1. YAZARLAR

  2. Fikret Yalçınkaya

  3. Sistem ve Gündemsiz Müslümanlar

Fikret Yalçınkaya

Yazarın Tüm Yazıları >

Sistem ve Gündemsiz Müslümanlar

Mart 1990A+A-

Herhangi bir İslami veya toplumsal hareketi, bireysel ve toplumsal dönüşümü başarılı tamamlamış veya tamamlayamamış bile olsa, adil ve kalıcı ölçütlerle değerlendirebilmenin üç temel şartı vardır:

1. Herhangi bir İslami veya toplumsal hareketin içinden gelen biri olmak; hareketle iç içe yaşamış, sorunlarıyla uğraşmış, açmaz ve çıkmazlarıyla mücadele vermiş olmak, teorisiyle birlikte hareketin pratiğini bilmek, sadece bir eleştirmen olmamak.

2. Değerlendirmeye aldığı hareketi, teori ve pratiğiyle iyi tanımak.

3. Hareketin içinde oluşup, gelişip-büyüme imkanına kavuştuğu ülkenin tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşullarını iyi tahlil etmek.

Türkiye'de yaşayan insanlarımız, özellikle mensubu olduğum kuşak, henüz çok genç. Kendilerine ve mücadelelerine has gündemle varlık savaşımı vermiş ve veriyor değiller. Fotokopi bir nesil. Nil beldesi bu toprakları, buradaki nehirlere rağmen. Nil hayat kaynağı ise Fırat ve Dicle ondan geri kalır değil. Burada yeri gelmişken söz konusu besleyememenin nedenine dikkat çekme gereği duyuyorum: Bu ayrım hem birey hem de toplum için geçerli bir tasniftir: Biyolojik yaş, toplumsal hareketlerde deneyim yaşı, İslami yaş ve İslami Hareket'te deneyim yaşı. Her şeyden önce duyarlı ve dikkatli bir insanın, söz-vahiyden beslenmemiş dönemi olsa bile, mutlak Kevn-i Vahiy'den-olgusal Vahiy'den direkt etkilenmiş bir hayatı ve bakış açısı vardır. İslam'la tanışmamış bireyin, grubun veya toplumun biyolojik yaşından yararlanabileceğimiz gibi toplumsal hareketlerdeki deneyim yaşından da faydalanabiliriz. Yaşanan hayat, bilgi birikimimizdir şöyle ya da böyle. Sadece yaşamak bile bilgiye ulaştırıcıdır. Ancak bilgisi bağlayıcı insan, söz vahiy-eylem vahiy ikileminin sağlıklı sentezleyicisi insandır. Bu insanın da bağlayıcı dönemi şüphesiz İslami yaşı değil İslami Hareket'teki deneyim yaşıdır.

Dünya sistemi ve yerel temsilcileriyle hesaplaşmayı başaramamış bir neslin, İslami bir hareketi eleştirme hak ve yeterliliğinin var olup olmadığını tartışma konusu bile yapmam. Ölü, yaşıyor değil. Cesedin yeri mezarlıktır, toplum değil. Hayat, hayy bireyler ve mensuplar beklemektedir. Hayata dirlik katan insandır. O halde, bu ülke insanı ne yaptı, önce buna dikkat çekmek lazım. Tam-eksik, doğru-yanlış, yöntemli-yöntemsiz, uygun zamanlı-uygun zamansız, her ne olursa olsun bir kavganın içinde bulunmuş insanlar veya harekete değilse bile belirli bir tercihe, oluşuma veya adrese, üzerinde yaşadığımız coğrafyada, neden olmuş-kaynak teşkil etmiş isimler şunlar olsa gerek:

1. Şeyh Said [Hareket mantığı temsilcisi, şehit].

2. Said-i Kürdi [Molla Said, Said-i Nursi] [Düşünce mantığı temsilcisi, sentezci ve özgün].

3. S. Hilmi Tunahan [Alt düzey hareket mantığı temsilcisi ve tasavvufi ekol].

4. Partisel süreç [Sistem içi çözüm, uzlaşmacı ve demokratik yöntemci].

5. N. F. Kısakürek-S. Karakoç-N. Pakdil [Düşünce mantığı temsilcileri ve bireysel başkaldırı merkezleri].

6. Mavera, Düşünce, Aylık Dergi, İktibas ve Girişim.

7. Ş. Y. Şenler (Müslüman Kadın) ve Cihan Aktaş (Aydın-Müslüman Kadın).

Türkiye'de İslami tercihler Şeyh Said kıyamında bile ittifak edebilmiş değillerdir. Temelinde canları ve malları olan bir kıyamı gerektiği gibi onurlu bir tavırla sahiplenmiş değillerdir. Hareketin kırıntı gerçeklikleri dışında, hiçbir niteliği aydınlatabilmiş değildir. Bu ülkedeki insanımız özellikle Cumhuriyet dönemi kişiliğiyle daha açık olarak ciddi olmadığını ortaya koymuş bulunuyor. Şeyh Said'in kim olduğunu, hangi amaçlarla ve nasıl bir dönemde, kimlere karşı ve hangi güçle mücadele/savaş verdiğini bilen çok az kişi vardır. Bu tavır, İslami Hareket'in geçmiş hukukuna saygısızlıktır.

Bu ülkede insanların örgütlü ve planlı bir şekilde İslam'dan uzaklaştırıldıklarını görerek karşı tavır alan ve etkileri günümüze kadar devam eden kişilikler vardır: Ş. Said, S. Nursi ve S. H. Tunahan. Ş. Said, hareket mantığı sahibi bir eylem adamı; S. Nursi, fikir mantığı sahibi bir düşünce adamı ve S. H. Tunahan'ın ise öne çıkan vasfı alt-grup hareket adamı oluşudur. Ş. Said, kıyamı tercih etmiş, S. Nursi ise yeniden veya yeni baştan tevhidi topluma sunmayı yöntem olarak tercih etmiştir. Özgün bir İslami gelecek açısından S. Nursi bence daha tutarlı bir yöntem izlemiştir. Ancak havariler de ihanet edebilirler. S. Nursi'nin vefatından sonra, cesedini şehit edenleri, azimet sahibi bu din yenileyicisinin ölümünden sonraki öldürülüşünü talebeleri unutuverdiler. İnsanlık tarihinde ikinci bir örneği yoktur bu ölümün daha doğrusu şehadetin. Topraktan bir mezarı bile çok gördüler. Buna rağmen sözde talebeleri onun yeniden üreterek NATO'cu bir kimlikle topluma sundular. S. Nursi ve G. Bush aynı kampın insanları mı? S. Nursi ve S. Perez ve A. Şaron aynı ortak paktın mensupları mı? İslam'ın hukukuna hayatını adayan bu mücahit lider bugün uzlaşmanın, sistem-içi çözümün fetvacısı konumundadır. Onu pazarlayanlar, bir gün elbette Müslümanlara ve üstadın çizgisini sürdüren gerçek Risale-i Nur talebelerine hesap vermekte zorluk çekeceklerdir, umarım.

S. Nursi'de öne çıkan husus, bireyi, sorumlu insan olduğunun ayrımına zorlamaktır. Kimliğini yitirdiğine, yeniden İslami kimliğini yakalamak zorunda olduğuna muhatap bireyi inandırmaya çalışmaktır. O, toplumdan ziyade, toplumu besleyecek ve aydınlatacak -toplumsal trafo görevini ifa edecek- bireyleri yakalama çabasındadır. O, geleceğin mimarlarını amaçladı. Tevhid, Ahiret, Nübüvvet, Adalet ve İmamet çizgisinde Tevhid aşamasındadır. Üstat, etten-kemikten putların İslam toplumundaki varlıklarına ilk dikkat çekenlerdendir.

Kısacası mensubu bulunduğu hareketin arka planını tanımayan bir hareket mensubu, bir diğer hareketi de adil değerlendiremez. Buna rağmen, bir yapıyı ilgilendiren beş temel esastan hareketle bazı ipuçları yakalama ihtimali vardır. Bu temel ilkeleri şöyle sıralayabiliriz:

1. Esbab-ı nüzul felsefe ve teorisi,

2. İslamlaşma(nın) (sürecin) yanlış tanımlanması,

3. Bilgilenme aşamasının, aşamalı yaşanmamış olması,

4. Sistem-karşıtı iç-gündem oluşturmanın zorluğu ve ciddi tehlikesi,

5. Dış-gündem ithalinin kolaycılığı ve sistem karşıtı sorunsuzluğu.

Siyaset İki Ara Bir Dere

Dış-gündem ithalinin kolaycılığı açısından bakıldığında, niteliği ve çerçevesi ne olursa olsun, siyasal mücadelenin reddi, 1980 sonrası gündeme gayet çekici geldi. Halbuki sistem karşıtı iç-gündem oluşturmanın İslami zorunluluğu açısından bakıldığında ise, durum değişebilmektedir. Şöyle ki: Siyasi mücadele, yaşamakta olan her insanın ilgi alanındadır. Hayat siyasetle denetlenmekte ve denetim hayata dönüşmektedir. Bu nedenle, siyasi mücadele, niteliği ve amacı netleştirilmelidir. Siyasi mücadele hayatın dayatmasıdır, hayatla iç içe ve paraleldir. Çünkü her peygamber mensubu bulunduğu çağın siyasi statükosuna karşı savaşmıştır. İlahi dinler köleleştirenlere karşı savaşmışlardır, köleleri de unutmadan ve ihmal etmeden. Peygamberler, kavmin sapmış ve azgın ileri gelenleriyle savaşmışlardır. Yaşadıkları çağın ve toplumun en temel kabullerine, siyasi istikbara, zulme ve insan-karşıtı, işkenceci yapılanmalarına karşı direnmişlerdir. Hz. İbrahim (a), Nemrut'a, Hz. Musa (a) Firavun'a, Hz. İsa (a) Roma İmparatorluğu'na ve Hz. Muhammed (s) ise Arap cahiliyesine karşı savaşmışlardır. Anılan karşı kutuplar, toplumların ve çağlarının, siyasi muktedirleridir.

Siyasi mücadele, Türkiye Müslümanları tarafından çok dar bir anlam ve muhteva için kullanılmaktadır. Siyasi mücadele denildiğinde, hemen hemen herkes, sistem-içi çözüm ve tercihler peşinde koşan, uzlaşmadan yana ve demokratik ve laik ahlakı yaşama geçiren bir yöntemin devlet istekli ve onaylı programının kabul ve tatbikini anlamaktadır. Halbuki siyasi mücadele böyle anlaşılmamalıdır. Ekonomik az gelişmişliğe, sömürüye, yabancı sermayeye, kültürel ve ideolojik işgale, siyasi istikbara, özgürlük karşıtı çabalara, insan haklarına, zulme, işkenceye ve öz ülkesinde yabancı muamelesi görmeye karşı direnmek siyasi mücadele kapsamındadır. Siyasi mücadeleyi şabloncu bir zihniyet ve yaklaşımla ele alarak Daru'n-Nedve'yle özdeşleştirmek siyasi basiretsizliktir. Daru'n-Nedve, sistemi ayakta tutan ve kalıcı kılan her tür eylem, kurum ve mantıktır. Daru'n-Nedve'yi ve mantığının doğru anlaşılmasının zorunlu koşulu Hılfu'l-Fudul'dur [Erdemliler Sitesi]. Sağlıklı ve sistemci olmayan bir siyaset üretebilmek için, toplumun erdemlilerine, zerre kadar iyilik işlemesini bilen, adalete saygılı, merhamet ve acımayı hastalık saymayan anlayış sahiplerine ulaşmak zorunludur. İslami olmayan bir toplumda, toplumsal katmanların tümünde, adalet taraftarlarının bulunabileceğini, insanların çirkinlik ve kötülük heykeli olmadıklarını; zulmün yaratılışındaki ilke ve yasalara [fıtrata] aykırılığını unutmamalıyız. Ayrıca Hılfu'l-Fudul'un, sistemde sistem karşıtı, barış içinde birlikte ve bir arada yaşayabilme genişliği olduğunu; sistemin ezdiğine insani amaçlarla kucak açmak olduğunu; en geniş içeriğiyle de yaşamı adil bir çizgiye çeken gelenek olarak düşünülebileceğini ifade etmek isterim. Siyasi partiler aslında siyasi gerçekliğin ve mücadelenin karşıt kurumlarıdır. Anayasada anlam ve tanımını bulan, demokrasinin vazgeçilmez temel kurumları olan siyasi partiler, siyasi mücadeleyi toplumsallaştırmak ve siyaseti halkın özgürlükleri uğrunda kullanılan etkin, insancıl ve güvenilir bir kurum haline getirmek amacı taşımamaktadırlar tam aksine sisteme rağmen, sistem karşıtı veya sistem-içi olmayan/olmak istemeyen alternatif ve karşıt hareketleri, sistem-içi çözümlere çekmek için var olan/var kılınan ve hukuksal güvenceye kavuşturulan kurumlardır. Sistem-içi çözümler sistemde yok olurken aksine gündemli ve istikrarlı istem-dışı yöntemler sistemi çözerler. Başka bir deyişle, kontrol altına alınmış siyaset ortamı devrimci hareketlerin en ciddi yok oluş tuzaklarıdır. Denetimli olmayan siyasi eğilim ve yapılar ise sistemin baş ağrısıdırlar.

Amaçlanan halkın özgürce siyasete katılımını sağlamak değildir tam aksine siyaseti, resmi ideolojinin sürekliliğini temin eden denetimli ve örgütlü siyasete siyaset katmaktır. Toplumsal ilgi ve kabul gören tüm eğilimler, resmi ideoloji düzleminde bir arada/sistem de tutulmak istenmektedir. Resmi ideoloji her şeye rağmen özünü, temel esaslarını veya yasal ilkelerini her tür tartışma, eleştiri, kavga ve karşıt önerinin dışında ve üstünde tutmaktadır. Bir deli, laikliği, insan haklarından daha önemli ve daha öncelikli [elzem] düşünebilmektedir. Sistemin verdiği dokunulmazlık hakkı bile şartlara bağlıdır ve sistem sabitlerine dokunulmadığı sürece geçerliliğini koruyabilen hukuki bir ayrıcalıktır. Sistem değişen ve gelişen dünyaya, düşünceye ve bilime rağmen değişmeyen ve değiştirilmesi teklif bile edilmeyen bir özün sahibidir. İşte bu öz, sistemin temelidir. Çağdaş dünya sisteminin ve yerel sistemin değişmeyen özü, laikliktir. Başka bir deyişle, toplumsal ve insani ilişkilerde hüküm ve yasama yetkisinin ilahi ve vahyi değil beşeriliğinin sağlanması ve teminidir. Nitekim son Cumhurbaşkanlığı yemin töreninde değişmeyen öz, "Tarafsız olacağım ama taraf tutacağım. Ancak hangi tarafını tutacağım." demek suretiyle ifade edilmiştir. Milletvekilliği yemin töreni de aynı amaca matuftur. Milletvekilliği yemin töreni sembolik bir düzen bağlılığı ifadesidir. Sembolik oluşu önemsiz olduğu anlamına gelmemelidir. Aksine önemini de buradan almaktadır. Parlamentoya giren her kişiye görevleri, hakları, amaçları değişmez ve tartışılmaz ilkeleri ve parlamentodaki varlık nedenleri hatırlatılmaktadır. Bu yemin bir tür sistem karşıtı düşüncelere mensup insanların mensubu bulundukları ideolojik tercihlerine yöneltilmiş acı bir inkar ve tahfif eylemidir. Kişiye ideolojik sabitini hafife almayı temindir. Karşıt her tür çabaya rağmen, sistem sabitlerinin korunduğunun ifadesidir. Acı ve çıplak kimi gerçeklere rağmen, Müslümanlar milletvekilliği yeminini içerik ve niteliğiyle eleştiri gündemlerine almalıdırlar. Bu siyasi bir tavırdır.

Yöntem Sorunu

Bir diğer çıkmazımız yöntem sorununda yatmaktadır. Nasıl bir yöntem? Bu soruya verilen cevaplar, Nebevi ve İlahi bir yöntem şeklindedir. Peygamber, hem bilgiden vahye hem de vahiyden bilgiye giden çift yönlü bir sistemle iç içe/birlikte yaşıyordu. Denetim altındaydı. Ya çağdaş Müslüman? Daha, kopyacı ve ezberci. Tabiatı sorgulayan o değil, dinde de bilgi aşamasını geçmiş değil. Hayata sırtını çevirmiş ve laiklik karşıtı bir çizgide yürüyen bir insan, dinde laik bir kişilik ve kimlik sergiliyor.

İslami Hareket veya oluşumun yöntemi, iki yönlü bir olay olarak ele alınmaktadır:

1. İslam, iman, takva ve ihsan aşamalı,

2. İhsan, takva, iman ve İslam aşamalı.

Halbuki her iki seçenek, birey için anlamlı ve gerçekçidir. Toplum bir tüzel kişiliktir. Toplumun "imanı" olmaz, toplum "iman" edemez. O halde, toplumsal bir gerçeklik için bireysel gerçeklik bağlayıcı ve model olamaz. Yöntem veya nasıl bir yöntem sorunu, bireyi değil, toplumu ilgilendirir. O halde, yöntem sorununa yaklaşımımız, pratik örneklemelere dayanmalıdır. Şöyle ki:

tablo1.jpg

Rasullullah (s)'ın uyguladığı yöntemde, Medine ashabını çağdaş modelde "halk"la özdeşleştirmek tam gerçekçi olmamakla birlikte aykırı da değildir. O halde, İslami Hareket yöntemi; Rehber, rehberi ve ana mesaj kaynağını anlaşılır kılacak ve topluma taşıyarak tanıtıp toplumsallaştıracak bir çekirdek kadro ve rehberin denetiminde, çekirdek kadronun omzunda ve halkın yoğun destek ve katılımıyla gün yüzü görecek bir siyasi çizgide akmak zorundadır. Asr-ı Saadette ve çağdaş dünyada pratik bulan yöntemleri, mensubu bulunduğumuz topluma taşıyabilir miyiz acaba? Fiili gerçekliğimiz, yöntem sorununu ancak konuşmak zorunluluğuyla bizi yüz yüze getirmektedir. Acı gerçek şudur: Bu toprakların özel koşulları vardır ve söz konusu özel koşulların toplumsal tahlillerinden uzak bir çözüm, çözümsüzlük ve belki de intiharımızı olacaktır. Bu çözümsüzlüğün nedeni, İslamlaşmanın bir süreç sorunu olduğunun anlaşılmamasıdır. İslamlaşma, kelime-i şehadetle başlayan, tüm yaşamı kuşatan ve ölüme kadar devam eden bir süreçtir. O halde birey, kelime-i şehadetle çok zor bir yolculuğa başlamaktadır. Bu yolculuğun başarılı noktalanmasının adı insanlaşmadır. Müslümanlaşma "olmuşluk" değil "olmakta oluş"tur. O halde, insanlaşmak sürecinin sonu Müslümanlaşmaktır.

İslami kimlik, kişilik ve terbiye salt kelime-i şehadetle gerçekleşemez, sadece süreç başlatılır. Çünkü nitelik, nicelik kaosundadır. Dil ile ifadenin, eylem ile ifadeye ve eylem ile ifadenin kalp ile ifadeye nazarın nitel bir eksiklik olduğuna inanmak gerekli ve gerçekçidir.

Türkiye'de pratik örneklemede ortaya çıkan yapıların hiçbiri kabul görmüş değildir. İnsanımız daha bilgilenme sorununu çözebilmiş değildir. Ulemadan yoksun, halk desteğinden yoksun ve aydından da yoksun bulunmaktadır. Halbuki aydın hareketin devrimci, ulema denge ve halkta destek gücüdür. Hareketin ve hayatın, aydın-ulemaya ihtiyacı olduğu gibi ulema-aydına da ihtiyacı vardır. Aydın, dinin sorunları çözebilen, niteliği ne olursa olsun, "güçlülük" boyutunu gündemine alıp güncelleştirirken; ulema ise, halis bir iman, derin bir teslimiyet ve berrak bir amelden yana gündemlerin üretici, sentezleyici ve toplumsallaştırıcısıdır. Aydın akıllı ve akılcı, ulema ise akıllı ve nassçıdır. Aydın toplumcu, ulema bireycidir. Aydın, akıl kuvvetinin temsilcisidir. Çağı sorgulayan aydın ve vicdanı sorgulayan ulemadır. Rehbersiz, sorumluluk sahibi çekirdek bir kadrodan yoksun ve şamar oğlanına dönüştürülen halkın desteğinden de mahrum bu ülke Müslümanı, çıkmazın kavşağında yol gösterici beklemektedir. Bu fiili gerçekliğe rağmen, İslam, bu ülkede, Müslümanlara rağmen bireysel ve toplumsal ilgi görüyor. Bu ilgiyi düzen, sisteme talip İslam'ın karşısında fakat düzen çıkarlarına uydurulmuş dinin destekçisi ve mimarı konumuna oturarak denetlemek istiyor.

Denetli Din veya İslamizasyon

İslamizasyon, yükselen İslami dalgayı, hareketi veya yapıyı geleneksel ve/veya gelenekçi karakterde eritmek, halkta oluşturulmaya çalışılan siyasi akideyi sistem-içi çözümlerle engellemek ve yok etmek ve siyasi akidesi olmuş-oturmuş İslami yapıyı, hareket, siyaset ve akletmek esnekliğinden mahrum bırakarak İslamcı çizgiyi belirginsizleştirmek; sisteme yönelik program, çaba ve gündemi hedefinden saptırarak yüzeysel, içeriksiz, basit ve suya-sabuna dokunmaz sorunlarda meşgul bırakarak tüketmek; uluslararası ve ulusal düzeyde meydana gelen değişimleri algılayamayacak denli dünya ve ülke sorunlarına duyarsız ve ilgisiz bir topluluk oluşturarak, evrensel küfrün ve istikbarın yerel ve evrensel saldırıları karşısında hareket stratejisi ve manevra kabiliyeti donuklaştırılan bir toplum ve denetli İslami yapı oluşturmak çabasıdır.

İslamizasyon kaygın bir zemindir. Ancak en kaygın zemin İslamizasyon sürecinde dış gündemle yaşamaktır. Kaygın zeminlerde bizi koruyacak temel unsur; siyasi bir akide, salih bir amel ve derin bir fikir mantığıdır. Başkasını oynamak durumunda kalırsak, o zaman, seyir çizgimiz; radikal çizgiden ılımlı/mutedil çizgiye oradan sistem-içi çözümlere ılık bakan bir çizgiye oradan da sistemci bir çizgiye doğru kayabilecektir.

Sistemde ve Sistem Dışında

Sistemde kalmak, hareketlerin yaşadığı ciddi bir çıkmazdır. Sistemin ürünü sorunları çözmek, sistemle aşamalı entegrasyonu getirmektedir. Sistemin dışında bulunmak, toplum ve sistem tahlillerinde laik bir çizgiye, tutarsız ve teorik varsayımlara zorlar yapıyı ve gerçekçi, geleceğe dönük ve insani niteliklerden uzak, fıkhın sevimsiz ve içeriksiz detaylarında boğulmaya itilmiş olur gündem. Örneğin, aklın hukukunu (içtihat) inkar, ezberci ve muhakemesiz bir çizginin asal sabiti konumuna gelip oturabilir. Pratik örneklemeler daha gerçekçi ve bağlayıcıdır, bu konuda:

1. S. Nursi, kısmi inzivayı ve ideolojik eğitimi esas almış kimi zaman. Bazen siyasi mücadele ve çatışmanın içinde yer almıştır. Bazen sürgün ve içine kapanıktır. Bazen mahkeme salonlarında bir mücahit, bazen hapishane köşesinde bir mütefekkir ve müceddittir. Bazen bir militan bazen de bir kadercidir.

Kimi konuşma ve mektuplaşmalarında ılımlı mutedil ve itaatkar bir çizgide bulunmakta sisteme karşı ve kimi yazılarında en mütekebbir ve mağrur, en alçak ve zelil, en ciddi tağut ve fahşa karşısında yıkılmaz bir engel, aşılmaz bir dağ ve yol vermez bir geçittir. Bu tavır toplumsal kabul görmüştür. Eleştiri alan ve almayan yönleriyle, Üstat, hayatın ve sistemin içinde fakat sisteme rağmen bulunmuştur.

2. MSP örnek olayı, kısmi sistem karşıtı bir gündem ile siyasallaşma sürecini başlatmış ve maalesef çok kısa bir süre içinde sistemle entegrasyona girmiştir. MSP örnek olayının, sistemle entegrasyonunun göze batmamasının nedeni, öğrenci ve gençlik örgütlenmeleri olmuştur. Daha sonra İran İslam Devrimi'ne belirli bir ilgi gösterilmişse de bu ilgi zaman içinde yara almış ve MSP'li eğilimin ilgi alanı dışına çıkmıştır. Kısacası bugün MSP eğilimi uzlaşmacı, sistem-içi, grupçu ve dünyadaki ve ülkedeki gelişim ve değişim olaylarının gerisinde kalmış bulunuyor. Türkiye'yi resmi tarihinin ulus tanımını yeniden tanımlama zorunluluğuyla baş başa bırakan gelişmelere karşı MSP'li eğilimin hiçbir ilgisi oluşmuş değildir. O. Asıltürk'e sorulmuş "Güneydoğu'daki Feodal yapıya karşı mısınız?" sorusuna şu cevap verilmiştir: "Bu ülkede yaşayan 60 milyon insan kardeştir." Ülke gerçeklerine resmi ideologlardan daha yabancı bir mantık ve eğilim, sistemci bir eğilimdir. MSP'li kadro, gündemini ve amaçlarını yeniden gözden geçirmelidir.

3. İran İslam Cumhuriyeti modelinde, ulusal ve uluslararası ilişkiler açısından haberdar, halka zulmetmeyen, onların çıkarını savunan, onları sömürmeyen ve sömürtmeyen ve onlara demokratik ve laik siyasetin dışında siyasi bir İslami akide kazandıran; Rehber, çekirdek kadro ve halk birlikteliğine dayanan bir yapı ile devlet (Devrim) aşamasına ulaşılmıştır. Ne tam sistemci (legal) bir yapı ne de tam sistem-dışı ve karşıtı bir yapı (illegal) aksine gündemi halka açık ancak hayati boyutları denetlenemeyen bir yapı oluşmuştur.

4. İhvan, sistem-içi bir çözümün peşinde koşmuştur (H. el-Benna dönemi). S. Kutub söz konusu yapıyı bir dengeye oturtmuş, M. Şükri ise tümüyle illegaliteye ve sorumsuzluğa sokarak (et-Tekfir) yapıyı septik kılarak yok etmiştir.

5. Afganistan, her oluşumu veya yapıyı bağlayıcı söz söyleyebilecek bir rehberin sıkıntısını çekmektedir. Bu rehber ortaya nasıl çıkacaktır? Lider mi hareketini, hareket mi liderini ortaya çıkaracak? Bence her ikisi karşılıklı etkileşim içindedir. Grup düzeyinde var olan İslami gerçeklik hem tehlike hem de tehlikeye maruzdur.

Son olarak sistem-dışı kalmak mantığının girdiği çıkmazı birkaç örnek olay üzerinde açıklamak isterim:

Örnek Olay-1

"Hizbu't-Tahrir'in kabullendiği bazı konular Mısırlı Müslümanların akımdan uzak durmasına neden olmuştur. Mesela, sigaranın haramlılığı konusunda fikir birliğinde olan tüm İslami akımlara karşı mubahlığını savunması, akımın İslam'a bağlılığı konusunda Mısır Müslümanlarında şüpheler uyandırmıştır."

Örnek Olay-2

"Gelenekçi karakter İslami hareketteki gençlerin birçoğunun resmi görevleri ve bilhassa bayanlarla ithalata yol açan işleri bırakmasına yol açmış; kendi düşüncelerine göre İslami öğretilerle çatışmayan, şüpheli şeylerden uzak konuları araştırmaya sevketmiştir.

İşte bu yöneliş, cami kapılarında ve caddelerde beyaz cübbelerle dolaşarak fikri kitaplar, koku, bal, misvak vs. satan gençlerin sayısındaki büyük artışın nedenini açıklamaktadır.

Bu gençlerin ticaretini yaptıkları mallar hadisi şeriflerde belirtilenlerle sınırlıdır. Bu, toplumdan uzak yaşamaları, vicdani ayrılık durumunda olduklarını göstermektedir. Bu ayrılık anlayışı sahiplerini, Rasulullah'ın kullanmadığı veya işaret etmediği nasslarda belirtilmeyen maddelerin ticaretinin yapılmaması gerektiğini savunmaya kadar götürmüştür."

Her iki örnek olay bize şunu anlatmış olmalıdır. Sisteme rağmen bir gündem oluşturamayan İslami eğilim ve tercih sahipleri, netice itibariyle, inançlarını sorgulamak suretiyle gündemsizliklerine bir çare bulmak konumunda kalıyorlar. Artık eleştiri alan, sorgulanan ve hesaba çekilen sistem ve sistemci yapılar olmamakta tam aksine dinin alan ve gündemi olmaktadır. Türkiye'de de bu olumsuzluk yaşanmıştır ve yeniden yaşanma ihtimali de çok yüksektir.

İthal Gündem ve Türkiye

Bu ülke ve topraklara, özgün İslami düşünsel dirilişe rağmen, fikir ve siyasi akide, çevirilerle girdi. Çeviri ihtiyacı, toplumsal asalaklığın somut ifadesidir. Fikrin türevlenmiş şeklidir çeviri. İthal gündem, ülkenin şartlarıyla ve ülke Müslümanlarının fiili gerçeklikleriyle çakışmadığı gibi aksine çatıştı. Bunun nedeni düşünsel hırsızlıktır. 1980-1990 Türkiye gündemi, sözlü bir gündemdir. Daha çok dedikoduya dayalıdır. Ne telif ne de çeviri esere dayanmamış, yazıya ve esre yansımamış bir gündemdir. Bu gündemin kaynağı illegal mantıktır ve adresi belirsizdir. Çeviri ithal gündem, dünyayı, gelişmeleri, fikri, siyaseti ve sorumluluğu geriden takiptir. Bu ülke Müslümanı, Mısır Müslümanının malı ve canıyla bedelini ödediği yerel işbirlikçi sistem karşıtı bir gündemi belki de ekonomik çıkarları uğruna ithal ederek pazarlamıştır. Bu hal onur zedeleyicidir. Ciddi hiçbir bedel ödemedi, ne ticareti zarar gördü ne de duygu dünyası bir depremi yaşadı, bu ülke Müslümanı.

Seyyid Kutub, bu topraklara eser ve fikirleriyle 1963'lerde ayak bastı. Seyyid Kutub'u taksit taksit, parça parça aktarabildik fakat okuyup anlayamadık. Mücadelenin, fiili çatışma ve muhalefet ortamının onlara kazandırdıklarını; onların onurlarının, namuslarının ve kanlarının bedelini; biz rahat ortamlarımızda kültürel faaliyet olarak okuduk ve okuttuk. Seyyid Kutub'tan hemen sonra Hasan el-Benna Risaleler'iyle bu ülke insanıyla tanışıyordu. Onu da her şeyi hazmedebilen kafa midelerimiz hazmetmeye çalıştı. Halbuki hayat, fiili yerel sistem ve fiili uluslararası sistem bu insanları hazmedememişti. Hasan el-Benna'nın yerel işbirlikçi sisteme karşı ılımlı bir İslami siyasi eğilimi temsil ve tercih etmesinde sistem ve toplum tahlilinde yanılmış olmasının da payı büyüktür. Ancak Seyyid Kutub, ülkenin somut gerçeklerini ve dünya sisteminin ilkelerini daha ciddi bir tahlile tabi tutarak, mensubu bulunduğu toplumu da çok iyi gözlemleyerek, daha gerçekçi bir tolum ve sistem analizi yaparak, halk-rejim çatışması ayrımına ulaşıyordu. En azından halkı nötr kabul ediyordu. Ancak tağuta karşı zora talip ve sorumluluk sahibi çekirdek mümin bir organik kadronun tezahürünü de istiyordu. Ancak bize aktarılan, özellikle 1980'de, Seyyid Kutub hangi Seyyid Kutub'tur? İslami yaşına rağmen İslami Hareket'te deneyim yaşı olmayan Seyyid Kutub mu? Yoksa mücadeleci ve sistem karşıtı bir gündemi oluşturarak insanlara sunan, dolayısıyla bu gündemin sorunları ve çıkmazlarıyla uğraşan Seyyid Kutub mu?

H. el-Benna ve S. Kutub sadece İhvan hareketinin iki müteselsil lideri değiller aynı zamanda İhvan hareketinde iki arklı anlayış ve seviyeyi temsil ve ifade ederler. Fikir mantıkları, toplum ve sistem tahlilleri, çatışan bu iki lider insanın hareket mantıkları, sistem karşıtı hareket ve gayedeki birliktelikleri, aksine çakışıyordu. Yürekleri ortak bir eylem için atıyordu. Amaç, tağuta yönelmiş ortak tehdit olabilmekti. Kalpleri sistem karşıtı eylemde barışmamış iki insanın dilleri barışamazdı. Çatışan fikirlere rağmen ortak eylemdir var kılan insanı. Ancak üzerinde yaşamakta olduğumuz topraklara nasıl taşındılar ve anlaşılabildiler mi? Gereği gibi ve hayatlarına uygun taşıyabildik mi bu eylemde birlik ilkesinin temsilcilerini? İki şehit ve farklı görüş ve tahliller: H. el-Benna ve S. Kutub.

1963 Mısır gündemini eksiksiz 1980-1988 Türkiye'sinde tartıştık. Bu nasıl anlamlı bulunabildi? Son derece ilginç doğrusu.

Mısır'ın özel şartlarının –insani, siyasi, ekonomik ve toplumsal- ürünü özel bir gündemi, temelinde Müslüman kanı bulunan bu İslam karşıtı kendine has ülkede yeniden tartıştık. 1980-1990 arası konuşarak tükettiğimiz bu gündemden sonra artık tüketilecek ithal bir gündem de kalmış değildir. Türkiye'deki Müslüman 1990'lı yıllarda iki alternatifle çok çıplak yüz yüze gelecektir: Ya bir çıkmazı, kaosu ve tavır anarşisini yaşayarak ciddi zararlar görecek ya da hareketini, siyasetini ve gündemini yeniden üreterek varlığını ve kimliğini sürekli kılacak özel şartlarını oluşturacaktır.

İthal gündem fikirde istikrarsızlığı da netice vermiştir. Bu ülke insanı, Mevdudi'nin "Dört Terimi"yle ciddi bir düşünsel ve siyasal seviye kazandı. Farklılığının, çok boyutlu, delillerine kavuştu. Ancak ne yazık ki, bu güzel seviye ve gelişme yine İhvan'ın toplum ve sistem tahlilinde yetersiz kalan kanadının ihanetiyle karşılaştı: Hudeybi'nin "İslam Dünyasında İnanç Sorunları" kitabı. Daha sonra İran İslam Devrimi'nin de tesiriyle yayınlanma gereği duyulan ve Hudeybi'ye eşlik eden Nedvi'nin o seviyesiz eseri: "İslam'ın Siyasi Yorumu." Kısacası 1963 Mısır gündemini tartışmak kesinlikle 1980-1988 Türkiye gündemini tartışmak demektir. Bu acı gerçeği aşağıda verilmiş tablolarda görmek mümkündür. Bu tablolar Mısır İslami akımlarının ve gündemlerinin açık ve seçik özetidir.

ÖRNEK TABLO - I

tablo2.jpg

Kaynak: Mısır'da İslami Akımlar, Fecr Yay., Ankara, 1988, s. 207.

Mısır'daki İslami Akımlar, et-Tekfir akımı hariç, Filistin Sorunu konusunda sağlıklı teorik tercihlerini yapmışlardır. Şeriatın uygulanması konusunda, başka bir deyişle, İslami liderlik altında, halkı katılımı veya kıyamıyla gerçekleşmeyen, bugün İslamizasyon süreci olarak nitelendirilen, sistem kontrollü ve denetimli İslamlaşma sürecine, doğru tespit ve tahlilleriyle Seyyid Kutub öncelikle ulaşıyordu. O, iman edenlerin yönetimindeki siyasal sürecin ancak İslam'ı uygulayabileceğini kabul ediyordu. Haliyle İslam düşmanlarının denetiminde, Müslüman topluluğun kobay olarak kullanılarak, sistemin çıkarları ve güvenlik geleceği uğruna İslam'ın tüketilmesine yani İslamizasyona hayır diyordu.

ÖRNEK TABLO - II

tablo3.jpg

Kaynak: Mısır'da İslami Akımlar, Fecr Yay., Ankara, 1988, s. 181.

ÖRNEK TABLO - III

tablo4.jpg

Kaynak: Mısır'da İslami Akımlar, Fecr Yay., Ankara, 1988, s. 180.

Cihad akımının iki değişik lider yönetiminde değişen tavrı ve siyaseti, akımın gittikçe olumsuz bir toplumsallaşma ve siyasallaşma süreci yaşadığını göstermektedir. Aklın hukukuna bile (içtihat) karşı çıkış kesin bir çöküştür.

ÖRNEK TABLO - IV

tablo5.jpg

Kaynak: Mısır'da İslami Akımlar, Fecr Yay., Ankara, 1988, s. 119.

Özel şartların ve Seyyid Kutub çizgisinin en uç noktası olarak tezahür eden et-Tekfir akımı, kimi ilkelerinde genel İslami çizgiye ters düşüyor ve daha çok İslami Fıkıh ekolünün verimsiz ve bıktırıcı konularına takılıp kalarak güvenirliğine gölge düşürüyor.

ÖRNEK TABLO - V

tablo6.jpg

Kaynak: Mısır'da İslami Akımlar, Fecr Yay., Ankara, 1988, s. 119.

Et-Tekfir kesin ve tartışmasız bir çıkmazdı. Hiçbir din veya ideolojik tercih; geleneğini, tarihi arka planını reddederek, siyasi ve akidevi mücadelesinden vazgeçerek toplumsallaşamaz. Mensubu ve mübelliği bulunduğu dinin, siyasi-akidevi ve toplumsal kurumları olan mescitleri savaşmadan terk ve salt fıkhi bir tahlille Dırar mescitleri olarak ilan ve amel etmek, siyasal basiretsizlik ve düşünsel çıkmazdır. Nitekim et-Tekfir temel sabitleri olan uzlet, hicret ve cihada karşı çıkmak suretiyle sonlarını hazırlamışlardır. Böylece bir kez daha, sistemle değil toplumla hesaplaşmanın ve illegal yöntemin öldürücü niteliği somut gerçekliğe ulaşmaktaydı.

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR