1. HABERLER

  2. ÇEVİRİ

  3. Yedi savaşlık bir ömür
Yedi savaşlık bir ömür

Yedi savaşlık bir ömür

Gazze'de yaşayan birçok kişi için aidiyet, bir yer/mekân kadar hafıza ve kimlikle de ilgilidir ve bu bağ, o yer artık tanınmaz hale gelse bile devam eder.

03 Temmuz 2025 Perşembe 21:10A+A-

Samah Zaher Zaqout’un WANN’da yayınlanan yazısını Barış HoyrazHaksöz Haber için tercüme etti.


15 Ocak 2025'te, bir yıl iki ay süren bitmek bilmeyen göçün ardından sığındığımız son yer olan Gazze'nin kuzeyindeki loş bir odada dokuz kişilik ailemle birlikte oturmuş, ateşkesin ilan edilmesini bekliyorduk.

O oda bizim ilk sığınağımız değildi, ama son sığınağımızdı. 12'den fazla göçün ardından, o oda nihayet yorgunluğumuzun dinlendiği yer olmuştu, ancak bu dinlenme kısa sürede bozuldu.

Haberler akın akın gelmeye başladı — her dakika düzinelerce güncelleme. Ateşkesin yakında ilan edileceği belliydi. Teklif nihayet kabul edilmişti. Güneydeki akrabalarımız gerçekten geri dönebilecek gibi görünüyordu ve onları sadece birkaç dakika süren, kesintili telefon görüşmeleriyle değil, yüz yüze görebilecektik.

Hepimiz bir araya gelmiş, internete bağlanmaya çalışıyor, sayfaları sürekli yeniliyor ve haber kanallarını gezerek neler olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Kardeşim televizyonu sabah şarj ettiğimiz bataryaya bağladı ve hepimiz birlikte oturup bekledik.

O bekleyişi nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum. Ne sevinçliydi, ne de üzücüydü.

Olan onca şeyden sonra nasıl sevinç duyabilirdik ki? Onca ölüm, yaralı, yıkılmış ev, yetim kalan çocuklar, dul kalan kadınlar, hala gömülmemiş cesetler, yorgunluk ve bitmek bilmeyen yerinden edilme durumundan sonra?

Peki, başından beri umduğumuz şey buysa, nasıl üzüntü duyabilirdik ki? Bir mola. Bir nefes.

Boğucu bir durumdu. Evet, “savaş”ın duraklayabileceği için rahatlamıştık, sevdiklerimizi tekrar görebileceğimiz için mutluyduk, ama zihnimiz sorularla doluydu: Şimdi nereye gidecektik? Barındığımız evin sahipleri güneyden geri dönecekti, ama bizim evimiz enkaza dönmüştü. Ve barınacak bir yer bulsak bile, “savaş” gerçekten bitmiş miydi? Yoksa bu, başka bir fırtınadan önceki sessizlik miydi?

Yine de, nefesimizi tutarak, kalplerimiz hızla çarparak, o tek kelimenin açıklanmasını bekledik.

Sonunda! Açıklandı. Sessizce gözyaşlarına boğuldum. Babam orada oturmuş, zihinsel ve fiziksel olarak tamamen bitkin bir halde, ne yapacağız diye düşünüyordu. Gerçekten bitmiş miydi? Ve bitmiş olsa bile, sonra ne olacaktı? “Savaş” durmuş olabilir, ama çoktan korkunç bir şekilde sonuçlanmıştı ve hepimiz bununla yüzleşmek zorundaydık.

Tek umudumuz, tüm bu acıdan bir nefes, bir mola almaktı, sadece her gün hayatta kalmak yerine, gerçekten yaşadığımızı hissetmek için yeterli bir mola. Bu “savaş”ın başladığı günde sıkışıp kaldık; o günden beri yaşlanmadık, ama yüzyıllar geçmiş gibi yaşlandık.

Bir Nekbe'den kurtuldu, ama bu seferkinden kurtulamadı

Tüm günler aynı geliyor. Hayatın, anlamın ve en ufak bir başarının olmadığı her gün, zamanımızın ve enerjimizin bir parçasını çalıyor, ta ki yaşlandığımızı hissedene kadar, yaşımızdan dolayı değil, enerjimiz tükendiği için, hayatımız cansız hale geldiği için.

Gazze'de her doğum günü bir yalan gibi geliyor. “Bu yılı sayma” deriz genellikle.

Tek bir kelimeyi hayal etmeye başladık, bu eziyeti sona erdirecek, yerinden edilmeyi durduracak, bombaları susturacak ve yiyeceklerin girmesine izin verecek bir kelimeyi. Günlerimize anlam kazandıracak bir kelimeyi.

Evet, ateşkes ilan edildi, ama acı uzun süre durmadı. Sanki “Gazze ve acı” ruh ikiziymiş gibi, asla ayrılmamak üzere lanetlenmiş gibi, geri döndü.

Anlamsız bir hayat sürmenin verdiği bu his, kelimenin tam anlamıyla öldürücü olabilir. Büyükbabam bu “savaş” sırasında, Mart 2024'te öldü. Anlamsız bir hayat sürmeye dayanamadığı için vefat etti. Sonsuz sürgüne tahammül edemedi. Evinden ve odasından uzak kalmaya dayanamadı.

Savaş sırasında, evindeyken durumu daha iyiydi. Her tahliye edildiğimizde, amcam ona bölgenin işgal edileceğini ve herkesin ayrılması gerektiğini söyleyene kadar bunu kabul etmedi. Ancak o zaman diğerleriyle birlikte ayrıldı.

Büyükbabam nazik, iyi kalpli ve yumuşak huylu bir beyefendiydi. Bizim için bilmeceler yazardı ve biz onları çözmeye çalışırken gülümserdi. Ne zaman ziyaret etsek, dağıtmak için bir kutu kek hazırlardı. Bir gün pasta yaptık. Çalışırken yanımızdan geçip bize gülümsüyordu. Ona bir tane uzattığımda güldü ve benim için dua etti. Bizi kendine yakınlaştırıyordu.

Onu gerçekten özel kılan şey, evine, odasına, mahallesine ve insanlarına ne kadar bağlı olduğuydu. Büyükannem ve amcam öldüğünde aynı şeyi söylediler: Evinden ayrılmaya dayanamadı çünkü onun için hayat anlamını yitirmişti. Günleri ruhunu kaybetmişti ve her geçen gün sağlığı kötüleşiyordu. Bu cansız varoluş, hem duygusal hem de fiziksel olarak ona zarar verdi ve vücudunu zayıflatarak onu öldürdü.

İlk Nekbe'yi atlatmıştı, ama bu “savaş”, bizim ikinci Nekbe'miz, onun hayatta kalamayacağı bir savaştı.

Anlamsız bir hayat yavaş bir ölümdür

Ateşkes başladıktan kısa bir süre sonra “savaş” geri döndü. Bombalamalar yeniden yankılandı. Korku yeniden geri geldi.

“Yedi savaş” yaşındayım; Ekim 2023'ten bu yana 12 kez yerinden edildim. Evimin iki kez yıkıldığını gördüm — ilki 2008'de, henüz çocukken, ikincisi ise Kasım 2023'te. Aynı apartman, aynı kule, son on yılımı hayatımı kurmak için geçirdiğim güzel Al-Karama mahallesindeydi.

Gazze'de her şey bir anda değişebilir ve insanın tüm hayatı altüst olabilir.

Evimizde otururken aniden tahliye emri geldi. Ailemle birlikte toplayabildiğimiz eşyaları alıp kaçtık. İlk durağımız karanlık, soğuk ve sessiz bir düğün salonu oldu. Orası bizim gerçekliğimizi yansıtıyor gibiydi. Orada iki saat bekledik. Sonra bir füze mahallemizi yerle bir etti.

Tekrar tekrar kaçtık. Büyükbabamın evine. Gazze'nin merkezindeki Al-Nuseyrat kampına. Tekrar kuzeye. Bir başka yerinden edilme dalgası: Beyt Lahia'daki hava saldırılarından kaçmak, Cibaliye mülteci kampında sığınmak, IDF'nin işgalinden sonra tekrar kaçmak. Hayatımın ritmi döngüsel hale geldi: Kaçmak, geri dönmek, yas tutmak, tekrar kaçmak.

İsrail'in yardım ablukası, şimdi dördüncü ayına girerken, gıda kıtlığına neden oldu ve savaş bölgesinde yaşamanın sürekli endişesi, bunun bedelini fazlasıyla ödetti.

Ateşkesin üzerinden üç hafta geçtikten sonra, bir taksi bizi güneyden yeni dönen teyzemi ziyarete götürdü. Teyzem, çocukluğumun geçtiği Cibaliye kampında sığınmıştı. Her zamanki gibi, arabada arka koltuğun penceresinin yanına oturmayı tercih ettim. Babam parmağıyla işaret edip “Burası Shadia Abu Ghazaleh Okulu” dediğinde şaşkına döndüm.

Bu Shadia Okulu mu? Benim okulum mu?

Okulun çevresindeki sokaklar enkazdan ibaretti ve lağım kokuyordu. Okulun kendisi kısmen yıkılmıştı ve sınıflar yerinden edilmiş ailelerle doluydu. Her pencere giysilerle kaplıydı. Okul bahçesinde küçük çocuklar çıplak ayakla oynuyordu.

Sonra Cibaliye kampına vardık. Oraya kadar giderken tek bir caddeyi bile tanıyamadım. Büyüdüğüm yerde kaybolmuştum. Pencereden esen rüzgâr bile bana garip geliyordu. Bu benim bildiğim Gazze değildi. Benim toprağımı çorak bir araziye, tanıyamadığım bir yere çevirmişlerdi.

Bir zamanlar trafik, ışıklar, restoranlar, kafeler, kütüphaneler ve binalarla dolu olan sokaklar artık enkaza dönüştü. Çadırlara ve toza dönüştüler. Tüm yapılar yok oldu, ancak daha derin yıkım insanlarda yatıyor.

Yürüyüş şeklimiz bile değişti; daha yavaş ve ağır hale geldi. Bu “savaş” bizi rahat yürüyüşümüzden mahrum bıraktı, çünkü bu bile dayanılmaz hale geldi. Yürümek artık bize rahatlık vermiyor; sadece acıyı derinleştiriyor. Her adım, kaybettiğimiz şeyleri hatırlatıyor.

Eskiden bildiğim ev artık yok. Girdiğim her yerde, yürüdüğüm her sokakta, çadırlarda yaşayan insanlar görüyorum; sokaklarda yalvaran çıplak ayaklı çocuklar görüyorum. İnsanların, hayırseverlerin yemek dağıttığı Tekke'de tabaklarını doldurmak için kalabalıklaştığını görüyorum. Sürekli bir paradoksla yaşıyorum: Gazze'ye hiç bu kadar bağlı hissetmemiştim, ama aynı zamanda hiç bu kadar yabancılaşmamıştım.

Enkazın ötesinde aidiyet

Benim için aidiyet sadece coğrafi bir kavram değil. Duygusal, nesiller arası ve manevi bir kavram. Hafızada yaşıyor. Küçük şeylerde yaşar: Aileyle paylaşılan Ramazan iftarlarının tadı, sokak köşelerinden gelen falafel kokuları, bayramda çocukların tezahüratları, sabah 8'de korna çalan arabalar, okullara ve üniversitelere koşan öğrenciler, insanlar işlerine giderken arabalarda çalan Kur’an ayetleri ve denize doğru yürüyüş.

“Savaş” tüm bunları parçaladı. Artık Ramazan'ı kutlamak için akrabalarımı ziyaret edemiyorum, iftarların tadını çıkaramıyorum. Yiyecekler çoğunlukla kuru gıda ve konserve fasulye. Tekrar açık ateşte yemek pişirmeye başladık, un arıyoruz ve onu ikame maddelerle karıştırıyoruz. Çocuklar artık sevinç çığlıkları atmıyor, arabalar kornalarını çalmıyor. Bunun yerine, dronların vızıltısı başımızın üzerinde durmadan uğulduyor. Tüm okullar sığınaklara dönüştürüldü. Savaştan önce en iyi zamanlarda bile kesintili olan elektrik, artık hiç yok. Işık güneş enerjili şarj cihazlarından geliyor ve internet erişimi önceden rezerve edilmeli. İnsanlar işsiz, yürüyüş yapabilecek güvenli bir plaj yok ve tüm fırınlar kapatıldı.

Yine de bu yıkıma rağmen Gazze beni yetiştiren, eğiten ve sabırlı olmayı öğreten yuvam. Ama tanımadığım bir yere ait olmak özel bir tür keder. Bu yıkıma ait hissetmiyorum. Ama yine de Gazze'ye aidim.

Geçen Ramazan ayında kardeşimle birkaç şey almak için dışarı çıktık. Sokaklar loş ve cansızdı. Ama sonra hepimizin eskiden oynadığı o eski Ramazan oyununu oynamaya karar vermiş bir grup çocuk gördük. Bir parça teli yakıp döndürmeye başladılar ve havada parlayan ateş çemberleri oluşturdular.

Ardından bayram geldi. Komşumuz, bayram olduğu için insanların gelip satın alacağını umarak her zamankinden daha fazla falafel kızartmak istedi. O falafel mercimekten yapılmış ve odun ateşinde kızartılmış olsa da, “savaş” her şeyi elimizden almadan önce hayatın nasıl olduğunu hatırlamaya çalışıyoruz. Komşumuz, kısmen yıkılmış evinin hemen yanına tezgâhını kurmuştu.

Benim için ve benim gibi birçok kişi için aidiyet sadece bir yerle ilgili değildir. Aidiyet, hafıza ve kimlikle ilgilidir. O yer yıkılsa, sokakları enkaza dönse ve silüeti tanınmaz hale gelse bile, bağlar kalır. Ancak bu bağlar artık gurur kadar yasla da doludur.

Gazze nüfusunun %90'ından fazlasını yerinden eden bir “savaş”ta, aidiyet kavramı yeniden şekilleniyor — kesin bir şey olarak değil, her gün mücadele edilen kırılgan bir şey olarak. Benim için bu, konuşmaya, öğretmeye ve hatırlamaya devam etmek; Gazze'nin yıkıntılarından daha fazlası olduğunu ısrarla savunmak anlamına geliyor.

Ve bu ısrarla, kayıplara rağmen, aidiyete geri dönüş yolunu buluyoruz.

 

*Samah Zaher Zaqout, Gazze İslam Üniversitesi'nden mezun oldu. Sanat Fakültesi, İngiliz Edebiyatı bölümünden en iyi öğrenci olarak mezun oldu. Mezun olduktan sonra, Uygulamalı Bilimler Üniversitesi Koleji'nde (UCAS) İngilizce öğretmeni olarak çalıştı.

Samah şu anda yerel bir kurumda içerik yazarı, sosyal medya yöneticisi ve çevirmen olarak çalışmaktadır. Ayrıca “Preply Platform'da” çevrimiçi öğretmenlik yaparak ana dili İngilizce olmayanlara dil öğretmekte, “Community Service” ve “Continuing Education-IUG” gibi eğitim merkezlerinde İngilizce dersleri vermektedir.

Samah, “Hazırlık okulundan beri yazmayı seviyorum” diyor. “Sanat Fakültesi İngiliz Edebiyatı Bölümü'ne girdikten sonra yazmaya daha fazla ilgi duymaya başladım.”

Samah yazdıklarını yayınlamaya başladı. Kısa süre önce Kanada'nın Vancouver kentinde düzenlenen bir etkinlikte kişisel bir öyküsünü paylaştı.

HABERE YORUM KAT