Oynanan bu ‘şeytanî entrika'yı mutlaka bozmamız gerekiyor!
Irak'ta, Kürdistan bölgesinde resmen olmasa da fiilen asıl beyin durumunda olan Mesud Barzanî'nin Cizre'ye gelişi ve geliş şekli de değil, o geliş şekline her türlü kanunî gerekleri yok sayarak izin veren TC iç yönetimindeki Vali, Emniyet Md. ve sair diğer makamların hatalarından kaynaklanan bir tablo, bir anda ülke gündemine oturdu.
Tartışma, Barzanî'nin, Şırnak'ın Cizre ilçesinde tanıdığı bir arkadaşının davetine icabetle ülkeye gelmesinden dolayı değil..
Hatta, yanında özel korumalarını da getirmesinden dolayı değil.. O 'özel korumaları'nın uzun namlulu silahlarla ve adeta bir güç gösterisi yapar gibi bir hava veriliyormuşçasına gelmesinden dolayı idi.
Komşuna güvenmiyorsan, gitmezsin; olur- biter.. Son derece basit..
Güveniyorsan, o zaman da adeta bazı hassas güç odaklarına karşı bir güç gösterisi havası vererek gitmenin manası ne? Diyelim ki, onun böyle bir güç gösterisine ihtiyacı vardı.. (Ama, Türkiye'nin de bilhassa o bölge başta olmak üzere terörsüz bir döneme geçmek çabaları içinde olduğu ve epeyce bir mesafe alındığı da ortada iken.. ) Ve dahası Türkiye, bu terör belâsından kurtulmak için, ağırlaştırılmış müebbet / ömür boyu hapis cezasına çarptırılan bir vatandaşıyla bile görüşmeler yapmak üzere, hapiste olan o kişiye, Meclis'ten bir heyeti bile göndermekten kaçınmadı..
Kaldı ki, Türkiye ile arasında yıllardır süren dostane bir ilişkinin olduğu, gizli bir şey değil.. Hatta o kadar ki, kendi bölgesindeki kamu personelinin maaşlarını ödemekte sıkıntı olduğu zaman, -elbette karşılığında petrol gösterilerek-, ama, acilen ihtiyaç duyulan o yüksek meblağı Türkiye'nin hemen ve toptan, bir çırpıda göndermesi gibi sıcak ve dostane bir yaklaşım içindeyken..
Sanki Barzanî, 'hükümet gücü' filan olmayan bir diyara sefere çıkıyormuş da, onu korumak için, uzun namlulu silahlar.. Halbuki uzun namlulu silahlar, gerektiğinde uzak yerlere ateş açmak içindir.. Yakın korumalarda bu silahlar kullanılamaz..
'Özel koruma elemanları'nın ellerinde o uzun namlulu silahlar ve de, kılık-kıyafetleriyle, ne olduklarını ayrıca sormaya gerek yok..
Bir defa, bu yöntem tartışılabilir.. Devlet başkanların da başka ülkelere giderken, yakın koruma ekibini yanında bulundurabilir; ama, bunların özel koruma oldukları bile anlaşılmaz.. Kurulu yay gibi tetikte bekler vaziyetteki bakışlarından az çok anlaşılabilir..
Barzanî'nin Türkiye'ye gelmek istemesi halinde, buna engel olunmayacağı açıktı herhalde.. Silahı olan resmî kişiler olursa, onların silahları da, 'emanet'e alınır; çünkü, o gibi kimseler, güvenliklerini, davet eden veya gidilmek istenen devlete bırakırlar; ona itimat edilmezse, gidilmez..
Meselenin normal teamül ve kuralları bu iken, az oksijenli bir atmosfer oluşturmaktan murat olunan nedir, anlaşılır gibi değil.. Bir özel tahrik planlanmış demek istemiyorum ama bu gibi davranışların öyle anlaşılabileceğini Barzanî Ailesi'nin hemen her bir yetişkin ferdinin, 60 yılı aşkın bir geçmişten gelerek, yeteri kadar tecrübeler kazanmış olduklarını düşünmek isterdim.. Barzanî kendi elleriyle ve bir takım resmî zevatın da hatalarıyla , sosyo-politik atmosfer daha bir, 'az oksijenli' hale geldi..
*
Bu satırların sahibi, Samsun köylerinden bir ailenin çocuğu olarak, çocukluk yıllarında bazı kimselere Kürt denildiğini duyardı.. Aynı şekilde, üç kıta üzerine asırlarca hükümferma olmuş bir cihan devletinden geriye böyle bir 'bakıyye'nin kalması da tabiî idi.. Her tarafa dağılmış olarak Çerkezler, Lazlar, Arnavutlar, Gürcüler, Abazalar, Araplar ve sair etnik kökenli kimseler de vardı; ve aralarında bir ayırım yapılmazdı..
Daha sonraki yıllarda, başta Diyarbekir olmak üzere, sağlık teşkilatındaki memuriyetim sebebiyle 7 yılı aşkın süre boyunca bütün Güneydoğu'nun her tarafını gördüm, tanıdım.. Zaman zaman yanıma gelen rahmetli anam bile, hiç Kürtçe bilmediği halde, onlarla aylar boyunca sohbet eder ve 'bu yörenin insanlarının bizim köylerdekilerden hiçbir farkının olmadığını' söylerdi.. Çünkü aynı inancın insanları olarak, ağız diliyle değil, gönül diliyle konuşurlardı..
*
Esasen Alpaslan Türkeş de vefatından 6 ay kadar öncelerde bir TV. kanalında yaptığı açıklamada, 'Bir İmparatorluktan geriye elbette bir çok etnik unsur kalacaktı. Biz bunların hepsinin kendilerine Türk demelerini istedik, 'Türk'üz demekle Kıyamet mi kopar?' kabilinden görüşler beyan etmişti de, bu satırların sahibi, o zamanlar, 'Elbette kıyamet kopmaz ve kopmadı da, ama, aynı durum öteki etnik unsurlar için de geçerlidir..' kabilinden bir makale yazmıştı.
*Ama resmî ideoloji, bir 'üniter (yani, tek bir kavimden oluşan bir nüfus kitlesine dayandığı iddiasına dayalı) devlet' yapı üzerine kurulmuştu.. Halbuki, Osmanlı sisteminin yenilgisi ve tarih sahnesinden silinmesinden sonra, Anadolu'daki Müslüman halklar, 'Anadolu ve Rûmeli Müdafaa'y-ı Hukuk Cemiyetleri'ni teşkil ederek, olmak veya olmamak ya da bir ölüm-kalım mücadelesine atılırken, 'İslami ahaliye yapılan mezalime son vermeyi temel hedef olarak' belirlediğini ilan etmişti; şu veya bu kavmin üstünlüğü ve diğerlerinin de ona tâbi olduğu gibi iddialar asla söz konusu olmamıştı..
Ama, etnik tartışmaların ve Meclis'e bir grup m.vekilinin kendi etnik grupları adına girdikleri ve sosyo-politik planda şiddetlendiği 1994-95'lerde, Erdal İnönü dönemin CHP'sinin lideri olarak, gazetecilere verdiği bir beyanatta, 'Bu ülke, üniter devlet anlayışı üzerine ve kanla kurulmuştur..' diyecek kadar meydan okurcasına konuşmalar yapıyordu..
Geçen hafta, Erdal İnönü'nün günümüzdeki haleflerinden 'Ö.Ö', halkın belli bir kesiminin kendilerine destek vermeyişlerini, celladına âşık kimseler yerine kullanılan Stockholm Sendromuna düşmekle suçlayınca, Başkan Erdoğan da, o 'ÖÖ. Efendi'ye partisinin geçmişini hatırlatarak, 'Aynaya bak, orada görürsün, kimlerin nasıl zulmettiğini..' şeklinde cevap vermişti haklı olarak.. Çünkü, söz konusu parti, kuruluşunun ilk 1-2 yılından hemen sonra Müslüman halkın inanç değerleriyle nasıl bir ırkçı ve de laik mücadeleye başvurduğunu ve bunun 100 yılımızın zehirlenmesine müncer olduğunu hatırlatmıştı..
Evet, aynen de öyle.. 1925'lerdeki Şeyh Said Hareketi de, 1937'de Dersim'deki Seyid Rıza Hareketi de, 'Devlete karşı gelmek değil', devlet adına denilerek Kemalist-laik çevrelerin uygulamalarına karşı bir itiraz hareketiydi.. O hareketlerin hangi dayanılmaz baskılara karşı bir sosyal patlama olduğu görülmeden, dün de anlaşılamaz, bugün de..
*
Şimdi, Barzanî'nin son hareketi ve ona karşı Devlet Bahçeli'nin bir tavır takınması ve bunun üzerine Barzani'nin adına yapılan açıklama, hiç de hoş olmayan bir polemik havasıyla sataşmalara yer vermesi, evet, havanın zehirlenmesine yönelik çabalara hız kazandıracak çaptadır.
Hatırlayalım..
1993-94'lerde Başbakan Demirel açıkça, 'Kürt gerçeğini tanıyoruz..' demek noktasına gelmişken ve bu konunun tam da Meclis'te görüşülmeye başlanacağı gün, El'Aziz yolunda '33 askerin katledilmesi', her şeyin sil baştan yapılmasına yol açmıştı.. Ve sonra anlaşılmıştı ki, o askerler, bir otobüsle ve -en olmayacak şekilde- silahsız olarak taşınıyorlardı..
Görülüyor ki, oynanması en olumlu havaların bile zehirlenmesi için birileri her daim pusudadır.
Biz halk ve devlet olarak bütün bu tahriklere, şeytanî entrikalara karşı kesinlikle her zamankinden daha bir uyanık olmak zorundayız..
STAR












YAZIYA YORUM KAT