
NUREDDİN ZENGİ
Haçlı Seferleri Sırasında Mücahid ve Muttaki Bir Hükümdar: NUREDDİN ZENGİ
GİRİŞ: HAÇLI SEFERLERİ
1096-1291 yılları arasında yaklaşık iki yüzyıl süren Haçlı Seferleri ve bu esnada Ortadoğu'da gerçekleşen Frenk işgali, tarihi öneminin yanı sıra şüphesiz güncelliğini daima korumuş, çeşitli vesilelerle hep tartışılmış bir olgudur. Medeniyetlerin karşılaştırılmasında, Batı'nın oluşum serüveninde, Doğu-Batı çatışmasında, Müslüman Doğu'nun iç çelişkilerinde ve kırılmalarında bu olgu Batılıların katliamları ve Doğu'nun gelgitleri ötesinde bir anlama sahiptir.
Bu seferler, özellikle 11 Eylül'den sonraki kimi gelişme ve olaylar eşliğinde tekrar gündeme gelmiş; küresel sorun ve çatışmalar ekseninde yeniden tartışılmaya başlanmıştır. Kuşkusuz Ortadoğu'da ve dünyanın birçok yöresinde Müslümanlara yönelik katliam, kuşatma ve karalama çabaları olayın sadece maddi ve tarihi düzlemde değil; inanç, medeniyet ve psikolojik çatışma düzleminde ele alınmasını da zorunlu kılmaktadır. Bu mihver başka bir çalışmanın konusu olmakla birlikte şimdilik şunu söylememiz, saptamamız mümkündür: Haçlı Seferleri, bugünkünden farklı birçok nitelik ve boyut taşımakla birlikte bölgenin ve hatta dünyanın güncel durumuna da izler düşürmekte, çeşitli alanlarda tortu ve yansımalar bırakmaktadır. İlginçtir ki sanki temelde değişen hiçbir şey olmamıştır! Aradan onca yıl geçmesine karşın düşmanlık, sömürü ve kitleleri aldatarak yönlendirme eğilimleri Batı'da aynı renk ve tavırlarla hortlamakta; iyi niyet ve sağduyu arayışları ise hep cılız kalmaktadır. Doğu-İslâm dünyası ise bin yıl önceki zaaf, düşkünlük ve iç çekişmelerden hiç ders almamış gibidir. 1096 yılında başlayan seferlerde Arap, Türk, Kürt emirlerinin kişisel hırs ve çıkar kavgalarını, iç zaaflarını görüp, Haçlıların Ortadoğu'da iki yüzyıl kalışlarının hikmetini iyi anlıyoruz. Zira o günkü çekişme, sürtüşme ve inanç zindeliğinden kopuşla gelen içekapanıklılık aynı kısırlık, dağınıklık ve teslimiyetle sürdürülmektedir.
Haçlı Seferleri, görünüşte, Batılı Hıristiyanların Kudüs'ü ve öteki kutsal yerleri Müslümanların elinden almak için düzenledikleri askerî seferler olarak izah edilir. Bunlar sekiz ana sefer ile 1291'den sonra da düzenlenen bir dizi küçük seferden oluşur.
İspanya'nın 8. yüzyılda Müslümanlar tarafından fethi, Hıristiyan dünyayı İslâm kuşatması altına sokmuştu. Öte yandan, Bizans İmparatorluğu da güç durumdaydı. Hıristiyanlığın yakındoğudaki bu güçlü kalesi, Emeviler ve Abbasiler karşısında büyük yenilgiler almış ve önemli toprak kaybına uğramıştı. Ayrıca başta Kudüs olmak üzere Hıristiyanların hac yerlerinin Müslümanların elinde bulunması, Hıristiyan dünya için önemli bir rahatsızlık kaynağıydı.
Bizans imparatoru I. Aleksios Kommenos, Selçuklu tehdidine tek başına karşı koyamayacağını görünce, Doğu ve Batı kiliseleri arasındaki gerginliklerin yumuşamaya başlamasını da göz önünde bulundurarak 1095'te Katolik Kilisesi'nden yardım istedi. 18 Kasım 1095'te Clermont Konsili'ni toplayan Papa II. Urbanus da Doğu Hıristiyanlarını kurtarmanın bir din görevi olduğunu ve bu sefere katılanların bütün günahlarının affedileceğini belirterek Bizans'a yardım çağrısında bulundu. Çağrı, Urbanus'un beklediğinden de olumlu etki uyandırdı ve sefere katılanların bir haç taşıması kararlaştırıldı.
Konsilin ardından savaş hazırlıkları başladı. Modern bir ifadeyle söylemek gerekirse "küresel kuşatma"yı beklemeyen birçok kişi düzenli ordunun toplanmasına bakmadan başıbozuk birlikler oluşturarak doğuya doğru yola çıktı. Bunların en ünlüsü köyleri ve kasabaları dolaşıp ateşli vaazlar vererek halkı sefere çağıran Pierre l'Ermitte ile yardımcısı Yoksul Gautier idi. Bizans imparatoru I. Aleksios, Ağustos 1096'da Konstantinopolis'e ulaşan Pierre'e asıl Haçlı kuvvetlerini beklemesini önerdi. Fakat Pierre, saflardaki sabırsızlık karşısında bu öneriye uymayarak hemen Anadolu'ya geçti. Bugünkü adı İznik olan Nikaia'ya kadar ilerleyen bu yağmacı birlikler, I. Kılıç Arslan karşısında yenilgiye uğrayıp kılıçtan geçirildiler.
Böylece, bu tarihten itibaren yaklaşık iki yüzyıl süren Haçlı Seferleri başlamış oldu. Sekiz ana seferden oluşan ve kimi zaman çeşitli Avrupa krallarının da katıldığı bu seferler, bir yönüyle Osmanlı ilerleyişini durdurmak için aslında XVI. yüzyıla kadar devam etmiştir.
Bu savaşlar gerek Doğu gerekse Batı dünyasında çeşitli alanlarda önemli sonuçlar doğurdu: Bu seferler dolayısıyla doğuda kurulan Latin hakimiyetinin iki yüzyıla yakın süren varlığı hem bölgede hem de Avrupa'da birçok yönden etkili oldu. Doğu Hıristiyanlarına yardım sloganıyla başlayan Haçlı hareketi, onlara yarardan çok zarar verdi. Haçlılar, kendi kurdukları devletlerin tebâsını oluşturan yerli Hıristiyanlara halifelerden ve Türk idaresinden daha sert davrandılar. Onların dini geleneklerine müdahale ettiler; hatta kimi zaman en acımasız şekilde öldürmekten çekinmediler. Hareketin başından itibaren Konstantinopalis'i zaptetme düşüncesini ve Bizans'a duydukları nefreti her fırsatta ortaya koyan Haçlılar, asla vazgeçemedikleri bu tutkularını IV. Haçlı Seferi sırasında gerçekleştirme olanağı buldular. Bizans İmparatorluğu ortadan kaldırıldığı gibi şehir, görülmemiş bir vahşetle yağmalandı. Bundan sonra Bizans, artık komşularına karşı kendini savunmaya çalışan sıradan ve küçük bir devlet olarak varlığını sürdürebildi.
Haçlı Seferleri, başlangıçta Anadolu Türkleri üzerinde olumsuz etki yaptıysa da bu durum Türklerin Anadolu'da kökleşmesini engelleyemedi.
Avrupa'da 12. ve 13. yüzyıllarda toplumsal yapının büyük bir değişikliğe uğramasında Haçlı Seferleri önemli bir rol oynadı. Büyük toprak sahiplerinin bu seferler için gerekli parayı bulmak amacıyla mülklerini satmak zorunda kalmaları, bir yandan feodal yapıyı sarsarken bir yandan da kralların güçlenmesine yol açtı. Öte yandan başlangıçtaki zaferler papanın saygınlığını artırmışken sonraki yenilgiler kilisenin gücünü zayıflattı.
Haçlı Seferleri, ticareti de önemli ölçüde etkiledi. Haçlıların doğuya deniz yoluyla taşınması bir yandan gemi yapımcılığını geliştirirken, bir yandan da bu yolla getirilen malların baharat ve ipekli kumaşla değiştirilmesi, ticareti canlandırdı ve Cenova, Piza ve Venedik gibi kıyı kentlerini önemli birer ticaret merkezine dönüştürdü. Papaların ve kralların sefere mali destek sağlamak için İtalyan bankerlerine başvurmaları ise bankacılığı geliştirdi.
Haçlı Seferleri Arap-İslâm bilim ve felsefesinin Batı'da tanınması konusunda kısmen de olsa etkili oldu ve Avrupa'da tarih yazıcılığının gelişmesinde önemli bir rol oynadı. Avrupa'da Haçlı Seferleri'ni izleyen yıllarda, gerek Latince gerekse çeşitli ulusal dillerde düzyazı ya da manzum çok sayıda tarihi yapıt ortaya çıktı. Kültür ve edebiyat alanında zengin bir birikim oluştu ve "hümanizm" akımı bu seferlerden sonra kimi aydınlarda ve çevrelerde etkin olmaya başladı.
Batı dünyası, yenilgilere ve düş kırıklıklarına karşın sonuçta kimi kalıcı kazanımlar ve bilimsel, toplumsal ve ekonomik gelişmeler elde etti. Doğu-İslâm dünyası ise başkalarına ve kendilerine karşı akıl almaz gaddarlık ve vahşetler sergileyen bu "batılı barbarlar"ın saldırılarıyla oluşan şaşkınlık ve toplumsal şoku üzerinden atamadı. Direniş, yenilgi, ihanet ve destansı kahramanlıklar arasında kalıcı ve ileriye taşıyıcı gelişmeler çok az yaşanabildi. Kendisini Haçlı seferlerine ve yıkıma elverişli hâle getiren İslâm dünyası; bir ıslah çizgisi ve bütüncül bir toparlanma hamlesi gerçekleştiremeden eski alışkanlıklarına ve çekişmelerine döndü. Diğer taraftan Haşhaşiyyun'un etkisi ve özellikle Moğol istilalarının da aynı döneme rastlaması yüzyıllar süren bireysel ve toplumsal dramların yaşanmasına neden oldu. Bu tablo, zamanı geldiğinde Batı'yla rahat ve özgüven içerisinde gelişebilecek ilişkilerin kurulmasını da hep zorlaştırdı.
NUREDDİN ÖNCESİ DÖNEME GENEL BİR BAKIŞ
Meşhur İngiliz tarihçi Stanley Len Paul'ün ifadesiyle "Haçlı ordusu sanki eski, çürük bir ağaca çivi çakar gibi İslâm coğrafyasına girmişti. Kısa zamanda Doğu-İslâm ağacının gövdesini parçalayarak kıymıklarını havaya savuracaklarını anlamaya başladılar."
Kudüs'ün içine girdiklerinde Haçlıların fetih sarhoşluğuyla kendilerinden geçip çaresiz Müslümanlara ve Yahudilere yaptıklarını, sorumluluk duygusu taşıyan bu insaflı Hıristiyan tarihçi, şu sözlerle aktarmaktadır:
"Kudüs'e muzaffer bir eda ile giren Haçlılar öyle bir katliam yaptılar ki, anlatılamaz. Atlarının üstünde Mescid-i Aksa'nın yanındaki Halife Ömer Camisi'ne giren süvarilerin atları diz kapaklarına kadar ceset ve kana bulanmıştı. Küçük çocukları ayaklarından tutup duvarlara vurarak parçalıyor veya sallayarak onları duvarların arkasına fırlatıyorlardı. Yahudilerin hemen tamamı kendi mabetlerinde canlı canlı yakılmıştı. … Erkeklerin, kadınların, çocukların gövdeleri parça parça ediliyor, parçalar birbiri üstüne yığılıyordu."
Hicri VI. yüzyılın başında, İslâm dünyası müthiş bir çözülme ve idari bozukluk dönemindeydi. Kudüs, Antakya, Trablus, Yafa ve Urfa'da ayrı ayrı ve küçük Haçlı devletleri kurulmuştu. Hatta kimi Haçlı yöneticileri, Mekke ve Medine'ye hücum etmeye yeltenmişlerdi.
İşte böyle bir dönemde Atabey Tuğtekin'in 1128'de ölümüyle yeni bir döneme girildiği ve savunma anlayışından uzaklaşılarak Haçlılara karşı saldırılarak başlamanın zamanının geldiği söylenebilir. Tuğtekin'in yerine geçen oğlu Börü, ilk olarak Haşhaşiyyun'un koruyucusu olarak tanınan Vezir el-Mazdegani'yi öldürttü. İslâm dünyasına çağrıda bulundu. Ani bir saldırıyla Frenkleri Guta Ovası'nda gafil avladı. Bu, savunmanın dışına çıkılarak Frenklere karşı taarruz boyutu taşıyan ilk askeri hareketti. Şam ve civarını Frenk ve Haşhaşiyyun tehdidinden belli bir süre uzak tutan Börü, 1131 yılının bir Mayıs sabahı, hamamından saraya dönerken, iki dai üstüne atladı ve onu karnından yaraladı. Cerrahların müdahalesine rağmen, ata binmekten ve içki içmekten vazgeçmeyen Börü, 1132 Haziran'ında öldü.
Onun ölümü, çok daha çaplı bir kişinin yükselme dönemine denk düştü. Bu kişi, Nureddin'in babası İmadüddin Zengi idi.
Halep ve Musul'un yeni efendisi olan, Zengiler hanedanının kurucusu sayılan bu atabeyin tam adı İmadüddin Zengi bin Aksungur'dur. 1084 – 1146 yılları arasında yaşamıştır. Genellikle zilzurna sarhoş olan, çağdaşı birçok emir gibi amacına ulaşmak için her türlü gaddarlık ve rezilliğe başvurmaya hazır bulunan Müslümanlara karşı da büyük bir hırsla savaşmaktan çekinmeyen biridir.
Suriye ve Filistin'i içeren büyük bir hükümdarlık kurmayı amaçlayan İmadüddin, sultan tarafından Haçlılara karşı bir sefer düzenlemekle görevlendirildi. Harekete geçen atabey, hem Haçlıları hem de kendisine yardım etmeyen Müslümanları aynı sertlikle cezalandırmaktan çekinmedi. Şam'ı ele geçirmeyi çok istese de buna muvaffak olamadı. 1144'te Frenklerin elindeki en önemli kentlerden biri olan Urfa (Edessa)'yı alması, Haçlıların uğradığı ilk ciddi yenilgi oldu.
İmadüddin Zengi ile birlikte âdetler, alışkanlıklar değişmeye başladı. Bu yorulmaz savaşçı, on sekiz yıl boyunca Suriye'yi dolaşacak, çamurdan korunmak üzere saman üzerinde uyuyacak, kimileriyle savaşarak, kimileriyle anlaşma yaparak, herkese karşı entrika çevirecektir. Geniş topraklarındaki saraylarından birinde huzur içinde yaşamayı asla düşünmemiştir. Çevresi, saraylılar ve yağcılardan değil; dinlemeyi bildiği deneyimli komutan ve danışmanlardan oluşmuştur. Güçlü bir muhbir şebekesi kurmuştur. Frenklerle çarpışan diğer orduların aksine, onunki her zaman ihanete ve kendi aralarında kavga etmeye hazır çok sayıda özerk emirin komutası altında değildir. Bu orduda çok katı bir disiplin vardır ve en ufak bir hata acımasız bir şekilde cezalandırılmaktadır.
Sebat, iç zindelik, disiplin ve devlet olma duygusu; Zengi'nin sahip olduğu ama Arap dünyası yöneticilerinin dramatik bir şekilde yoksun oldukları niteliklerdir.
Atabey İmadüddin 1146 Haziran'ında Caber'i kuşatır. Kaledekiler direnir. Bir eylül gecesi, epey alkol aldıktan sonra çadırında bir gürültü duyar. Gözünü açınca, Yarankeş adındaki Frenk kökenli bir hadımının testisinden şarap içtiğini görür. Öfkeye kapılan atabey, onu yarın ağır bir şekilde cezalandıracağına yemin eder. Efendisinin dehşetinden korkuya kapılan Yarankeş, onun yeniden uyumasını bekler. Daha sonra gelip bıçakla defalarca vurur ve Caber'e kaçar. Orada onu armağanlara boğarlar.
Nureddin'in babasının ölümü tam bir kaos ortamı yaratmıştır. Eskiden çok disiplinli olan askerleri, denetlenmesi olanaksız bir yağmacılar sürüsüne dönüşmüştür. Hazinesi, silahları, hatta kişisel eşyaları bile göz açıp kapayıncaya kadar kaybolmuştur. Ordusu dağılmaya başlamıştır. Emirleri, birbiri ardına adamlarını toplayıp, birkaç kaleyi ele geçirmeye ve buradan olayların durdurulmasını beklemeye koyulmuşlardır. Şam'ın kurnaz emiri hemen harekete geçerek civardaki kent ve kasabaları ele geçirmeye çalışmış, Antakya hükümdarı Raymond, Halep sınırına kadar uzanan bir akın düzenlemiştir. Jocelin ise, Edessa'yı geri alabilmek için entrikalara girişmiştir.
İmadüddin Zengi tarafından kurulan güçlü devlet efsanesi sona ermişe benzemekteyse de tarih, yepyeni ve daha güçlü bir isme gebedir.
NUREDDİN ZENGİ: İSLÂM ÂLEMİNİN BİRLEŞTİRİCİSİ
İmadüddin'in ölümüyle başlayan karışıklıktan bir tek kişi etkilenmemiştir. Yirmi dokuz yaşında, uzun boylu, esmer tenli, tatlı ve sakin bakışlı biridir. Atabeyin henüz soğumamış bedenine yaklaşır, elini titreyerek tutar, hükümdarlık simgesi olan yüzüğünü alarak kendi parmağına geçirir. Adı Nureddin'dir. Zengi'nin ikinci oğludur.
Ona büyük bir sevgi ve hayranlık duyan, el-Kâmil fi't Tarih adlı önemli eserinin yanı sıra Zengiler hakkında da müstakil bir kitap yazan tarihçi İbnü'l Esir, haklı olarak onu şu sözlerle selamlamaktadır:
"Geçmiş zaman hükümdarlarının hayat hikâyelerini okudum ve bunların arasında, ilk halifeler hariç, Nureddin Zengi kadar faziletli ve âdil olanına rastlamadım."
Zengi'nin oğlu; sadelik, cesaret, devlet duygusu gibi babasının bütün iyi yanlarını almakla birlikte, kimi zaman iğrençlik noktasına kadar varan kötü özelliklerinin hiçbirini tevarüs etmemiştir.
Nureddin yaşadığı dönemde çok sevilmiş bir kahraman ve yaşadığı şartlar ölçeğinde çok ileri bir yönetici ve uzak görüşlü bir komutandır. Müslüman tarihçiler onun adaletini, dürüstlüğünü, dindarlık ve takvasını, güzel idaresini, onurlu ve güzel ahlâklı oluşunu ve özellikle de cihad azmini öve öve bitirememektedirler. Nureddin'in çağdaşı olan İbn Cevzî, meşhur tarihi el-Muntazam'da şunları yazmaktadır:
"Nureddin sınırlara cihad akınları yaptı. Kâfirlerin elinde olan elliden fazla yeri geri aldı. Onun hayatı, birçok sultan ve idareciyle kıyaslanamayacak kadar temiz ve iyiydi. Onun döneminde yollar güvenliydi. Dinde yeri olmayan vergileri ve gelirleri kaldırdı. Yumuşak huyluydu, şatafatsızdı ve alçakgönüllüydü. Âlimleri ve dindaşlarını çok severdi."
Tarihçiler tarafından tedbirli, ihtiyatlı davranmakla ve birilerini övmekten fazla hoşlanmamakla nitelendirilen İbn Hallikan ise şunları söylemektedir:
"O, adaletli, insaflı, ibadetine düşkün, muttaki ve şeniata bağlı bir emirdi. Hayır ehline çok değer verirdi. Allah yolunda cihada düşkündü; çok hayır yapar, bol sadaka verirdi. Suriye'nin bütün büyük şehirlerinde medreseler açtı. Onun hatıraları ve başarıları sayılıp dökülemeyecek kadar çoktur."
Babası, daha çok yabaniliği ve utanmazlığıyla korku yaratırken, Nureddin daha sahneye çıktığı andan itibaren etrafında bir saygınlık uyandırmayı başarmıştır. Onun erdemleri, ilginçtir ki aynı zamanda en etkili bir silah haline de dönüşmüştür. Dehâsı da buradadır. Daha XII. yüzyılın ortasında psikolojik seferberliğin oynayabileceği emsalsiz rolü anlamış, gerçek bir tebliğ ve propaganda mekanizması kurmuştur. Moralsiz, şaşkın ve İslâmî hükümlerle irtibatı zayıflamış halkları özgüvene ve iç zindeliğe kavuşturmanın, insanları bilgilendirmenin ve aydınlatmanın, korkuyu ve çaresizliği aşarak disiplinli ve planlı bir şekilde cihada yönelmenin önemini çok iyi kavramıştır. Çoğu âlim olarak tanınan yüzlerce okumuş kişiye yakınlık duymuş, görevler vermiş ve Türk, Kürt ve Arap yöneticilerin tek bir sancak altında toplanmaları gerektiğini anlatmalarını rica etmiştir. Bu, etkili de olmuştur. Frenklere karşı bir sefere davet edilen Cezire emirlerinden birinin, İbnü'l Esir'in naklettiği şu yakınması, durumu anlama noktasında ilginç bir anekdot olarak karşımıza çıkmaktadır:
"Eğer Nureddin'e yardıma gitmezsem, toprağımı elimden alır. Çünkü sofulara ve çilekeşlere daha önceden yazıp, onların kendisine dua etmelerini ve Müslümanları cihada teşvik etmelerini istedi. Bu adamların her biri şimdi müritleri ve arkadaşlarıyla birlikte Nureddin'in mektubunu okuyup ağlıyor ve bana beddua ediyor. Eğer aforoz edilmek istemiyorsam, isteğini yerine getirmeliyim."
Nureddin şiirler, mektuplar ve kitaplar yazdırtır ve bunların istenilen etkiyi yaratmak üzere tam zamanında dağıtılmalarını gözetir. Ezbere, rastgele hareket etmez. Geniş ufuklu ve uzun soluklu bir düşünme yetisine sahiptir ve çözüm için ileri sürdüğü, gerçekleşmesini beklediği ilkeler de basittir: Tek din olacaktır ve bunun için de bütün "sapkınlıklar"la mücadele edilmelidir. Frenkleri her bir yandan kuşatıp kovmak ve ihanetleri önlemek için tek bir devlet olmalıdır. İşgal altındaki toprakları geri almak ve özellikle Kudüs'ü kurtarmak için de tek bir hedef belirlenmelidir ki o da düzenli ve kesintisiz cihaddır. Nureddin yirmi sekiz yıllık hükümdarlığı boyunca bu amaçları gütmüş ve bunların yazılıp halka okunmalarını, insanların ve askerlerin bu konularda bilgilendirilip yüreklendirilmelerini öğütlemiştir.
Nureddin Zengi'nin en önemli özelliklerinden biri de söylediklerini öncelikle kendisinin uygulaması, ıslah ve intizam çabalarına kendinden, kendi yakın çevresinden başlamasıdır. Yıllardır, yüzyıllardır böyle bir yöneticiye pek rastlamayan halk onun etrafında kenetlenecek; onun alçakgönüllülüğü ve sade yaşantısı insanlar üzerinde son derece etkili olacaktır. İbnü'l Esir'in şu rivayeti, bu konuyla ilgili küçük fakat anlamlı bir ayrıntı olarak okunabilir:
"Nureddin'in karısı, bir keresinde ihtiyaçlarını karşılayacak kadar parası olmadığından yakınıyordu. Bunun üzerine o, Hıms'ta sahip olduğu ve yılda yaklaşık yirmi dinar getiren üç dükkânını ona bıraktı. Fakat kadın bunu yeterli bulmayıp ona hükümdar olduğunu hatırlatınca, ona şöyle karşılık verdi: Başka hiçbir şeyim yok. Elimdeki bütün paralar, benim Müslümanların hazinedarı olmamdandır ve senin yüzünden onlara ihanet etmeye ve kendimi cehennem ateşine atmaya niyetim yok."
Nureddin'in hayatının her evresinde görülebilecek bu tür davranış ve sözler, bölgenin şatafat içinde yaşayan ve en ufak tasarruflarını bile çekip alabilmek için uyruklarına baskı yapan yöneticileri için öncelikle rahatsız edici olmaktadır kuşkusuz. Hasımlarının canını sıkan Zengi'nin oğlu, çoğu zaman kendi emirlerini, kendi komutanlarını ve üst düzey memurlarını da rahatsız etmektedir. İslâmî hükümlere uyulması konusunda da zamanla daha titiz davranacaktır. İçkiyi sadece yakınlarına değil, tüm ordusuna ve Müslüman halka yasaklayacaktır. Halepli vakanüvis Kemaleddin "Nureddin, bütün parlak kıyafetleri bırakarak pürtüklü kumaşlara büründü." diye yazmaktadır. İçkiye ve muhteşem süslere alışkın olan Türk ve Kürt subaylar, nadiren gülümseyen ve bilge kişilerle arkadaşlık etmeyi diğerlerine tercih eden bu efendiyle birlikteyken kendilerini çok rahat hissetmeyeceklerdir.
Emirler için daha da can sıkıcı olan şey, Zengi'nin oğlunun Nureddin (dinin ışığı) unvanından vazgeçerek, kişisel adı olan Mahmut'la yetinme eğilimidir. Çarpışmalardan önce: "Allah'ım! Zaferi İslâm'a ver! Mahmut kopuğu zafere lâyık adam mıdır?" diye dua etmektedir. Bunlar halk üzerinde sanıldığından çok daha fazla etkili olacak ve bölge bölge bir diriliş ve arınış dalgası oluşturacaktır. Hasımları ve etrafındakiler böyle bir yaşam biçiminin gelip geçici olmadığını, samimiyet ve Allah rızası ekseninde geliştiğini zamanla daha iyi görecek ve bu arada kimileri de zorla değil saygı ve sadakatla ona destek olacak, etrafında kenetleneceklerdir. İslâm toplumunun Nübüvvet dönemindeki güzel ve cezp edici değerleri, yıllar sonra tekrar bir diriliş nefhası oluşturacak ve bu silkinme çekirge sürüleri gibi İslâm topraklarına saldıran Haçlılara karşı da savunmadan hücuma geçilmesine zemin oluşturacaktır. Sonuç her halükârda, yorum yapılmasına gerek kalmayacak biçimde ortadadır: İslâm dünyasını, Frenkleri ezebilecek bir güç hâline Nureddin getirecek ve zaferin olgunlaşmaya durmuş meyvelerini de onun komutanlarından, yardımcılarından biri olan, Batılıların ismini ve başarılarını daha büyük bir hayranlıkla andıkları Selahaddin toplayacaktır.
KESİNTİSİZ CİHAD
Nureddin, babası öldükten sonra Halep'e egemen olmayı başarmıştır. Atabey tarafından fethedilmiş muazzam topraklarla kıyaslandığında bu az bir şeydir; fakat bizatihi bu başlanğıç alanının mütevazı olması, onun hükümdarlığının şanını sağlayacaktır. İmadüddin, hayatının büyük bir bölümünü halifeler, sultanlar ve Irak ile Cezire'nin kimi emirleriyle mücadele etmekle geçirmiştir. Oğlu, bu tüketici ve hayırsız işten kurtulacaktır. Musul'u ve civarındaki bölgeyi ağabeyi Seyfeddin'e bırakan ve onunla iyi ilişkiler içinde kalarak, doğusunda güvenebileceği güçlü bir dostu olan Nureddin, kendini tamamen Suriye sorunlarına adamıştır. Ancak 1146 Eylülünde güvenilir adamı Kürt emiri ve Selahaddin'in amcası Şirkuh'la birlikte Halep'e geldiğinde rahat bir konumda değildir. Bunun nedeni, yalnızca Antakya şövalyelerinden yeniden kaygı duymaya başlanılması değil, aynı zamanda Nureddin'in egemenliğini henüz başkentinin surlarının dışına oturtmayı başaramamış olmasıdır. Tam bu sırada, ekim sonunda ona, Jocelin'in kentin Ermeni halkının bir bölümünün yardımıyla Edessa'yı geri almayı başardığı bildirilir. Edessa (Urfa), Zengi'nin ölümünden beri kaybedilenlere benzeyen herhangi bir kent değildir. Bu şehir, bizatihi atabeyin şanının simgesidir, düşmesi hanedanının bütün geleceğini tehlikeye sokmaktadır. Haberi alan Nureddin, çok çabuk tepki gösterir. Gece gündüz at koşturur, çatlayan atları yol kenarında bırakır. Jocelin'in savunmayı düzenlemesine fırsat bırakmadan Edessa önüne varır. Geçmiş deneyimlerin daha cesur hâle getirmediği kont, gece olur olmaz kaçmaya karar verir. Onu izlemeye çalışan yandaşları, Halepli süvariler tarafından yakalanır ve öldürülür.
Ayaklanmanın bastırılmasındaki hız, Zengi'nin oğluna doğmakta olan iktidarının çok ihtiyaç duyduğu bir saygınlık sağlar. Dersini alan Antakya hükümdarı Raymond, daha az girişimci olur. Şam emiri Unar'a gelince, Halep'in efendisine kızını eş olarak almasını teklif eder. Nureddin'in Suriye'deki konumu artık sağlam temellere dayanmaktadır. Fakat ufukta beliren tehlikelerle kıyaslandığında, Jocelin'in komploları, Raymond'un yağma harekâtları ve Şamlı yaşlı tilki Unar'ın entrikaları bir süre sonra önemsiz gözükecektir. Zira İbnü'l Kalanissi asıl tehlikeyi şu satırlarla resmetmektedir:
"Konstantinopolis'ten, Frenklerin topraklarından ve bunlara komşu ülkelerden ardı ardına haberler geldi. Bunlara göre Frenklerin kralları İslâm topraklarına saldırmak üzere ülkelerinden buralara geliyorlardı. Bunlar ülkelerini boş, savunmasız bırakmışlardı ve beraberlerinde servetler, hazineler ve ölçülemez miktarda malzeme getiriyorlardı. Sayılarının bir milyon; hatta daha fazla piyade ve şövalyeye ulaştığı söyleniyordu."
Urfa'nın düşmesinin harekete geçirdiği ikinci Frenk istilası başlangıçta birincisinin bir kopyası gibidir. 1147 sonbaharında sırtlarına haç biçiminde kumaşlar dikmiş olan sayılamayacak kadar çok savaşçı Küçük Asya'ya akın etmiştir. Onları bu kez Kılıçarslan'ın oğlu Mesut beklemektedir. Sultan Mesut Haçlılara bir dizi pusu kurarak, çok öldürücü darbeler indirir. Yeni Frenk istilacılarının tam sayılarının ne olduğu bilinmemekle birlikte, bunların gücü Kudüs, Antakya ve Trablus'takilere eklendiğinde, hareketlerini dehşet içinde izleyen İslâm âlemini kaygılandıracak bir durum ortaya çıkmaktadır. Akla hep aynı soru gelmektedir: Saldıracakları ilk kent hangisi olacak? Mantık Urfa'dan başlamalarını gerektirmektedir. Onun düşmesinin intikamını almak için yola düşmüşlerdir çünkü. Halep'e de saldırabilirler ve böylece Nureddin'in yükselen gücüne daha baştan darbe indirirler ve bunun sonucunda Urfa kendiliğinden düşer. Fiili durumda ne biri ne de diğeri olacaktır. İbnü'l Kalanissi, kralların arasındaki uzun tartışmalardan sonra, Şam'a saldırmaya karar verdiklerini, kenti ele geçireceklerinden çok emin olduklarını, buraya bağlı toprakları nasıl paylaşacakları konusunda daha baştan anlaştıklarını yazmaktadır.
Frenkler, Müslümanların direnişine bundan daha iyi bir hizmette bulunamazlardı. Çünkü Şam, Kudüs'teki Haçlılarla ittifak antlaşması yapan yegâne Müslüman yönetici Muyiniddin Unar'ın kentiydi. Geriye dönüp baktığımızda, bu Frenk ordularına komuta eden güçlü krallar, Şam gibi saygın bir kentin işgalinin, onların doğuya kadar gitmelerini tek başına meşru ve mümkün kılacağını düşünmüşe benzemektedirler. Arap vakanüvisler, esas olarak Alman kralı Conrad'dan söz etmekte, aslında çok çaplı bir kişi olmayan Fransa kralı VII. Louis'nin varlığından hiç söz etmemektedirler.
Frenk birlikleri 24 Temmuz 1148'de Şam önlerine varırlar. Arkalarında eşyalarını taşıyan devasa deve kafileleri bulunmaktadır. Şamlıların yüzlercesi, istilacılarla çarpışmak için kentten çıkar. Ufak çarpışmalar olur. Unar, bölgenin bütün emirlerine takviye talep eden mektuplar yazdığı için, bunlar kuşatma altındaki kente ulaşmaya başlamışlardır. Nureddin'in ertesi gün Halep ordusunun başında geleceği, ayrıca ağabeyi Seyfeddin'in de Musul ordusuyla yola çıktığı haber verilmektedir. Onlar yaklaşırlarken, İbnü'l Esir'e göre, Unar bir tane yabancı Frenklere, bir tane de Suriyeli Frenklere mesaj gönderir. Birincilere karşı basit bir dil kullanmıştır: "Doğunun kralı geliyor, kenti ona teslim ederim ve buna pişman olursunuz." Diğerlerine yani "yerleşikler"e farklı bir dil kullanmaktadır: "Bize karşı bu adamlara yardım edecek kadar delirdiniz mi? Eğer Şam'ı ele geçirirlerse, size ait topraklara da göz dikeceklerini hiç düşünmüyor musunuz? Bana gelince, eğer kenti savunmayı başaramazsam, onu Seyfeddin'e teslim ederim ve eğer Şam'ı alırsa siz de Suriye'de tutunamayacağınızı çok iyi biliyorsunuz."
Unar'ın bu manevrası umulandan daha da başarılı olmuştur. Takviye güçleri gelmeden önce Şam'dan uzaklaşması için Alman kralını ikna etmeyi üstlenen yerli Frenklerle gizli bir antlaşma yapan Unar, diplomatik manevralarının başarısını garantiye almak için büyük rüşvetler dağıtmış, bu arada Frenkleri pusuya düşüren ve hırpalayan yüzlerce gönüllüyü başkent çevresindeki meyve bahçelerine dağıtmıştır. Bu yaşlı Türk'ün attığı nifak tohumları kısa zamanda meyve vermeye başlamıştır. Moralleri aniden bozulan kuşatmacılar, güçlerini yeniden bir araya getirmek için taktik bir geri çekilme kararı vermişlerdir. Bu yüzden kendilerini Şamlılar tarafından hırpalanarak her bir yanı açık ve hiçbir su kaynağı olmayan bir ovada bulmuşlardır. Salı sabahı, Frenk orduları çoktan Kudüs'e çekilmeye başlamışlardır ve peşlerinde de Unar'ın adamları vardır.
Şam emirinin zaferi, saygınlığını artıracak ve istilacılarla yaptığı antlaşmaları unutturacaktır. Fakat Muyiniddin kariyerinin son günlerini yaşamaktadır. Bir yıl sonra ölür. Şam kuşatmasının esas kazançlısı, hiç kuşkusuz Nureddin'dir. 1149 Haziranında Antakya prensi Raymond'un ordusunu ezmeyi başarır. Selahaddin'in amcası Şirkuh, Raymond'u kendi elleriyle öldürür. Böylece Kuzey Suriye'deki bütün Frenk tehditlerini def eden Zengi'nin oğlunun, babadan kalma eski düşünü gerçekleştirmesi için elleri serbest kalmıştır: Şam'ın fethi.
Nureddin, kendisiyle iftihar eden bu büyük Emevi kentine tecavüz etmek değil, onu cezbetmek istemektedir. Birliklerinin başında kenti çevreleyen meyve bahçelerine vardığında, bir saldırıya hazırlanmaktan çok kent halkının sempatisini kazanmaya uğraşmıştır. Köylülere iyi davranmış ve varlığının onlara yük olmamasına uğraşmıştır. Tarihçiler, Şam ve civarındaki yerlerde onun için dua edildiğini aktarmaktadırlar.
Nureddin gönülleri fethetmeye devam eder ve bu şekilde bir iki yıl daha geçer. 18 Nisan 1154'te askerleriyle birlikte tekrar Şam önüne gelir. Kentin yeni efendisi Abak, Frenkleri yardıma çağırır. 25 Nisan Pazar günü, kentin doğusundan nihai saldırı emri verilir. Fakat surlarda asker de halktan bir kimse de yoktur. Nureddin'in askerlerinden biri, Yahudi bir kadının kendisine ip sarkıttığı bir burca doğru ilerler. Kimse fark etmeden surun tepesine ulaşır ve arkasından gelen birkaç arkadaşı bir sancak açıp sura dikerler ve "Ya Mansur!" diye bağırmaya başlarlar. Şam'daki birlikler ve halk, Nureddin'in adaletine ve iyi ününe duydukları sempatiden ötürü direnmekten vazgeçerler. Bir kazmacı, kazmasıyla doğu kapısına koşup kilidi kırar. Askerler buradan içeri girerler. Nihayet Melik Nureddin, maiyetiyle birlikte, hepsi de açlık ve kâfir Frenkler tarafından kuşatılma kaygısını takıntı hâline getirmiş olan halkın ve askerlerin büyük sevinç gösterileri eşliğinde kente girer.
Nureddin, silah kullanma yerine ikna etmeyi başararak, Şam'ı kan dökmeden fethetmiştir. Haşhaşiyuna, Frenklere, Atabey İmadüddin'e inatla direnen Şam, hem onun güvenliğini sağlama hem de ayrıcalığına saygı gösterme güvencesi veren bir hükümdarın yumuşak kararlılığının etkisi altında kalmıştır. Kent, yaptığına pişman olmayacak, Nureddin ve ardıllarının sayesinde tarihinin en şanlı dönemlerinden birini yaşayacaktır. Nureddin, zaferinden hemen sonra ulemayı, kadıları ve saygın tüccarları toplayarak, onlara rahatlatıcı sözler söylemiş, ayrıca büyük miktarda yiyecek getirtmiş ve meyve pazarının üzerine binen vergileri hemen iptal etmiştir. Onun bu iyiliklerini halk alkışlamış ve tekbirler getirilmiştir. O dönemde yaşayan tarihçiler; kentli köylü, kadın erkek, zengin fakir herkesin Nureddin'in daha fazla yaşaması ve hep zafer kazanması için dua ettiklerini aktarmaktadırlar.
Suriye'nin iki büyük kendi Halep ve Şam, Frenk istilasının başından beri ilk kez aynı devletin içinde, otuz yedi yaşında olan ve kendini istilacıya karşı mücadeleye adamaya kesin kararlı bir hükümdarın yönetimi altında birleşmiştir. Suriye'yi kendi yönetiminde birleştirmeyi ve ülkeyi zayıf düşüren iç çatışmaları sona erdirmeyi başaran Nureddin; artık Frenklerin işgali altındaki büyük kentleri geri almak için topyekûn ve kesintisiz bir cihada girmeyi planlayacaktır.
Nureddin Zengi, bu planlamayı yaparken, iki yıl süren ağır bir hastalık geçirir. 1159'da çeşitli gelişmeler üzerine bakışlarını Mısar'a çevirmek zorunda kalır. Kahire'nin kaygan zeminin içine girmeye hiç niyeti yoksa da Mısır'ın zenginlikleriyle birlikte Frenklerin cephesine kaymasını istememektedir; çünkü böyle bir durum Doğu'nun en büyük gücünü yaratacaktır. Zengi'nin oğlu, uzun süre düşündükten sonra, Şirkuh'un bu bölgeye bir sefer düzenlemesine izin verir. Şirkuh, ayrıntılarına girmeyeceğimiz bir yıldırım harekâtıyla Mısır'ı hemen hiç kayıp vermeden kısa sürede ele geçirir. Fakat kendisine yardım etmesi için gelip Nureddin'e yalvaran Vezir Şâver, iktidarı devralır almaz vaatlerini unutarak Şirkuh'a Mısır'ı hemen terk etmesini söylemiştir. Şirkuh ise kızmış ve direnmiştir. Ordusuna güvenemeyen Şâver, bu kez bölgedeki Frenklerden yardım istemiştir. Şirkuh, özellikle Bilbays'ta Frenklere karşı destansı bir direniş sergilemiştir.
Nureddin, Bilbays'taki durumun çok kötü olduğunu öğrenince, onları Mısır'dan ayrılmaya zorlamak için Frenklere yönelik büyük bir saldırı başlatmaya karar verir. Bütün Müslüman emirlere, cihada katılmaları için mektup yazar ve Antakya yakınlarındaki güçlü Harim kalesine saldırır. Suriye'de kalmış olan bütün Frenkler ona karşı koymak için toplanırlar. Aralarında Antakya prensi Bohemond ve Trablus kontu da vardır. Nureddin çarpışmada Frenkleri ezer, ordularını darmadağın eder. Frenkler on bin ölü verir ve prensle kont da dahil olmak üzere bütün önderleri esir edilir.
Nitekim, Harim zaferinin haberleri Mısır çarpışmasının verilerini tersine çevirmiştir. Bu arada, Bilbays surlarına Nureddin'in gönderdiği Frenk kelleleri dizilir. Bu haberler, kuşatma altındakilerin moralini yükseltirken, Frenkleri Filistin'e geri dönmek zorunda bırakmıştır.
Karışıklık, ihanet, çatışma ve entrikalar Mısır'da yıllarca devam edecek, Şirkuh bu arada İskenderiye'yi ele geçirecek, en sonunda da Mısır'a hakim olacaktır. Fakat zaferinden iki ay sonra ölecektir. Bunun üzerine Mısır'daki Fatimî halifesi el-Aziz'in danışmanları ona yeni vezir olarak Yusuf'u seçmelerini önerirler. Çünkü Selahaddin Yusuf, daha gençtir ve ordudaki emirlerin en deneyimsizi ve en zayıfı olarak gözükmektedir.
Selahaddin, umulanın aksine Mısır'da otoritesini pekiştirecek ve kendini kabul ettirecektir. Nureddin'in isteğiyle, belli bir zaman sonra Fatımî hilafetine de son verecektir. Süreç içerisinde, Selahaddin ile Nureddin arasında gerginlikler yaşanacak fakat iş savaşa varmayacaktır. Bu arada Nureddin, Haçlıların elindeki onlarca yerleşim birimini fethedecek ve Anadolu içlerine kadar yürüyerek bütünlüğü sağlamaya yönelik çabalarına hız verecektir. Onun en büyük hedefi Kudüs'ü yeniden fethetmektir; hatta bu amaçla camiye yerleştireceği minberi bile hazırlatmıştır.
Nureddin, bu sırada çok sert bir anjine yakalanarak yine ağır bir şekilde hastalanır. Hekimleri ona hacamat önerirler; ama o reddeder. 15 Mayıs 1174'te, aziz melik, Müslüman Suriye'yi birleştiren ve Arap dünyasına istilacıya karşı nihai mücadeleye hazırlanma gücü ve olanağı sağlayan mücahid, muttaki ve âdil Nureddin Mahmud'un ölüm haberi Şam'da duyulur. Her şeye rağmen, onun ölümüne en çok üzülen ve günlerce ağlayanlardan biri de Selahaddin Eyyubi olacaktır.
DÖNEMİN KOŞULLARINDA İMRENİLECEK BİR PORTRE
Çağdaşı kimi tarihçilerin, ona duydukları yakınlık ve hayranlıktan dolayı, kendisini abartarak övmüş olabileceklerini düşünsek bile, Nureddin Zengi nesnel ölçütler içinde de büyük bir misyona ve saygın bir kişiliğe sahiptir kuşkusuz. Onun en büyük gücü ve etkisi, disiplin ve düzene önem atfetmesi, kalıcı ve dönüştürücü çözümlere yönelmesidir. Muttaki ve mücahid kişiliğiyle; dindarlık, ilim ve adaletten ayrılmamasıyla halkın sevgisini ve bağlılığını kazanmayı bilmiştir. Bu hasletler, büyük bir çözülme ve kaos yaşayan İslâm dünyasında hem yıllardan sonra ilk kez birliğin, birleşmenin yolunu açmış hem de moral bozukluğunun, yılgınlığın aşılarak Frenklere karşı güçlü ve direngen bir cephenin oluşturulmasını sağlamıştır.
29 yaşında babasının yerine geçen Nureddin, Kudüs'ü f ethetmeyi tasarladığı bir zamanda, 56 yaşındayken öldüğünde o dönem için azımsanmayacak bir coğrafyada birlik ve bütünlük oluşturmuştur. Öldüğü vakit Trablusgarp'tan Hemedan'a, Yemen'den Sivas'a kadar uzanan geniş İslâm topraklarının hakimiydi. Kilikya'daki Ermeni Krallığı onu hâmî kabul ediyor ve ona vergi ödüyordu. Haçlılar, onun karşısında zamanla işgali unutmuş ve kendi şehirlerini koruma derdine düşmüşlerdi. Etrafındaki yerel Müslüman hükümdarlardan da ona rakip olabilecek kimse yoktu. Asıl büyük hedefi olan Kudüs'ün fethinin yakın olduğunu seziyordu. Mescid-i Aksâ'ya konması için güzel bir minber bile yaptırmıştı. Ölmeseydi, bir iki yıl içinde Kudüs'ü Haçlılardan geri alabilirdi. O, sadece kahramanlığı ve siyasetiyle üstün bir kişi değildi. Aynı zamanda büyük bir teşkilatçı, âdil bir devlet adamı, ilmin koruyucusu, düşkünlerin hâmisi, büyük bir imarcı ve samimi bir dindardı. Sade bir hayat yaşar ve yakınlarını da böyle davranmaya teşvik ederdi. İmkânlarını sürekli cihad ve hayır işlerine sarf etmişti. Kurduğu düzen sayesinde ülke refaha ve güvenliğe kavuşmuş, birçok şehir kalkınıp gelişmişti.
Tarihe yönelmek, tarihî olay ve kişiliklerle ilgilenmek; hamasî yaklaşımlara dayanak aramak ya da gözü kapalı bir karalama çabası içinde olmak değildir kuşkusuz. Tarih, insanlığın geçmişteki olumlu ve olumsuz deneyimleriyle doludur ve ibret almayı bilenler için çok işlevsel bir laboratuar hüviyetindedir. Durduğumuz / bulunduğumuz yeri, konumu daha iyi görebilmek için geçtiğimiz yolu, geçmişimizi sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmemiz şarttır.
Kolektif ve dikkatli bakışlar eşliğinde yola çıktığımızda, tarihî süreç / gelenek içinde önemli fakat üstü örtülmüş yahut gözden kaçmış birçok olayı, gelişmeyi, başarıyı ve yıkılışı görmemiz mümkündür. Bu çabalar zamanla gündemden düşmüş, unutturulmuş ya da başkalarının gölgesinde kalmış simalarla tanışmamızı da sağlayacaktır.
Onca kırılma, çözülme, kimlik ve amaç yitimi, zorbalık ve kirlenme içinde; Müslümanların kimi zaman özne kimi zaman da nesne olmak durumunda kaldıkları tarihî süreç içerisinde bir direniş çizgisine, bir ihya ve ıslah hattına rastlamak mümkündür. Bu olumlu çabalar, birçok eksiklik ve zaaf içerseler de bazen bir iki önemli şahsiyet, bazen küçük bir öbek, bazen de küçümsenmeyecek bir toplum örgütlenmesi biçiminde karşımıza çıkmaktadır. "Islah ve ihyanın tarihi" köksüz ve izleksiz değildir.
Nureddin Zengi, daha önce de değindiğimiz gibi, yaşadığı dönem ve koşullar ölçeğinde gerçekten farklı ve ileri bir kişiliktir. "Devir-şahsiyet-eser" üçgeninde baktığımızda bu daha iyi anlaşılmaktadır. Onun bütün yönleriyle mükemmel biri olmasını beklemek elbette muhaldir. Sonuçta veraset yoluyla babasının yerine geçen bir "hükümdar"dır; hırsları, zayıflıkları, yetersizlikleri vardır. Fakat İslâm dünyasının müthiş bir yozlaşma, korku ve çöküş ortamında boğulduğu, düşünsel ve tevhidi zindeliğin yitirildiği, onlarca devlet ya da beyliğin birbiriyle didiştiği, İslâmî zeminini ve Kur'anî niteliklerini yitiren dinî temsiliyet ve hilafet kurumunun Abbasi ve Fatımi olmak üzere çift başlı bir hüviyete büründüğü, istişarenin ve halkın yönetime katılımının çoktan unutulduğu, hurafelerin ve İslâm dışı cereyanların günlük hayatı ısırgan otları gibi kuşattığı bir dönemde Nureddin Zengi yaşama biçimi ve yaptıklarıyla hemen dikkati çekmektedir. Bu arada Doğu-İslâm halklarının Haşhaşiyun suikastleri, vahşi Moğol saldırıları ve özellikle de Batılıların barbar ve sonu gelmeyen Haçlı seferleri arasında nasıl bir dehşete, korkuya, iç çöküntü ve yıkıma duçar olduğu gözden ırak tutulmamalıdır. Zengi'nin oğlu idealist, çok yönlü, ufuk sahibi ve ileri görüşlü bir tek insanın bile, böyle bir ortamda neler yapabileceğini göstermesi açısından önemlidir. Bu bağlamda o, öncülleri gibi sadece kılıcın gücüne, kaba kuvvete dayanmamış; kirli ilişkilerden, döneklik ve ihanetlerden hep uzak kalmıştır. İlme önem vermiş, kamuoyu oluşturmanın önemini çok iyi kavramış, nizam duygusunun gücüne inanmış, adaleti ve iktisadı tanzim ederek duyarlı halkın sevgisini ve bağlılığını kazanmış, belirli bir ciddiyet ve çerçeveye oturtulmuş bir cihad anlayışını süreklilik kazandırarak canlı tutmuş ve ardıllarına da böyle bir miras bırakmıştır.
Bu çapta bir insan olmasına karşın, onun, hak ettiği ilgiyi gördüğünü söylememiz mümkün değildir. Görebildiğimiz kadarıyla onunla ilgili derli toplu ve müstakil bir tek kitap bile bulunmamakta; yapılan çalışmalarda hep Selahaddin Eyyubi'nin gölgesinde kalmaktadır. Müsteşrikler, Batılı tarihçiler tarafından onunla ilgili olarak kaleme alınan yüzlerce makale de sistematik bir anlayışla çevrilmeyi beklemektedir. Bunların yanı sıra onun yaşamı ve mücadelesi, edebiyatçılar ve sinemayla ilgilenenler için de çok önemli ve zengin veriler, imkânlar içermektedir. Haçlı seferlerinin çerçevelediği geniş ve etkileyici bir tarihsel fon içerisinde, Nureddin Zengi, edebî ve sinematografik olanaklarla günümüz insanına yeniden tanıtılabilir. Müslümanların, İslâm dünyasının, modern bir Haçlı zihniyeti ve küresel kuşatmayla karalandığı, kakışlandığı böyle bir dönemde bu tür çabalar hem diriliş ve silkinmeye katkıda bulunacak hem de tarihe önemli ve anlamlı bir not düşülmüş olacaktır.
BİBLİYOGRAFYA:
1. İbnü'l Esir, İslâm Tarihi (el-Kâmil fi't Tarih Tercümesi), Cilt 11, Bahar Yayınları, İstanbul 1987.
2. Ebu'l Hasan en-Nedevî, İslâm Önderleri Tarihi, Cilt 1, Kayıhan Yayınları, İstanbul 1992.
3. Selahaddin'in Mirası, Edisyon, Avesta Yayınları, İstanbul 2000.
4. Amin Maalouf, Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri, Telos Yayınları, İstanbul 1998.
5. Ahmed Ağırakça, Selâhaddin Eyyûbî ve Kudüs'ün Yeniden Fethi, Beyan Yayınları, İstanbul 2005.
6. Bahaeddin Kök, Nureddin Mahmud bin Zengi ve İslam Kurumları Tarihindeki Yeri, İşaret Yayınları, İstanbul 1992.
7. Ramazan Şeşen, Selahaddin Eyyubi ve Devleti, İSAR Yayınları, İstanbul 2000.
8. Ali Sevim, Suriye-Filistin Selçuklu Devleti Tarihi, TTK Yayınları, Ankara 1989.
9. Işın Demirkent, Urfa Haçlı Kontluğu Tarihi, TTK Yayınları, Ankara 1994.
10. Bahattin Kök, Nureddin Zengi, Mahmud, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 33, s. 259 – 262.
ALİ DEĞİRMENCİ
Haksöz-Haber




