1. YAZARLAR

  2. Rıza Kurtuluş

  3. Azerbaycan Gerçeği ve İslami Potansiyel

Azerbaycan Gerçeği ve İslami Potansiyel

Mart 1990A+A-

Kaba teknolojisi, kötü ekonomisi, halktan kopuk yönetimi ile geleceğe yönelik güvenini yitirmeye başlayan dünyanın ikinci emperyalist gücü Sovyetler Birliği'nin, konumunu ve gücünü koruyacak yeni çözüm yolları üretmesi gerekmekteydi. İşte bu dönemde Başkan Gorbaçov'un gündeme getirdiği Perestroika ve Glasnost tartışmaları arasından alternatif çözümler oluşturulmaya başlandı. Büyük hesaplar sonucu büyük değişimlere kapı aralandı. Sovyetler Birliği bütçesine yok olan Doğu Avrupa ülkelerinin zincirleri çözülürken, aynı zamanda Doğu Avrupa pazarına göz dikmiş ve büyümeyi hedefleyen Batı Avrupa ülkelerinin önüne önemli fırsatlar çıkıyordu. Yeni bir Avrupa oluşabilirdi. Öyle bir Avrupa ki, ekonomik büyüme fırsatını ele geçirirken ABD ile çekişecek ve büyüdükçe ABD baskısından kurtulacak ve belki bir üçüncü güç olma imkanını elde edebilecekti. Yayılım gücünü yitiren bir Rusya ABD'yi rahatlatacaktı ama oluşması muhtemel yeni bir Avrupa gücü ile değişecek uluslararası ilişki denklemi Rusya'ya daha fazla soluk aldırabilecekti.

Bu gelişmelerden içerdeki cumhuriyetlerin de etkilenmesi kaçınılmazdı. Ama Rusya'nın ekonomik kan dolaşımını pompalayan Güney Asya Rusyası'ndaki cumhuriyetlerinin siyasi kaderi Moskova'nın elinde tutulmalıydı. Özellikle Müslüman cumhuriyetlerin bağımsızlık potansiyellerini besleyen dinamikler tasfiye edilmeli, hiç değilse erozyona uğratılmalıydı. Müslüman kökenli halkların bilinçlenmesi, İran ve Afganistan'daki İslami hareketlerden etkilenmemesi için şimdiden tedbirler oluşturulmalıydı. Bu tedbirler sadece Rusya için değil, Rusya dahil bütün Batılılar için elzemdi. Dünya siyasi güçler dengesi değişse bile Batılı değerlere bağlı olmayan güçler, özellikle İslami alternatif, bu denklemde yer almamalıydı.

Azerbaycan olayları ve Rus ordusunun Azerbaycan'ı işgali dünya siyasi dengelerinin Malta'da pazarlık masasında tartışıldı ve yeni siyasi denklemlerin oluşumu beklentisine girildiği böylesi bir ortamda gerçekleşti. Rus tanklarının paletleri Azerbaycan caddelerinde derin izler bırakırken Moskova'nın kalbi en az Macaristan'da, Çekoslovakya'da, Afganistan'da gerçekleştirdiği katliamlardaki kadar katı idi. Bu katılığı ABD'nin ve Avrupa devletlerinin umursamazlığı ve örtülü desteği daha da pekiştirdi.

Emperyalizmin gereği olan politikalar kadar en az Batı sömürgeciliğinin bilinçaltını besleyen haçlı emelleri de Müslümanları ezmeyi ve İslami değerlerden uzaklaştırıp Batılı normlara bağlamayı amaç edinmişlerdir. Azerbaycan'ın yakın tarihinde bu politikaların etki gücünü görebilmekteyiz. Bu etki ilk ve somut olarak kendini Çarlık Rusyası'nın yayılan stratejisine bağlı olarak hissettirdi. Çarlık Rusyası, Azerbaycan'ı kendi nüfuz bölgesi kapsamına almayı hedeflemişti. Çok geçmeden 1828'de yapılan Türkmençay Antlaşması'yla Azerilerin ülkesi yapay olarak ikiye ayrıldı ve Kuzey Azerbaycan İran'dan koptu. Ortaya çıkan Kuzey ve Güney Azerbaycan bundan böyle hayatlarını farklı yönde; ilki Rusya, ikincisi İran'la birlikte devam ettirmeye başladılar.

Çarlık Rusyası'nın Kafkasya üzerinde kesin hegemonyasını sağlayan bu durum ilk defa Azeri dilini konuşan Müslüman bir grubun Avrupai bir güç altına girmesine neden oldu.

XIX. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde Kuzey Azerbaycan'ın bu gidişatında ortaya çıkan değişiklikler, yaşamını büyük ölçüde etkisi altına aldı. Yüzyılın ilk yarısında görülen çalkantılı ve isyan dolu günler yerini nispeten, Batılı bir devletin gölgesinde gelişen hayat tarzı ile bir sükunet çağına bırakmıştı. Bu değişimin en büyük faktörlerinden biri sayılan eğitim alanındaki gelişmeler, Batı standartlarına uyarlanmış okulların varlığıyla kendini daha da gösterdi. Bunun sonucunda büyük nispetle Batının normlarıyla hayatı ölçmeye başlayan bir Azeri aydın tipi ortaya çıktı. Azeri aydını artık, Batılı kapitalist ve ticari hayatının toplumu sardığı bir ortamın ayrılmaz parçası oldu. Bu gelişmeler, Azerbaycan'ı XIX. yüzyılda Batı medeniyeti içine çekmiş ve bu medeniyetin kimliğine yabancı da olsa getirilen bütün nimetlerinden faydalanması yoluna itmişti. Bu nimetlere dalmanın Rus sömürgeciliğinin bir özelliği olduğunu kavrayan Azeri aydını geç de olsa uyanmış ancak kurtuluşun gene sömürgeciliğin sunduğu bir başka reçete de olduğunu zannetmişti.

Bu dönemde açılan Rus okullarından okuyarak yetişen birçok Azeri aydını, Avrupai bir öğrenim görmenin vermiş olduğu bir edayla kendi milletinin kimliğine yeni bir şekil vermek arzusu taşıyordu. Bunun için, geleneksel İslam okullarından mezun olanların toplum üzerindeki etkisini ortadan kaldırmak amacıyla, onlara büyük bir saldırı başlatmanın gereğini doydu. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren geleneksel okul mezunları idareden uzaklaştırılmaya başlandı. Artık onların halkı yönetemeyecekleri, Rus idaresinden kurtulmada başarılı olamayacakları iddia edilir oldu.

Batılı aydının her yerde olduğu gibi Azerbaycan'da da din alimi ve kurumlarıyla büyük anlaşmazlıklara düştüğü ve bu anlaşmazlıklar sonunda halkından çoğu kez ayrıldığı gözlendi. Ayrıca halk üzerinde büyük etkiye sahip olan din alimleri, aydınlar kesimine hışımla saldırdılar. Aydınlar eleştirilerini, onların din tahsil etmek için gittikleri Kerbela gibi yerlerden eksik ve yanlış bilgilerle geri döndüler ve sakal bırakıp ulema diye halka sunuldukları şeklinde yaptılar. Din alimleri ise onları gavurlukla suçlamakla kalmamış, XIX. yüzyılın önemli aydın tipi olan Mirzade Fetali Ahundzade gibilerinin cenaze namazlarını kılmayarak bu eleştirilerini daha ileriye götürmüşlerdi.

Azeri aydını ile geleneksel din alimi arasındaki bu uçurum, aydınların dini bir birlik sağlayamadıkları endişesiyle "ümmet" anlayışından "millet" anlayışına geçmiş olmalarının büyük bir faktörü olmuştur. Onlara göre "ümmet" çağımızda geçerli olmayan bir birliktir. İnsanlar millet anlayışı ile bütün ihtilafları ortadan kaldıracağını ve Batılı manada ilerlemeye yöneleceği düşüncesi taşımaktaydılar.

Azeri aydının "ümmet" anlayışından uzaklaşmasına, bütün Kafkasya'daki özellikle Şii-Sünni ayrımının ve bu ayrımın meydana getirdiği çatışmaların sebep olduğu görüşü ileri sürülmüştür. Buna Azeri aydınının Rus sömürgesini hissettiklerinden itibaren Rusların Şiileri Sünniliğin temsilcisi Osmanlı Devleti'ne karşı nasıl kullandığını görmüş olmalarını da eklemek gerekir.

Azeri aydını Şii mezhebinin çoğunlukta olduğu ülkesinde bu mezhebi ihtilaflarının yanında, skolastik görüş ve düşünceyi terk etmenin vermiş olduğu bir tavırla, Şii geleneklerine karşı çıkmaya başlamışlardı. Kerbela olaylarının dramatize edildiği "Şebih" adı verilen dini bir temsile bu nedenle karşı çıktılar. "Şebih" dini bir propaganda aracı olarak halkı oldukça etkiliyor ve halkın yabancı güçlere karşı durmasını zinde tutuyordu. Çarlık Rusyası'nın Azerbaycan'da başlattığı Ruslaştırma politikasına karşı dini şebihler, mersiyeler, kasideler bir geçilmez set teşkil etmişlerdi. Bunun etkisiyle halk, Ruslarla yapılan çatışmada ister isyan ister bağımsızlık mücadelesi şeklinde olsun Kerbela mücadelesinden ilham almıştı. Gerçi Azeri aydını bunların bu yolda kullanılmasını zaman zaman tasvip etmişlerdir. Ancak bulundukları Avrupa ölçüleri onların böyle bir şeyi kabule yanaşmalarına engel olmuştur.

Sovyet Hegemonyası

XIX. yüzyılın ikinci yarısındaki bu Azeri aydını, milli reformcu nitelikte bir hareketin baş mimarı oldu. Bakü petrolleriyle zenginleşen ticari sınıfın büyük desteğiyle Azeri aydını, kendi öz vatanlarının sosyal ve politik gelişimine büyük ilgi duydu. Bu ilgilerinde Rusya'daki Müslüman Tatarların aksine bütün Müslümanların arasında değil de, sadece aynı etnik gruptan Müslümanların birlik oluşturması yönünde bir düşünceye sahip oldular.

Bu gayelerle, bu dönemde Azerbaycan Azeri milliyetçiliğinin sözcülüğünü yapan Himmet ve Musavat partilerinin çalışmalarına sahne oldu. İkisi de Müslüman toplumun liderliğini üstlenmeye kalkıştı. 1928 yılının 28 Mayısında "Azerbaycan Cumhuriyeti"ni kuran milli konseyin bağımsızlık çabaları uzun sürmedi. Bakü'de bulunan ve bu cumhuriyetin büyük desteği olan "İslam Ordusu"nun da, Mondros Mütarekesi ile ülkeden ayrılmak zorunda kalışı Azeri aydınının bu girişimini boşa çıkardı. Kızılordu, Bakü'yü işgal etti ve Azerbaycan Transkafkasya cumhuriyetlerinden biri oldu. 1936'da ise Azerbaycan Sovyetler Birliği'nin on altı federe devletinden biri olarak kabul edildi.

Sovyetlerin hakimiyetine geçtiğinde rejim 1924'e kadar Azerbaycan'da İslam'a ve müesseselerine karşı, diğer Müslüman cumhuriyetlerine karşın daha liberal idi. Ancak o tarihten sonra durum tamamen değişip İslam'a özellikle Şii mezhebinden halkın geleneklerine karşı çok sert bir propaganda başlatıldı. II. Dünya Savaşı öncesine gelindiğinde Azerbaycan'da dini birçok kurum ortadan kalkmış, din alimlerinin kökü kesilmişti. Planlı bir şekilde yürütülen kampanya sonunda 2000 kadar cami ve 700 kadar dini medrese kapatıldı. Böylelikle İslam'ın beslenme kökleri büyük ölçüde ortadan kaldırıldı.

II. Dünya Savaşı her şeyi değiştirdi. Sovyetler savaştaki kötü gidişatı önlemek için dini duygulardan yararlanmaya çalıştı ve genel olarak bütün din ve din adamlarına karşı ılıman bir tutum takınıldı. Müslümanların çoğunlukta olduğu bölgelerde halkın vicdanlarına sıkıştırılıp, bastırılan İslam'dan devletin istediği kadarıyla faydalanmasına yardım edecek resmi din müesseseleri oluşturuldu. Bunun için daha önce Çarlık Rusyası'nda II. Katerina'nın yaptığı dini reformlara başvurdular. Bu reformlardan yararlanarak resmi din ideolojinin temelini oluştururlar. Buna göre Rusya Müslümanları kurulan dört dini kurul tarafından denetlenecek ve bu kurulların izin verdiği ölçüde dine ağırlık verilecekti. Nitekim bunlardan biri olan ve merkezi Bakü'de bulunan Transkafkasya Müslümanlar Kurulu da Azerbaycan'daki resmi din temsilciliğini yüklendi. Şiiler için Şeyhülislam, Sünniler için de müftülük tayin edilmesi şeklindeki Çarlık döneminin resmi din reformları burada da aynen uygulandı. Kurul başkanlığına Şeyhülislam, yardımcılığına da müftü atandı. Başkanlığa Şeyhülislamın getirilmesi Müslümanların çoğunun mezhebinin Şiilik olmasındandı.

Azeri Müslümanların bundan sonra resmi kaderini bu kurul tayin etmeye çalıştı. 1970'lerde bu kurulun kontrolünde 14'ü Şii, 2'si Sünni olmak üzere 16 cami vardı. Yine bu kurulun denetim ve gözetiminde 50 ile 70 arasında olduğu tahmin edilen din adamı resmi dinin temsilciliğini üstlenmişti. Kontroldeki camilerin hepsinin şehirlerde olması ilginçtir. Bu da resmi dinin köylere uzanan denetiminin zayıf olduğunu göstermektedir. Resmi din adamları, biri 1945'te açılıp yedi yıl sürekli bir eğitim veren Buhara'da Mir-Arap Medresesi, diğeri ise 1971'de açılan yüksek araştırmalar yapma özelliği taşıyan Taşkent'teki İmam-İsmail el-Buhari Medresesi'nde yetiştirilmekteydi.

Resmi İslam'ın güdümlü örgütlenmesi halkın dini inançlarının özgürleşmesini sağlamadı. Ancak dini kurulların bu denetimi, halkın ona karşı güvenini sarstığı gibi Sovyetlerin resmi din ideolojisine karşı resmi olmayan İslami alternatifin doğmasını da engelleyemedi. Bölgede Sünni ve Şii Müslümanların ortak faaliyetleriyle güçlenen yeni İslami dalga, Müslümanlığı halkın sadece gelenek ve vicdanlarında yaşayan bir din olmaktan kurtardı. 1970'lerin Sovyet kaynaklarına göre 1000 kadar ibadet yeri 300 kadar kutsal ziyaret yeri illegal olarak Sünni ve Şii Müslümanların ortak ihtiyaçları için kullanılmaya başlandı. Bu dayanışma, Sovyet rejiminin İslamiyet üstündeki baskısına karşı, Şii ve Sünni Müslümanların ortak olarak aynı camiyi kullanmaları şeklinde oluşmaya başladı.

Son yıllarda tüm Sovyet gözlemleri dindarlık seviyesinin güney bölgelerle Bakü civarında yani tamamen Şia kesimlerinde, kuzeydeki Sünni bölgelerdekine oranla daha yüksek oranlara sıçradığı şeklindeydi.

1980 sonrası, büyük ihtimalle Afganistan ve İran olaylarının etkisi ve bu olayların Kafkasya ve Orta Asya ülkelerindeki İslami uyanışın güçlenmesindeki katkıları, Sovyetleri karşı tedbirlere itti.

Sovyet nüfusunun %1'inden daha az kesimini oluşturmasına rağmen Şii Müslümanlara karşı duyulan ilgi Sovyet yetkililerinin gündemini oluşturdu. 1970'den sonra genelde İslam'a karşı takınılan bu ilgi, 1980'den sonra Şiiliğe doğru bir seyir takip etmiştir. İran İslam Devrimi'nin anti-emperyalist ve İslami bir köktenciliğe sahip olmasıyla Sovyetleri, kendi ülkesinde bulunan özellikle Azeri Müslümanlara muhtemel bir etkisi karşısında erkenden tedbir almaya yöneltmiş, resmi din temsilciliklerini daha yetkili kılmıştır. Şah'ın düşüşünden beri İran'ın anti-emperyalist özelliğinden dolayı ABD ile ilişkilerini bozması, Sovyetlerin kendini de aynı özellikte sanmasından dolayı bir müddet iyimserlikle karşılandı. Ancak İran'ın Tahran ve Tebriz'den gerek Kafkasya gerekse Orta Asya Müslümanları tarafından hararetle takip edilen radyo yayınları ve el altından ulaştırılan dini neşriyat Sovyetlerin bu iyimser ilgisini geri çekmeye yöneltti. İran'ın devrim ihraç etme isteği en önce Azerileri etkileyeceğinden dolayı bu konuda önemli tedbirler alındı. İran'ın ABD'ye karşı anti- emperyalist tavrı desteklenmeliydi ama Rusya Müslümanlarına ulaşan etki kırılmalıydı.

Sovyetler tedbirlerini alırken daha bilimsel bir hava oluşturarak Oryantalizm çalışmalarına daha da ağırlık verdiler. Din aleyhtarı çalışmalar için bilimsel akademiler açarken herhangi bir tehlike karşısında Müslümanların dinini kontrol etmek için de bilimsel din araştırmalarına yöneldiler.

İslam'ı daha yakından tanımak, onun etkisini dikkatlice gözlemek acısından bir tavır takınıldı. Sovyetlerde genel İslam şarkiyat çalışmaları arasında Şiilik üzerinde -çok az da olsa- en son bilimsel çalışmaların yapıldığı enstitü Tacikistan SSB'dedir. Ancak 1980'den sonra İran ve Afganistan olayları akabinde enstitüye "Sosyo-Ekonomik Gelişmeler ve Politik-Dini Problemler" adında yeni bir bölüm eklendi. Bu bölüm özellikle İslam'ın politik ve sosyal yönü ve rolü üzerindeki gelişmeler konusunda yoğunlaştı.

Bu araştırmalar Sovyetlerin büyük bir Müslüman nüfusu barındırmasından dolayı çok önem taşıyordu. Özellikle İran olaylarının İslami etkisi nedeniyle Şiilik konusundaki araştırmalar üzerinde ciddiyetle duruldu. Bu araştırmalarla Sovyetlerin İslam'a karşı tavrı daha genişledi. Değerlendirmelerde İslam'ın, politik ve ekonomik değişmenin amili olabileceği ön plana çıkınca var olan tartışmalara daha da hız verildi. Bu konuda Sovyet rejimi ve Müslüman halklar arasındaki denge 1979'dan beri birkaç kere bozuldu. Bu denge resmi İslam'ı da etkiledi.

Resmi İslam'ın temsilcilerinin 1987'de Sovyet rejimine kayıtsız şartsız bağlılık göstermeleri -özellikle Şiiliğin takiyye anlayışı da gözetilecek olursa- Sovyet yönetimine olan güvenin gerçek bir ifadesi olabilir mi sorusunu akla getiriyor. Aynı yıl Bakü Şeyhülislamı, Sovyet devriminin 70. yılı dolayısıyla yapmış olduğu yorumda, ihtiyatı elinde bulundurarak refah, mutluluk ve saadetin Müslümanların yurtlarına ulaştığını söylerken acaba tavırlarında sadakatte bulunur gibi görünme ihtimali de olmaz mı? Resmi İslam'ın da zaman zaman kontrolden çıktığı anlar olabilir. Ancak bu kontrolden çıkışa, Sovyet yetkilileri, acaba "Glasnost" politikası nedeniyle göz yumarlar mı? Bu soruya olumlu cevap vermek çok zor. Sovyetlerin Müslümanlara karşı tavrını "Glasnost" politikaları belirlemediğine göre nüfusun %70'i Şii olan ve etnik bağdan dolayı İran Azerilerinden etkilenmesi büyük ihtimal dahilinde olan Azerbaycan'ın, İran'ın etkisiyle de gelişecek muhtemel bir İslami politik tansiyona katkısı olup olmayacağı sorusu gündeme gelmektedir. Görünüşte bu cumhuriyetin ekonomik durumunun son yıllarda hemen hemen Sovyet standartlarına ulaşmış olması, devrimi etkileyebilecek bir ekonomik problem olmadığını göstermektedir. O zaman bölgede İran İslam devrimi'nin birkaç görünümü genç nesil aydınlar arasında yankı yapması ihtimalini akla getirebilir. Birincisi İran'ın anti-emperyalist görünümüdür. Bu yön, bölgede Rusya'nın emperyalizme olan paralelliği açısından bir bağlantı kurdurabilir. Böylelikle halkta Rusya'ya karşı bir başkaldırı hareketi doğma ihtimali meydandadır. İkinci görünüm, İmam Humeyni'nin daha genç politik liderlere güç kazandıracağını gösteren popülerlik yönüdür. Üçüncüsü ise, İslam'ın politik, ahlaki ve kültürel değerlerinin gün geçtikçe daha çok yükselmesidir. Bütün bu faktörler etki bakımından dramatik bir akisin açıklamasına yardımcı olabilir. Şeyhülislam Paşazade 1979'da Bükü'de bir grup yabancı gazeteci önünde "İran'daki olaylar İslam'ın Sovyetlerde yeni bir akım başlatacak manasına gelemeyeceğini" söylerken, bu resmi değerlendirmenin ne kadar gerçekçi olduğu düşünülebilir. Lakin aydını dahi XIX. yüzyıl Azeri aydınından din konusunda daha cahil olduğu bu ülkede, dini bir aktivitenin gündeme getirilmesi çok kısa zamanda beklenilmemelidir.

Ancak, halkın önde gelen din alimlerine sahip olmaması, Azerbaycan'da İslami bir aktiviteye sebep olacak bir potansiyel yoktur anlamına gelmemektedir. Büyük dini törenler, özellikle İmam Hüseyin'in Kerbela savaşındaki ölümünü yad eden Muharrem ayının 10. günündeki Aşure, aşırı ölçüde popüler kalmaktadır. Törenlere imanlı veya imansız çok kişi katılmaktadır. Bazen İmam Hüseyin'in ölümünü canlandıran XIX. yüzyıldaki gibi oyunlar sahneye koyulmaktadır. Ancak bu oyunların ne derece politize edildiği meçhulümüzdür. Oyunların ilhamı ile düşmana karşı olan kin ve nefret duyguları beslenebilmekte midir? Neyin dini, neyin milli sembol olduğu konusunda kesin bir ayırım Sünnilere nazaran Şiilerde daha karışıktır. "Sünnetsiz bir erkek, Müslüman sayılmaz", "Müslüman olmayan Azeri de olmaz." Bu karışıklık bölgede etnik olarak varlığını sürdüren Ermenilerin düşmanlığıyla daha da ileri düzeydedir.

Azeri Müslümanlarının, kimliklerinin kazanılması, bağımsızlık, İslam gayri insani değerlere karşı koyma konusunda İslam'a duydukları ihtiyaca nispetle, İslami bilgilenme ve tevhidi şiarları kavrama düzeyleri fazla gelişmemiştir. İslam'a olan ilgi henüz duygu bazından bilinç düzeyine ulaşamamış ve milli olanla İslami olan eğilimler birbirine eklemlenmiştir. Dolayısıyla Azerileri 1990 arefesinde ayağa kaldıran en önemli etkin, Karabağ'ın Ermenilere verilmesi ihtimali karşısında gösterilen milli reaksiyon olmuştur. Fakat tüm milli unsurlara rağmen, Ermenilere karşı başlatılan gösterilerde Moskova'nın ağırlığını, Batının desteğini de arkasına alarak Ermenilerden yana koyması, Azerilerin anti-emperyalist duygularını kamçılamış ve olay giderek bölgede ve dünyada Hilal-Haç çatışması şeklinde algılanmaya başlanmıştır.

Azerbaycan'da 1970'lerden sonra Şii ve Sünni nüfus arasında görülen İslami uyanış dünya Müslümanlarının bu mustazaf kardeşleriyle en azından fikri irtibat yolları oluşturmaları -ki Azerbaycan'da şu anda en fazla aranan ve itibar edilen şey Kur'an-ı Kerim'dir- ve Azeri Müslümanlarının da Kur'ani doğrularla tanışmaları sürecinde milli ve İslami duygulardaki dengenin İslam'dan yana değişmesi beklenmelidir. Bu sayede bugünün laik Azeri aydını mustazaf Azeri halkı, kaynaklarından bağı kesilmiş Azeri uleması Moskova'ya kulluktan, kullara kulluktan kurtulmasının, adil ve dengeli bir düzene ulaşmasının ve anti-emperyalist mücadelenin kalıcı başarı şansının Tevhid'e sarılmaktan geçtiğini görebileceklerdir.

SSCB'nin böylesi bir gelişmenin önüne geçebilmek niyetiyle gösterdiği Azerilerin milli duygularını kamçılama ve milliyetçi eğilimleri canlı tutma çabalarını verimli kılacak en önemli faktör, hiç şüphesiz Azerbaycan'da geniş, dinamik ve gelişmiş bir Ermeni kolonisinin varlığını devam ettirebilmeleridir. Son senelerde Karabağ kartını ileri geri oynatmalarındaki saik de bu politikalarda aranmalıdır. Bu faktörün Sovyet yönetimi tarafından sürekli sıcak tutulması, Azerilerin milliyetçi duygularının beslenmesine kaynaklık etmiş ve İslam'a duyulan ilgi perdelenmek istenilmiştir. Rus devriminin öncesinde yine bölgede uluslararası sömürgeci devletlerinin destek ve tahrikiyle başlatılmış Azeri-Ermeni çatışması devrim sonrası Sovyet yönetiminin bölgede devamlı tutulmasına büyük kolaylıklar sağlarken, Sovyetler her iki etnik gruptan kendi düşmanlığını saklamayı becermiştir. Azeri Komünist Partisi bile Ermeniler karşısında çok koyu milliyetçi kesilmişti. İlk Ermeni-Azeri çatışmasının çıktığı 1905 Bakü olaylarıyla bugün çıkan (Ocak 1990) olayları arasında büyük benzerliklerin olduğu görülmektedir. O günkü ilk çatışmalar yine bir Müslümanın Ermeniler tarafından öldürülmesiyle çıktığı gibi, bugün de aynı olayların temelinde benzer bir olay yatmaktadır.

Kızılordu müdahalesinde Azerbaycan'daki iplerin laik-milliyetçi Halk Cephesi liderlerinde gözükmesi, müdahaleyi Azeri-Ermeni çatışmasına müdahale etmek açısından gerçekçi kılmıştır. Müdahale Batının da baskısıyla Ermenileri korumak için yapıldığı halde, Sovyet yetkililerinin İslami köktencilikten bahsetmeleri, müdahaleyi bir başka yönden haklı çıkarmak içindi. Gerektiğinde "Glasnost"un bile işe yaramayacağını gösteren bir müdahalenin Sovyetler için oluşturduğu en önemli faydalardan biri de Azeri milliyetçiliğinin çok canlı tutulmasını sağlamasıdır. Dini şuurun önüne geçen bu duygular, zaten bilgi yönünden çok az şeyin bulunduğu halkta bir anda parlayıverdi. Temelde Batı tipi demokratik laik bir cumhuriyet istediklerini vurgulayan Halk Cephesi liderleri, ülkelerinde İslami fundamentalizmin olmadığını söylerken yadırganmadılar. Din resmi ideolojiyle temsil ediliyordu ve resmi din anlayışı dışındaki İslami uyanış saklanmaya çalışılıyordu. Nitekim Azerbaycan KGB başkanı yabancı ajanların İslam'ı anti-sosyal hareketler için tahrik ettiğini söylemesi bunu göstermektedir.

Şeyhülislam Şükrullah Paşazade, 1984'te kendisiyle yapılan bir röportajda, kurulun denetiminden uzakta bazı camilerin varlığından bahsetmesi ve buralarda bulunan "ehil olmayan"(!) imamların bulunmasına işaret etmesi saklanan potansiyelin kaynaklarıdır. Bu kaynakları her gün Tahran'dan yapılan radyo yayınları, sınırdan ülkeye sokulan kitap, risale gibi vasıtalar beslemektedir.

Paşazade, işin bir din kavgası olmadığını ortaya koyarken, dinci unsurların varlığını inkar etmiyor, ancak bunların toplumu etkileyecek güçte olmadıklarını belirtiyordu.

Azerbaycan'daki İslam'ın gücü bu gerçek işgale karşı çıkacak seviyede halkın üzerinde etkili değildi. Bu durum onu illegal yapıya itti. Azerbaycan'da faaliyet gösteren düzinelerce kutsal ziyaret yerleri birçok bakımdan aktif bir dini propaganda merkezi oldu. Fakat bu merkezler, çoğu kez de boş hurafelerin kaynağını oluşturmaktadırlar. Gerçi Sovyet uzmanları böyle yerlerin zahiri görünümünü izlemektedirler, ama işgalci kuvvete karşı türbe ziyaretini yönlendirerek bir silah haline dönüştürecek resmi olmayan dini önderlerin yokluğu da bilinmektedir.

Bize yansıyan tarafıyla Azerbaycan son Ermeni-Azeri çatışmasıyla bir kere daha milli kimliğini nasıl muhafaza edebileceği problemine itilmiştir. İslam, milli unsurun içinde ve geleneksel yapıda, Bakü'de milyonlarca insanın katıldığı bir cenaze namazında görüldüğü gibi bir aktivite kazandı. Resmi din bu milli unsurda, daha hakim vaziyet almak istemektedir. Paşazade'nin sözleriyle "İslam Cumhuriyeti hayali Kızılordu'nun müdahalesi için bir bahane" olarak gözükmektedir. Ermeni unsuru dün olduğu gibi bugün de, İslami unsurun milli duyguları kontrolü altına almasına engel olmak için kullanılmış gibidir. İslami uyanışı ise, halktaki potansiyelin saptırılmasıyla zayıflatılmak istenmektedir. Bu saptırmalar, Batıcı Halk Cephesi liderliğince yapılmaktadır. Şii veya Sünni ortaklaşa hareket eden halk, İran olaylarından aldığı ilhamla oluşturdukları, potansiyeli güçlendirip değerlendirecek imamlarından yoksundur. Bu imamların yokluğu aynı zamanda onları İslami bilgilenmede geri bırakmıştır. Bu, dinin vicdanlardan öteye gitmeyen ve namaz, oruç gibi ibadetlere taalluk eden emirler dizisi içerisine mahkum edilmesine neden olmaktadır. Resmi din de halktan bunu istemektedir.

Fikri ve siyasi önderlikten yoksun olmalarına ve tüm cahilliklerine rağmen Azeri Müslüman halk, özgürlüğün ve adaletin hangi değerlere sahip olunarak elde edilebileceğini öğrenmeye başlamıştır. Nahcivan bölgesinde çatışmaların yoğunlaştığı sıralarda, Nahcivan radyo-televizyonundan Kur'an-ı Kerim tilaveti sıkça duyulur olmuş ve Nahcıvan televizyonunun kadın spikerleri ekrana başörtü takarak çıkmaya başlamışlardı. Bu görünüm İran ve Türkiye sınır bölgelerinden izlenebilmiştir. Azerbaycan'da Sovyet askeri birliklerinin gerçekleştirdiği katliamdan sonraki günlerde Bakü radyosunun yayınını "ezan" ile başlatması Azeri halkının hangi değerlere sahip çıkacağının işaretini vermektedir.

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR