uykusuzluğa karşı... Önemli görülmeyen küçücük bir ayrıntı günlerce aile düzeninin bozulmasına sebep olabiliyor. Sena'nın gece uykusuzluklarından az çekmedim. Safa ise hâlâ iştahsızlığını koruyor. Ona bir lokma yedirebilmek için saatlerimi harcadığım oluyor. Yine de edindiğim tecrübelerden galiba, her gün biri ikisi siliniyor boş kaygılarımın... Rabbimiz hiçbirimize taşıyamayacağımız yükü yüklemez değil mi İstanbul? Kaldırımlarındaki ayak izlerim saklı kalır mı sende? Kavuşacağımız gün şükür secdelerime Süleymaniye'nde yer bulunur mu? İhaneti bilmeyen yüreğimle hep yüreğinde sakla beni n'olur... Haylazlıklarımı, pervasızlıklarımı unut... Ah İstanbul, ah İslambol! Sevdiğim... Mahşerde şahidim ol... Lütfen Mizanda titreyen ellerimden tut...

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR