1. HABERLER

  2. İSLAM DÜŞÜNCESİ

  3. Ulusal "kurtuluş" hareketlerinin dini küçümseme alışkanlığı
Ulusal "kurtuluş" hareketlerinin dini küçümseme alışkanlığı

Ulusal "kurtuluş" hareketlerinin dini küçümseme alışkanlığı

Asım Öz, ulusalcı hareketlerin siyasi kodları üzerine önemli değinilerde bulunuyor.

14 Kasım 2021 Pazar 14:03A+A-

Asım Öz / Star Açık Görüş

Arasatta kalan ulusal kurtuluş mücadeleleri

Dünya çapında dinî hareketlerin artan bir şekilde yeniden canlanmasıyla, seküler ulusal kurtuluş düşüncesinde meydana gelen dönüşümler kesinlikle daha fazla araştırmayı hak ediyor. Siyasi düşüncelerin çeşitlendiği vasatta ulusal kurtuluş varsayımlarının çelişkilerini kavrayanların daha yüksek bir hakikate ulaşıp ulaşamayacağı ise çok temel bir mesele olma vasfını korumaktadır. Seküler kurtuluş anlatılarının hayal ettiği nostaljik izahların "yangın geçidi" 1960'lardan sonra sosyalistler tarafından geniş ölçüde benimsendiğini düşünürsek, o yıllardan bu yana yaşananların bugünün siyasi ve fikrî "konjonktürüne" bir art düzlem oluşturduğu söylenebilir. Temel içgörüsünü kaybeden antiemperyalist ulusalcıların dramatik durumunun fark edilmesi de çok önemli.


Bir ulusun yabancı egemenliğinden kurtuluşu, olaylar, süreçler, hareketler ve rejimler gibi çeşitli açılardan incelenip tasvir edilebilir. Marksistler tarafından geliştirilen alternatif fakat özünde seküler okumadan postkolonyal çalışmalara uzanan değerlendirmeler mevcut zaten. Meselenin can alıcı noktası ise ulusun dışarıdaki zalimlerden kurtarıldıktan sonra nasıl tahayyül edileceğiydi. Zira ulusal kurtuluş hareketinin gerekliliklerini geleneksel kültürle bağdaştırmayı içeren uyarlama çabaları ciddi çelişkileri beraberinde getirdi. Bir tarafta ulusun başkalığını öne çıkaran söylem diğer tarafta ise Batıcı kurtuluş projesiyle yolu kesişen geleneksel kültürün dönüştürülmesi hedefi sonu gelmez tartışmalar üretti.

Ulusal kurtuluş hareketlerinin iki dünya savaşı arasında başlayan, ancak 1945'ten sonra muazzam boyutlara ulaşan dünya çapında bir fenomen olduğunu belirterek devam edelim. Özünde, bunlar kendi kaderini tayin etme siyasetiyle şekilleniyordu. Amaçları belirli bölgede yaşayanları baskıcı kabul edilen rejimlerden veya sömürgeci yönetimden kurtarmaktı. Ulusal kurtuluş savaşı anlatılarında her ulusun devrimini kendi gereklerine ve gereksinmelerine, iç durum ve konumuna, devrimini gerçekleştirdiği zamana göre yaptığı belirtilse de durum çoğu zaman böyle olmamıştır. Bu sebeple ulusal kurtuluş hareketinin siyasi kurucu kadrolarının kurtarmak istediği ulusla sorunlu ilişkisi göz ardı edilemeyecek ölçüde belirgindir. Siyasi hegemonya ve kültürel üretim açısından temel hareket tarzlarını epey muhataralı bir sosyal ontoloji üzerine kurarlar mesela. Fransız kültürüne hayran Frankofonların yahut İngilizlere hayran Anglofonların ironik bir biçimde sömürge ilişkisini yeniden üretmeleri kurtuluşun paradokslarından biridir.

Dini küçümseme alışkanlığı

Ulusal kurtuluşu sekülerleştiren, modernleştiren ve kalkınmaya dönük bir ilkeler bütünü gören kurtarıcı entelektüeller halkın benimsediği dini küçümseme alışkanlığı kazanmışlardır. Kurtarıcılığı mantra kabul eden seçkinler, 20. yüzyılda yeni bir siyaset, kültür, ekonomi ve insan yaratmak maksadıyla bir dizi politikayı hayata geçirdiler. Ne var ki bir müddet sonra ulusal kurtuluşla gelen yeniliklere karşı modernleşmiş muhalefet hareketleri ortaya çıktı. Ulusal kurtuluş mücadelelerine yön veren ve daha sonraları devrimlerin motivasyonunu oluşturan ögeler ve onlara muhalefeti birlikte değerlendirmek gerektirmektedir. Böylesi durumlar yaşandı mı diye şüpheye düşen okuyucular Cumhuriyet Türkiye'sinde vuku bulan olaylara bir göz atmalılar. Önemli açılardan, ulusal kurtuluş yanlıları Avrupa solunu taklit ederek izledikleri siyasetlerden dolayı dini merkeze alan eleştirmenlerce Batılılaşmacı suçlamasına maruz kalmaktan kurtulamadılar.

Çoğulcu ve demokratik çağdaş toplumlar için kabul edilebilir bir komüniteryen anlayış geliştirmek için çaba harcayan Amerika'nın önde gelen siyaset felsefecilerinden Michael Walzer, son çalışmasında ulusal kurtuluş mücadelesini farklı tecrübeler üzerinden karşılaştırarak değerlendirme fırsatı sunuyor. Walzer şimdiye kadar radikal siyasetin kökenleri, adil savaş doktrini, eşitlik ve hoşgörü gibi kavramları ayrıntılarıyla ele alıp paha biçilmez yorumlar sundu. Magnum opusu Adalet Küreleri kitabı henüz Türkçeye tercüme edilmese de okurlar onu 1998'de yayımlanan kültür temelli adalet sorunlarını hesaba katan Hoşgörü Üstüne ve klasikleşmiş Haklı Savaş Haksız Savaş (2010) kitaplarıyla tanıyor. Hoşgörü odaklı risalesi aynı dönemde çevrilen Benjamin R. Barber'ın Güçlü Demokrasi (1995), Philip Pettit'in Cumhuriyetçilik (1998) ve Will Kymlicka'nın Çokkültürlü Yurttaşlık (1998) incelemeleriyle benzer perspektifte birleştiği için aynı düzlemde ele alınıp değerlendirilebileceğine işaret etmek yerinde olabilir. O zamandan bu yana önemli olaylar yaşandı ama söz konusu eserlerin mevzuları güncelliğini bir türlü kaybetmedi. Aksine, her çalkantılı dönemde, daha da önem kazandı.

Kurtuluşun iki tipolojisi

Ulusal kurtuluş konusunu yıllar boyunca birçok arkadaşı ve meslektaşıyla tartıştığını belirten Michael Walzer ulusal kurtuluş paradoksu üzerine düşünüp yazmaya 1990'ların sonlarıyla 2001'de başlamış. Mesele üstüne az buçuk değeri olabilecek bir eser meydana getirmek için yıllarca çalışmak, bilinmeyen, işlenmemiş, üzerinde durulmamış daha pek çok şey öğrenmek gerektiğinin farkında. Bu alanda inceleme yapan bir kimsenin karşılaştığı en büyük güçlük, genellemelerin dayandırılması gereken verilerin yetersizliği, hatta çoğu kere yokluğudur. Walzer, Hindistan Ulusal Kongresi, Siyonist hareket, Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) ve Amerikan Devrimi üzerine yaptığı çalışmalardan hareketle Kurtuluş Paradoksu Seküler Devrimler ve Karşıdevrimler (2021) kitabında ülkelerin ulusal kurtuluş tarihlerinde tekrar eden ve "huzur bozucu" diye nitelediği bir örüntüyü tasvir ediyor. Müellif, başlangıçta bir başarı hikâyesi olarak sunulan ulusal kurtuluşun ne âlemde olduğunu soruyor çalışması boyunca. Dinî hareketlerin beklenmedik ölçüde seküler devlete meydan okuması, kendisinin "ulusal kurtuluş paradoksu" diye adlandırdığı hususun temel özelliği konumunda. Walzer'e göre Hindistan, İsrail ve Cezayir, seküler solun siyasi hegemonya ve kültürel yeniden üretim açısından yaşadığı zorlukları anlamak için faydalı örneklerdir. Her üç hareket de tarihin kendilerinden yana olduğuna inanıyorlardı. Zaten tarihte sadece tek yönlü bir gidiş olduğunu deklare eden kaçınılmaz sekülerleşmenin akademik teorisi de popüler bir sol nazariyeydi. Walzer özellikle sekülarizm beklentisinin radikal uçlarını ve gelenekle mesafeli kalmayı öne çıkaran tutumu eleştirmekte. Kitabını entelektüel kılavuzları arasında saydığı meslektaşı ve dostu Clifford Geertz'e ithaf etmesi ise filozofun yol bulma arayışının kaynaklarını gözler önüne sermesi bakımından hayli anlamlı. Toplumsal dönüşümlere dikkat kesilen Geertz'in 1960'larda yayımlanan İki Kültürde İslam kitabında sömürgeci elitlerin bürünemeyeceği tek kimliğin Müslümanlık olduğunu yazdığı hatırlanmalı.

Michael Walzer'in nazarında ulusal kurtuluş "emperyal yöneticilerinden epey bir şey öğrenmiş ve öğrendiklerini de onlardan kurtulmak için kullanmış erkek ve kadınların işidir; emperyal yönetime ve halklarının büyük çoğunluğunun yerleşik gelenek ve pratiklerine karşı aynı anda mücadele" etmeyi içerir. Kurtuluşçuların bu boyutuna odaklanan Walzer devlete dönüşen seküler siyasi hareketlere ve yaklaşık çeyrek yüzyıl sonra bunların kazanımlarına meydan okuyan dinî hareketlerin ortaya çıkışını farklı bir şekilde ele almak için gayret sarf eder. Yazdıklarının en doğru, en yeterli bilgi olduğu savını ileri sürmüyor elbet. Yirmi yılı aşkın bir zamana yayılan okuma, okutma, araştırma ve yayınlarının tutarlı çizgileri olan genel eğiliminin seçilebilecek yanlarını, onların gerek duygusal, gerek fikrî kökenlerini izlemeye çalışıyor.

Kültürel çoğulculuk temelli sorunlar karşısındaki tutumlar burada epey belirleyici konumda. Asıl meselesi, ulusal kurtuluşun kendisi ve şu an için onun iç ilişkileri diye adlandırdığı husus. Hindistan, İsrail ve Cezayir'in mevcut durumlarıyla, ulusal kurtuluş hareketlerinin liderleri ve aydınlarının hayallerinde canlandırdıkları devletler olmadığını dile getiriyor. Michael Walzer birçok muadilinin aksine üç devletin ahlaki/siyasi kültürlerinin kurucularının beklentileri ile hiçbir şekilde örtüşmediğini vurguluyor. Ona göre "bu üç hareket de sekülerdi, gerçekten de açıkça seküler bir projeye bağlıydılar, fakat kurdukları devletlerde, bugün köktenci diye adlandırabileceğimiz bir dinden beslenen çok güçlü bir siyaset var"dır.

Michael Walzer, geçen yüzyıldaki diğer vakalar ve zaman çizelgeleri için benzer bir hikâyenin anlatılabileceğini belirterek farklı yorumlara dikkat çekiyor. 20. yüzyılda seküler siyasetin birbirinden tamamıyla farklı iki tipolojisi öne çıkmıştı. Rusya'da Lenin ve Türkiye'de Mustafa Kemal Atatürk örnekleri üzerinden anlattığı ilki açık bir şekilde otoriterdir. Bunları takip eden Mısır'da Cemal Abdünnasır ve Suriye ve Irak'ta milliyetçilikle sosyalizmi birleştiren Baas partileri otoriter sekülarizmin daha sonraki örnekleridir ki bunlar pejoratif bir anlam taşır. Walzer ikinci tipoloji bağlamında demokratik ve sekülarizm yanlısı taahhütlerin bileşimini esas alan yapılara dikkat çekiyor. Cezayir'in bağımsızlığını kazanmasının hemen ardından FLN'nin kurduğu devletin tek bir siyasi partiye izin vermesi ve o partinin bile çok geçmeden ordu tarafından devralınmasından hareketle FLN'nin otoriter sekülarizm çerçevesinde mütalaa edilebileceğini ileri sürüyor. Fakat hareketin başlangıçta demokrasiye resmen bağlı olmasından hareketle FLN'yi daha tutarlı demokratik örneklerle bağdaştırmayı uygun bulduğunu belirtiyor. Şüphesiz dikkatli karşılaştırmalar ülkelerin diğerlerine benzerliklerini ve farklarını anlamamıza yardım eder. Zaten yazarın amacı, başından sonuna, bilimsel bir açıklamaya değil, anlamaya yöneliktir. Ne var ki ulusal kurtuluşun bir geleceğinin olup olmadığını sorgularken Siyonist hareket ve bu hareketin kurduğu devlet üzerinden yaptığı detaylı analizlerin temel argümanının çelişkiler içerdiği belirtilmelidir. Filistinlilerle başlangıçta yaşanan ve sonrasında devam eden mücadeleler ve Yahudi göçü yüzünden işgalci Siyonistlerin durumu kesinlikle Cezayir ve Hindistan'la karşılaştırılamaz. Çoğunlukla Arapların yaşadığı Filistin topraklarının Osmanlılar tarafından "sömürgeleştirildiği" iddiası ise yazarın "demokratik laik" vasfından dolayı çok önem atfettiği Siyonist harekete "müspet" bakışından bağımsız düşünülemez. İkiyüzlü emperyalizm ideolojisinin "uygarlaştırma misyonu"nu bazen yerel eylemciler için "işe yarar bir sopa" diye değerlendirmesi de sorunludur.

Kendini yeniden üretememek

Böylesi karaltılı pasajlar bir yana Michael Walzer'in yorumları ve soruları devletlerin kendi içlerindeki mücadelenin geleceğinin belirsizliğine dikkat çekmesi açısından fazlasıyla önemli. Yoğun eleştiriler eşliğinde şu soruları gündeme getiriyor mesela: "Neden seküler kurtuluşun liderleri ve militanları başarılarını pekiştiremediler ve birbirini takip eden nesiller boyunca kendilerini üremediler? Seküler bir Hindistan arzulayan Nehrucu vizyon neden tutmadı?" Soruların başkalarına olumlu faydası olmasa bile onları daha doğruyu aramaya götüren bir etki doğursa bu bir başarı sayılabilir. Seküler liberallerin ve demokratların yüzleşmesi gereken en göze batar nitelikteki sorulardan birkaçını sıraladıktan sonra şu genel soruya işaret ediyor: "Seküler demokratik solun kültürü yeniden üretme sürecinde yanlış giden şey ne oldu, bu süreçte hangi engellere takıldı?" Elbette bunları hegemonyanın sadece müzakere ile devam ettirilemeyeceğinin farkında olarak gündeme getiriyor. Aslında bu çetrefil sorular sadece onun yahut postkolonyal Hintli entelektüellerin değil Türkiye'deki ulusal kurtuluşçuların da cevabını aranması gereken sorular. Zira onlar da dinin ve cemaatlerin geleceği olduğuna inanmıyorlardı. Dinî kimliğin kesin tehlike, sekülerleşmenin ise kaçınılmaz olsa da gelecekte bir yerde durduğuna ilişkin görüşler ön plandaydı. Dine niçin tüm hayatı çevreleyecek kadar geniş kapsamlı bir yetki alanı tanınması gerektiğini bir türlü anlamıyorlardı. "Radikal yenilik iddiasının kaçınılmaz bir şekilde radikalleşmiş bir eskiliğe yol açacağının" farkına varmamışlardı. Dinî inanç ya da en azından onun "hurafe" biçimleri bilimin ilerlemesi ve eğitimle gelecek aydınlanma ile tarihe karışacaktı. Ne var ki hemen her yerde rastlanan pop kurtuluşçular keskin bir radikalizm içeren Kemalist sekülarizmin İslami şiarlara karşı çıkışının mutlaklığından kaynaklanan sorunlarla pek ilgilenmiyorlar. Seküler yadsımanın mutlakçılığını dikkate almayanlar ise dinî uyanışın gücünü kavrayamamaları bir yana darbecilere minnettarlıklarını arz eden bir körlüğü düşünce diye pazarlıyorlar.

Sekülarizmin müzakere edilmemesine değinen Michael Walzer, seküler kurtuluşun henüz yenilmediğini ama hiç beklenmedik yollardan kendisine yönelen meydan okumalarla baş etmekte sorunlar yaşadığını vurguluyor. Sert ve acımasız bir düşmanlık duygusunun Cezayir gibi İslamcıların öne çıktığı ülkelerde gerekli bir seküler cevap teşkil edebileceğini fakat bunun yaratıcı bir güç vasfı taşımadığını belirtmesi sebepsiz değildir. Kurtuluşçu taahhüt bahsinde ne fazla heyecanlı ne de bilinen klişelere yatkınlıktan uzak bir tutuma sahip olduğu kitabının tüm bölümlerinde kendisini gösterir. İleriye dönük umudunu belirginleştiren Walzer, gelenekleri yadsımayı bırakmanın, onu bütünüyle kabullenmeyi gerektirmediğini, onunla geniş çaplı entelektüel ve siyasi bir münasebet geliştirmeyi içerdiğini belirtir. Kurtuluşu yeniden tanımlama çerçevesinde sekülerleşmenin kaçınılmazlığı teorisine eleştirel bakarak en azından sekülerleşmenin radikal biçimime itiraz ediyor. Bu görüşlerin amacı, çağdaş siyasetin ulusalcı kurtuluşla dinî uyanış ikiliği sınırlarına hapsolduğu müddetçe günümüz toplumlarının sorunlarına çözüm sunabilecek teorik araçlardan yoksun kalacağına işaret edilmesidir. Yalnız Walzer, her ne kadar karmaşık durumları insanın dinî bir varlık olduğu ve dolayısıyla toplumsal değerlerin anlamlarını belirleyen dini aracılığıyla toplumsal kimliğini kazandığı gerçeğine dikkat çekse de, kendisinin dinin bütüncül anlam evrenini ihmal ettiğinin farkına varılmalıdır. Walzercı gelenek vurgusunun yetersizliği, onun geleneğe en çok vurgu yaptığı satırlar üzerinden gösterilebilir. Belki de tümüyle seküler bir zemine yaslanan kurtuluş fikri kavramın mesihçi şekillenme sürecini göz ardı ettiğinden sadece bir mittir. Hegemonyanın klasik anlamda egemene karşılık gelmediğini hatırlatan Walzer ABD odaklı tahlillerini şöyle sonlandırıyor: "Seküler devletin savunucuları ve 'Hristiyan cumhuriyet' fikrinin muhalifleri, dinî dünyanın hem içinde hem dışında oldukça faal ve başarılılar. Kurtuluş devam eden bir projedir."

Michael Walzer komüniteryen düşünürlerden biri olarak ulusal kurtuluşçuların ve emsalinin yüzünü buruşturacak yorumlar yapıyor. Çok şematik bir açıklamaya düşmeden şu noktaya dikkat çekmek gerekir: Walzer çalışmasında Türkiye'yi yalnızca iki yerde zikretmesine rağmen hem erken Cumhuriyet dönemini otoriter ulusal kurtuluş hareketleri tipolojisine yerleştirmesi bakımından, hem de sekülerleşme beklentilerinin istenilen ölçüde gerçekleşmemesi ve en nihayetinde dönüşüm süreçlerinin yorumlanmasına katkı sağlayacak ipuçları sunmaktadır. Walzer'in seküler Yahudi kimliğinin bariz bir şekilde fark edildiği bir söyleşisinde ise "Türkiye'deki Erdoğan örneğinden endişe duyduğunu" belirttiği dikkate alınmalı. Daha ayrıntılı incelendiği zaman Türk siyasi hayatındaki gelişmelerin de bir şekilde meseleyle bağlantısı kurulabilecektir. Dolayısıyla dizgeleri çözülen meselenin Hindistan, İsrail ve Cezayir'in ötesine uzandığı rahatlıkla ifade edilebilir. Kaldı ki Walzer sekülerliğin içsel zayıflıkları ve dinî dönüşümlere yol açan toplumsal ve entelektüel süreçlerin küresel olduğunu dile getirir.

Geleceği tüketmemek için Türkiye'nin karşılaştığı sorunları, Birinci Cihan Savaşı'ndan sonra gerçekleştirmeyi göze aldığı toplum ve uygarlık devriminin seküler boyutunun sekteye uğraması yüzünden yaşandığını ileri süren toplumbilimcileri eleştirel bir dikkatle yeniden hatırlamak şarttır. Çünkü onlar insanın, içerisine doğduğu toplumdan ve o toplumun dili, gelenekleri ve kültürel mirası ile şekillenen ruhundan bağımsız bir varlık olmadığı gerçeğini yadsımayı tercih ettiler. Başka bir deyişle Edward Said'in "oryantalizm" diye adlandırdığı bir kavrama şekline sahipler. Seküler kurtuluş anlatılarının hayal ettiği nostaljik izahların "yangın geçidi" 1960'lardan sonra sosyalistler tarafından geniş ölçüde benimsendiğini düşünürsek, o yıllardan bu yana yaşananların bugünün siyasi ve fikrî "konjonktürüne" bir art düzlem oluşturduğu söylenebilir. Temel içgörüsünü kaybeden antiemperyalist ulusalcıların dramatik durumunun fark edilmesi de çok önemli. Hâsılı dünya çapında dinî hareketlerin artan bir şekilde yeniden canlanmasıyla, seküler ulusal kurtuluş düşüncesinde meydana gelen dönüşümler kesinlikle daha fazla araştırmayı hak ediyor. Siyasi düşüncelerin çeşitlendiği vasatta ulusal kurtuluş varsayımlarının çelişkilerini kavrayanların daha yüksek bir hakikate ulaşıp ulaşamayacağı ise çok temel bir mesele olma vasfını korumaktadır.

HABERE YORUM KAT

2 Yorum