1. YAZARLAR

  2. Vahdettin Işık

  3. Cahili Mekke Sisteminin Tepkisi ve İslami Direniş -3

Cahili Mekke Sisteminin Tepkisi ve İslami Direniş -3

Ekim 1997A+A-

Başlangıçta İslami çağrıya karşı kayıtsız bir tavır sergileyen Mekkeli müşrikler, bu tavırları sonucunda başarı kazanamadıklarını gördüler. Hz. Muhammed (a), kendisini ve beraberindekileri aşağılayan müstekbirlerin bu tavırlarına karşılık, müşriklerin ilah tanıdıkları bütün o taş ve tahta yığınlarının kudretsizliklerini ve zavallılıklarını izah ediyordu. Karşılarındaki adamı her ne kadar küçümselerde o Hubal gibi, Lat gibi, Uzza gibi bütün putların bir hiç olduğunu söylüyor ve insanları da etkiliyordu. O halde onu yalnız alayla karşılamak yeterli değildi. Çünkü, eğer Muhammed Mekke halkını başına toplar ve putlara tapınma adetini kaldırırsa Mekke'nin ticareti altüst olur ve Mekke, putperestlik merkezi olma özelliğini yitirebilirdi. .

Bu ve benzer mülahazalar üzerine, Kureyş eşrafından bir heyet seçilerek, Ebu Süfyan'ın başkanlığında Ebu Talib'in yanına gönderildi. Çünkü, Ebu Talib her ne kadar müslüman olmamışsa da yeğeni olan Muhammed (a)'i himaye etmeye devam etmekteydi. Ona hitaben şöyle dediler: "Ey Ebu Talib! Kardeşinin oğlu ilahlarımıza sövdü, dinimizi ayıpladı, bizi beyinsizlikle itham etti ve atalarımızı yoldan sapmış kimseler olarak gösterdi. Ya onu vazgecir, yahut aramızdan çık, biz de onun hakkından gelelim." Ebu Talib onları dinledikten sonra o an için teskin ederek göndermişti.

Bu esnada Hz. Peygamberin çağrısı hızla karşılık buluyor ve taraftar kazanıyordu. Bunun üzerine, Kureyş tekrar Ebu Talib'le görüşerek baskıyı yoğunlaştırmaya karar verdi: "Ey Ebu Talib! Yaşlı, şerefli ve aramızda mevki sahibisin. Şu kardeşinin oğlunu vazgeçirmeni diledik, fakat vazgeçirmedin. Atalarımızın ve ilahlarımızın aşağılanmalarına sabredemeyiz. Ya onu vazgeçirirsin yahut sana da ona da karşı koyarız ve iki taraftan biri ortadan kalkıncaya kadar dövüşürüz. Seninle düşman olmak istemiyoruz ama başka yolumuzun olmadığını da bil. Düşün, taşın ve kararını sonra bize bildir" diyerek Ebu Talib'i tehdit ettiler.

Kureyş'in husumeti karşısında zor durumda kaldığı halde Ebu Talib, kardeşinin oğlunu bırakmak da, teslim etmek de istemiyordu. Muhammed (a)'i çağırttı ve O'na şöyle dedi: "Ey kardeşimin oğlu! Kavmimiz bana gelip bunları söyledi. Savaşa girmeden önce bana mühlet tanıdılar. Bana ve kendine acı, benim de senin de kaldıramayacağın yükü bana yükleme. Kavminle bizim aramızı açan şeylerden vazgeçerek onları bize düşman olmaktan alıkoy". Hz. Peygamberin cevabı ise kısa ama bir o kadar da kararlılık taşıyan şu cümleden ibaret oldu: "Ey amca! Yemin ederim ki, bu işi bırakmak karşılığında güneşi sağ elime, ayı sol elime koysalar da yine bu işi bırakmam ve bu yoldan dönmem. Ya Allah (c) onun kadrini yüceltir, yahut ben bu uğurda can veririm"1.

İhtiyar adam bu sözler karşısında duraklamıştı. Bu kutsal kuvvet, hayat aleminde ne varsa hepsinden üstün olan bu yüce irade karşısında sarsılmıştı. Muhammed (a) gitmek üzere kalktı. Amcasının haline bakarak gözleri dolmuştu. Amcasının bütün bu olanlar karşısındaki şaşkınlığı uzun sürmedi ve Muhammed'e hitaben: "Kardeşimin oğlu", dedi. "Git, bildiğin gibi hareket et. Seni teslim etmem asla!"

Ebu Talib, Haşim ve Muttalib oğullarını çağırtarak durumu anlattı ve yeğeninin verdiği cevabı bildirdi. Onlardan, Kureyş'e karşı Muhammedi korumalarını istedi. Ebu Leheb'in dışında herkes bu öneriyi kabul etti Ebu Leheb ise O'na apaçık düşmanlık edeceğini söyleyerek İslam İnkılabına karşı yerini ilan etti2.

Hz. Peygamber kendisine verilen bu destekten istifade ederek davetini geniş kitlelere sunma fırsatını iyi değerlendirdi. Ne var ki, müşrikler müslümanlara karşı tam bir kıyım operasyonuna girişmiş, müslümanları teker teker işkenceye uğratarak peygambere karşı öfkelerini tatmin etmeye ve müslümanlığı ortadan kaldırmağa çalışıyorlardı. Bu azgın tavır bizatihi Hz. Muhammed'e açıkça saldırganlığa dönüşecek düzeye ulaşmıştı. Kur'an-ı Kerim, Alak suresinde bu durumu şu ayetlerle ifade buyuruyor: "Hayır; insan mutlaka azar, kendini yeterli gördüğünden. Ama dönüş Rabbinedir. Namaz kılanı engellemeye çalışanı gördün mü! Hiç düşündün mü? Ya o hidayet üzere ise ve takvayı emrediyorsa, Ama kendisi yalanlıyor ve yüz çeviriyorsa. O, Allah'ın her şeyi gördüğünü bilmiyor mu? Hayır, eğer bundan vazgeçmezse onu perçeminden yakalarız. Oyalayıcı, günahkar perçemden! O zaman o gitsin de meclisini/adamlarını (nadiyesini) çağırsın. Biz de zebanileri çağırırız. Hayır, ona boyun eğme; Allah'a secde et ve yakınlaş." (Alak, 6-19)

Bu ayetlerin işaret ettiğine göre, Peygamber (a) aleni /açık bir şekilde, halkın gözü önünde, Ka'be'de namaz kılıyordu. İnsanları yalnızca Allah'a kulluk etmeye çağırıyor, şirkin ve putperestliğin her türünün çirkin olduğunu beyan ediyordu. İlk dönem surelerinin hemen hepsinde bu vurgulara rastlamak mümkündür. Buna mukabil, müşriklerden birisi (veya bazıları) O'nun namazını yani şahitliğini engelliyor ve açıkça O'na başkaldırıyordu. Alak suresinden anlaşıldığına göre bu adam müşriklerin önderlerinden birisi olsa gerektir. Zira, zenginliğinin ve makamının onu şımartmış ve azdırmış olduğunu ayetlerden öğreniyoruz. Hz. Peygamberi engelleme gücünü kendisinde bulması da zaten böyle bir gücü gerektirmektedir.

Alak suresinde bahsedilen duruma denk düşen birkaç rivayet siyer kitaplarında da yer alıyor. Rivayetlere göre; Ebu Cehil O'nun namaz kılmasından istifade ederek putlar için kesilen koyunların dişi cinsiyet uzuvlarını bulur ve bunu O'nun üzerine atardı. Peygamber ise bütün bu saldırganlıklara tahammül eder ve sebat gösterirdi3.

İlk zamanlardaki bu engelleme girişimlerini, müslümanların o zamanki azlıkları ve imkanlarının yetersizliklerini de göz önüne alarak düşünürsek Rasul (s}'ün ve müslümanların karşı karşıya oldukları zorluğun boyutlarını ve bu başkaldırılarının büyük bir iman ve cesaret işi olduğunu daha iyi anlamamız mümkün olur.

Anlaşıldığı gibi, Ka'be'de kılınan namaza müşrik liderlerin ortaya koyduğu bu tepki ve ayetlerdeki ibareler göstermektedir ki, İslam daveti açıktan yapılmaktaydı. Bu anlayışa aykırı olarak tebliğin başlangıçta gizli yapıldığını söyleyenlerin inançları ise tamamen tarihi rivayetlere dayanmaktadır. Kaldı ki, bu rivayetleri de Hz, Peygamberin çağrısını gizlice yaptığı şeklinde değil de, arkadaşlarının güvenliği için duyarlı davrandığı şeklinde de yorumlamak mümkündür4. Rahmetli Şehit Seyyid Kutub'un Kalem suresinin tefsirinde de belirttiği gibi, bu tedbirliliği davetin gizli yapıldığı şeklinde anlamak yerine, ilk dönemlerde fert fert muhataplarla ilgilenildiği şeklinde düşünmek gerekir. Yani, klasik söylemde yerleşmiş bulunan İslami tebliğin ilk üç yılının gizli yapıldığı, üç yıldan sonra açık tebliğin başladığı anlayışı, tarihsel verilerden kalkarak Kur'anı anlamaya çalışmış olmanın getirdiği bir yetersizlik ve tarihsel verileri doğru değerlendirmemenin bir sonucudur.

Bu anlayışa taraftar olanların en çok dayanak olarak ifade ettikleri rivayet Hz. Ömer'in müslüman olduğu esnada söylediği rivayet edilen sözlerdir. Müslüman olunca, Hz. Ömer (r) ile Rasulullah (s) arasında şöyle bir konuşma geçtiği anlatılır: "O Rasul'e; "Biz Hakk üzere miyiz yoksa batıl üzere mi?" diye sordu. Rasulullah da ona: 'Elbette Hakk üzereyiz' dedi O da bunun üzerine; 'O halde gizlilik niye" demişti5. Konuya ilişkin sıkça başvurulan İkinci rivayet ise İbn Mesud'dan nakledilmektedir: "Ömer müslüman olduktan sonra hep izzet sahibi olduk. O müslüman olmadan önce biz Ka'be'de açıkça ve güven içerisinde namaz kılamıyorduk"6.

Bizce Ömer'in müslüman olması ile birlikte değişen şey, gizli olan davetin açık halde yapılmaya başlaması değil, bireysel olarak üstlenilmiş olan şahitliğin artık "toplu şahitlik"e dönüşmüş olmasıdır. O zamana kadar gerek imkanlardan, gerek sayısal yetersizlikten kaynaklanan sınırlılık, Hamza ve Ömer gibi güç ve nüfuz sahibi kişiler ile bir ölçüde aşılmış oldu. Belli bir toplumsal güce ulaşan müslümanlar da, o zamana kadar bireysel olarak üstlendikleri ve daha dar alanlarda sergileme fırsatı buldukları şahit olma görevlerini, güncel bir dil ile ifadelendirirsek, kitlesel bir şahitliğe dönüştürme imkanına kavuşmuş oldular. Böylece, onlar artık ümmet olma "vasat"ını yakaladılar. Dolayısı ile de tek tek cahiliyeye karşı gerçekleştirdikleri kıyamlarını bir toplumsal karşı koyuşa/başkaldırıya dönüştürdüler. Ve bu bilinçle de Ka'be'ye sahip çıkarak topluca namaza yöneldiler. Kırk kişi olduğu rivayet edilen kadınlı-erkekli ilk Kur'an nesli, müşriklerin engelleme çalışmalarına rağmen "lailahe illallah" sloganlarıyla Kabe'ye doğru namaz kılmak üzere yürüyüşe geçtiler ve ilk kitlesel eylemlerini yaptılar. Yani Allah'ın beytini de, Allah'a halis kılınmış eylemlerin merkezi olma fonksiyonuyla yeniden buluşturmuş oldular7.

Toplumsal yapının bütün alanlarını değiştirmeye talip olan ve bu iddiasında da başarı kazanmış bir inkılabın, mücadele yöntemini bir kişinin kendisine destek olup olmamasına göre şekillendirdiğini iddia etmek ve diğer değişkenleri gözardı etmek, toplumsal gerçekliğin yapısını anlamamaktan kaynaklanan bir zaaftır. Olup biten her şeyin kendi dinamiklerine bağlı olmaktan çok, efsaneleştirilen kahramanlara göre şekillendiğini düşünen geleneksel algılayış bu yanlışı beslemektedir.

Bahsi geçen değerlendirmeyi yapan tarihsel kaynaklara bakıldığı zaman, zaten kendi içerisinde bile çelişik olan birçok olay ve değerlendirmeden bahsedildiğini görürüz. Mesela, bir taraftan hala tebliğin gizli bir şekilde sürdürüldüğü, diğer yandan müslüman olanların işkence gördüklerini söylemek aynı kaynaklarda rahatlıkla görülebilecek bir tutarsızlıktır. Tebliğin getiricisi belli, çağrıyı kabul edenlerin bir çoğu olduğuna göre, olsa olsa tebliğ edilen şeyin niteliği yahut da tebliği getiren insan değil; peygamberin kimlerle ne tür bir ilişki sürdürdüğü gizli olabilir. Aksi halde, Mekkeli müşrikler, mahiyetini ve kim tarafından getirildiğini bilmedikleri bir şey yüzünden insanlara işkence ediyorlarmış gibi bir sonuç çıkar ki, akıl sahibi insanların böyle bir şeyi kabul etmeleri beklenemez. Nitekim, aynı kaynaklar başta Hz. Peygamber olmak üzere bir çok müslümanın kimliklerinden dolayı zulme uğradığını ayrıntılarıyla bizzat kendileri anlatmaktadırlar. Ammar b. Yasir'in. hanımı Sümeyye'nin, Ebu Huzeyfe'nin, Amr b. Füheyre'nin, Bilal'ın ve daha nicelerinin gördükleri işkencelerin ayrıntılarını ilgili kaynakların hemen hepsinde görebiliriz.

Bu tarz bir değerlendirmeyi, yanı: tarihi rivayetlerden kalkarak tebliğin başlangıçta gizli yapıldığını kabul etmek karşımıza önemli sorunlar çıkaracaktır.

Kur'ani bir kalkışla, geleneksel birikimi değerlendirme konusunda yetersiz olan ve/veya sorumluluklarını sürekli erteleyen insanlar, durumlarını ıslah etmek yerine, bu tür tarihsel verileri kendi durumlarını meşrulaştırıcı tarzda kullanarak zihinleri bulandırmaktadırlar. Bu tür düşünen insanlarca, mesela, "Müşriklere aldırış etmeksizin emrolunduğun şeyi açıkça söyle" (Hicr 15/94) ayeti bite, bu ayet inmeden önceki dönemlerde tebliğ gizli olduğu için, bu ayet tebliğin artık açık yapılmasını tembih ediyormuş gibi aklanabilmektedir. Oysa, ayetin bağlamı (siyak ve sibakı)na bakıldığı zaman rahatlıkla görülecektir ki, bu ayet, Rasulullah(a) a kendisiyle, mesajıyla ve diğer müslümanlarla alay eden müşriklerin bu tavırlarına binaen emrolunduğu şeyi gizlemeye kalkmamasını ve egemen şirk iktidarının iznine bağlı olmaksızın tebliğini yerine getirmesini emretmektedir. "Kalk uyar, Rabbini tekbir et" (Müddessir, 74/2-3) ve "Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir." (Alak, 96/3) gibi ilk indiği rivayet edilen ve Kur'ani bütünlük içerisinde düşünüldüğü zaman da böyle olması ihtimali yüksek olan bu ve benzer ayetlere rağmen, Rasul(a)'ün tebliğini gizli yaptığını söylemek gerçekle bağdamamaktadır.

Gizliliği bir nebevi sünnet olarak sunanların yaklaşımları işte böyle bir zeminden beslenmektedir. Sonuç olarak bu tür yaklaşım, insanı vakıadan uzaklaştıran, içedönükleştiren ve zamanla sistem bilincini aşındırdığı için yüzyüze bulunduğu sorumluluklarını sürekli erteleyen bir kimlikle başbaşa bırakmaktadır. Bu kimlik, mevcut statükoya eklemlenmekten kurtulamayacak olan zihinsel alt yapıyı besleyen en önemli sorunlardan birisi olarak karşımızda durmaktadır.

Yüce Rabbimizin bize "şahit" kıldığı ve kendisinde bizler için "güzel örnekler bulunduğunu bildirdiği Rasul(a)'ün hayatına ilişkin aktarılan rivayetlerde de bu kanaatimizi destekleyen çokça örnek görülebilir. Allah Rasulu (a) ve arkadaşlarına reva görülen işkence sahneleri ve bu dayatmalar karşısında onların gösterdikleri vakarlı ve uzlaşmaz tavırdan almamız gereken önemli dersler vardır. Mekki ayetler bu işkenceleri ve müslümanların tavırlarını büyük ölçüde yansıtan bir atmosferle bizleri yüzleştirmektedir.

Yazımızın önceki bölümlerinde bahsettiğimiz gibi, müslümanlara işkence yapıldığına işaret eden ilk sure Buruc süresidir. Nahl, Zumer, Ankebut gibi birçok surede de müslümanlara yönelik baskı ve zorbalıklardan bahsedilmektedir. Bu terör ve işkenceler devam ettikçe bir yandan ashab kadrosu çelikten bir iradeye sahip oluyor, bir yandan da müslümanların mazlumiyetlerine rağmen gösterdikleri onurlu ve uzlaşmaz tavır onların mesajına olan ilgiyi artırıyordu.

Mekke müşrik sistemi, aldığı boykot kararıyla, sadece müslümanlarla değil olsun olmasın Peygamber(a)'in akrabası olan Haşimoğullarıyla alışveriş yapmayı, birlikte oturmayı, kız alıp vermeyi, hatta konuşmayı yasakladı. Bu yasaklama kararını yazılı hale getirip Ka'be duvarına astı. Haşimoğulları Mekke civarındaki Şib-i Ebi Talib'de üç yıl boyunca abluka altında çok zor ve içler acısı günler geçirdi8. Müslümanlar, bütün bu zorluklara rağmen, özellikle haram aylardaki nisbi serbestiyetten yararlanarak Mekke civarındaki kabileleri ve Mekke dışından gelen hacıları ziyaret ediyor ve İslami tebliği sürdürüyorlardı. Elçi'nin bu çabaları Allah'ın bereketiyle yeni açılımlara neden oldu. İki Akabe Bey'atı bu çabaların bir sonucudur ki, bu bey'atların sonucunda, müslümanlar Medine'yi kazanacaklardır. Ayrıca, boykot kararına onay veren insanların bir kısmı da çeşitli saiklerle boykot kararına karşı çıkmaya başladılar. Sonuçta boykot fiili olarak sona erdi. Ve müslümanlar direnişlerinden alın akıyla çıkmış oldular.

Boykot uygulamasının fiili olarak sona ermesiyle. Hz. Peygamber ve arkadaşları Mekke'ye döndüler. Başta Hz. Peygamber olmak üzere tüm müslümanlar tebliğlerini sürdürüyor, Mekke'ye gelen kabilelerle ilişki kuruyorlardı. Müslümanların bu adanmışlık bilinci İslami ilkelerin Arap Yarımadası'nın birçok yerinde, insanların gündemine girmesine neden oldu.

Müslümanların Mekke'ye dönüşlerinin üzerinden az bir zaman geçmişti ki. Hz. Peygamber iki önemli yardımcısının ölümüyle sıkıntılı bir sürece adım atmış oldu. Kendisini en zor şartlarda bile himaye etmekten kaçınmayan amcası Ebu Talib ile her zaman yanında bulduğu ve kendisine ilk iman etmiş olan zevcesi Hatice (r)'nin ölümleri adeta yeni sıkıntıların habercisiydi. Ama, nice saldırılara, baskılara direnmiş ve artık çelikleşmiş olan iradesiyle bu sınavı da atlatılır.

Rivayet edilir ki; Ebu Talib'in iyice hastalanmış olduğunu duyan Kureyş önderleri telaşlandılar. Çünkü, Ebu Talib ölünce, onun yerine Abbas ve Ömer gibi sert ve açık kimlikli insanlarla muhatap olmak zorunda kalmak tedirgin ediciydi. Bunun üzerine Ümeyye b. Halef: "Ey Kureyş halkı, müslümanlar artıyor, çoğalıyor. Şüphesiz Ebu Talib sözü dinlenen, yaşlı ve şerefli bir kimsedir. Hem de sizin dininizden. O bu gün ağır hasta, ölmek üzere. Ona gidin, lehinde veya aleyhinde yeğeni hakkında hükmü o versin. Eğer siz Ömer b. Hattab ve Hamza b. Abdül Muttalib ile başbaşa kalırsanız (ki, onlar sizin dininizden çıkmış durumdalar) sizinle kavminiz arasında savaş çıkar" dedi. Bunun üzerine Ebu Talib'e giderek, ona "Sen bizim büyüğümüzsün, efendimizsin. Hakkımızda adaletle hükmet. Yeğeninin ve beraberindekilerin yaptıklarını gördün. Biliyorsun, ilahlarımızı terkettiler, dinimizi eleştirdiler. Muhammed aramızda tefrika çıkardı. İlahlarımızı inkar etti. Atalarımıza dil uzattı. Yeğenine bir adam gönderip getir de aramızda hakem ol ve sorunumuzu çöz" diyerek durumlarını arzettiler.

Ebu Talib Rasulullah(a)'a haber gönderdi. Rasulullah geldi. Ebu Talib söze şöyle girdi: "Şunlar senin kavmin, kavminin ileri gelenleri, şereflileri. Sana uzlaşma öneriyorlar. Onlara haksızlık etme" Rasulullah onlara hitaben: "Söyleyin, sizi dinliyorum" dedi. Ebu Cehil b. Hişam: "Bizi eleştirmeyi bırak, bizi de tanrılarımızı da eleştirmekten vazgeç; biz de seni Rabbinle başbaşa bırakalım" deyince Rasulullah Ebu Cehil'e, karşı teklif sunarak cevap verdi. "Size istediğinizi yaparsam, siz de bana bir kelimeyi söyler misiniz? O kelimede sizin için hayır vardır. Onunla Araplara hükmedersiniz, onunla Acemler size boyun eğer.'' Ebu Cehil: "Peki hay hay, sana bir kelime değil on kelime söyleriz" cevabını verdi. Bunun üzerine Rasulullah (a): "Bir ve şeriki olmayan Allah'tan başka ilah yoktur deyin öyleyse" dedi. Bunun üzerine Kureyşlilere Yürüyün, İlahlarınıza devam edin. Doğrusu arzu edilen budur." Diyerek meclisi terkettiler9.

Daha sonraları Taife gittiğinde de kötü muamelelere maruz kalan Allah'ın elçisi, uzlaşma tekliflerini kabul etmemenin kendisine zorluklar yükleyeceğini bile bile tekliflere sırt çevirirken, kimlik konusunda uzlaşma olamayacağını bizlere Kur'ani bir sünnet olarak bırakmış oldu. Bunun bedelini de baştan beri zaten ödeyen Allah'ın elçisi ve diğer mü'minler, nihayet doğup büyüdükleri, beslenip yuva kurdukları yurtlarını, Mekke'lerini terketmek zorunda kalarak yeni ve ağır bir bedel daha ödediler. Belki de tarihin en önemli yolculuğuna çıkarak, bir kez daha sahih kimliği belirleyen şeyin ne olduğunun "şahitliğini göstermiş oldular.

Bu gün, uluslarüstü emperyalizmin yaygınlaştırdığı cahili değerlere göre kutsallar edinen ve kendisini müslüman olarak tanımlayan insanları, tarihin bu ak sayfasından gerekli dersi almaları için bir kez daha uyarıyoruz.

Ne mutlu, her türlü cahili değerden "hicret" edenlere.

Dipnotlar:

1- İbn İshak, Siyer, s. 211.

2- Muhammed Heykel, age, s.146-147. İst.. 1985.

3- Muhammed Heykel, age., s. 150.

4- Tebliğin açık yapıldığını bildiren ayetlere örnek olarak, ilk sureler olan Kalem, Müzzemmil, Müddessir, Maun ve Kafirun surelerine bakılabilir.

5- İzzet Derveze, Kur'an' a Göre Hz. Muhammenin hayatı, c,2; s.142.

6- İzzet Derveze, age. c.2: s.142.

7- ibn İshak, Siyer, s., 244.

8- ibn İshak, Siyer, s. 213.

9- İbn İshak, age., s. 300-301.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR