
Malatya’da "Doğu ve Batı Arasında İslam" konuşuldu
Malatya İnönü Üniversitesi Bilgi ve Erdem Topluluğu, akademisyen Necmettin Salih Ekiz’in konuk olduğu "Doğu ve Batı Arasında İslam" başlıklı bir program gerçekleştirdi.
Sunuculuğunu Bilgi ve Erdem Topluluğu yönetim ekibinden kardeşimiz Betül Oksar'ın yaptığı program Ahmet Akın hocamızın Kur'an'ı Kerim tilaveti ile başladı. Tilavetin ardından Bilgi ve Erdem Topluluğu Başkanı ve İlahiyat Fakültesi Temsilcisi Ramazan Bayram'ın açılış konuşmasıyla başladı.
Ramazan Bayram:
"Euzu billahi mineşşeytanirracim. Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabbil
alemin, vesselatü vesselamü ala Resulina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi
ecmain.Saygıdeğer hocalarım, kıymetli misafirler, kıymetli öğrenciler Hepiniz Doğu ile
Batı Arasında İslam adlı konferansımıza hoş geldiniz. Bugün burada yalnızca iki coğrafya
arasındaki tarihsel ilişkileri konuşmak için değil, aynı zamanda bu ilişkilerin arkasında
yatan düşünce biçimlerini, algıları ve kültürel okumaları yeniden değerlendirmek için bir
aradayız. Doğu ile Batı arasındaki etkileşim, yüzyıllar boyunca kimi zaman merak ve
ilgiyle, kimi zaman da güç ilişkilerinin belirlediği bakış açılarıyla şekillenmiştir. Bu
çerçevede, özellikle oryantalizm, İslam dünyasının Batı’da nasıl algılandığını, nasıl temsil
edildiğini ve kimi zaman nasıl yeniden tanımlandığını anlamamız açısından son derece
önemli bir kavramdır. Bugünkü konferansımız, bu iki dünyanın karşılaşmasında ortaya
çıkan hem entelektüel hem de kültürel okumaları ele alırken, İslam medeniyetinin bu
süreçlerde nasıl konumlandırıldığı da tartışma fırsatı sunacaktır. Doğu’nun kendini
anlatma biçimi ile Batı’nın Doğu’ya bakışı şekillendiren bilgi üretim süreçleri, günümüz
dünyasını anlamamız açısından hala oldukça belirleyicidir. Batı’nın Doğu’yu nasıl
gördüğü kadar, Doğu’nun kendini nasıl anlattığı, nasıl konumlandırdığı da bu ilişkinin
önemli bir parçasıdır. Nitekim, tarih boyunca İslam medeniyeti sahip olduğu ilim,
düşünce ve kültür birikimiyle yalnızca kendi coğrafyasını değil, Batı dünyasını da
derinden etkilemiş; astronomiden tıbba, felsefeden edebiyata kadar pek çok alanda
ciddi katkılar sunmuştur. Ancak, modern dönemde bu birikimin Batı akademisi
tarafından nasıl okunduğu, nasıl yorumlandığı ve kimi zaman nasıl yeniden
şekillendirildiği bugün üzerinde durmamız gereken önemli meselelerden biridir. Bu
bağlamda, programımızın konuşmacısı olan Düzce Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Araştırma Görevlisi Necmettin Salih Ekiz hocamız, sadece İslam düşüncesi alanındaki
birikimiyle değil, aynı zamanda Oxford Üniversitesi’nde yürüttüğü çalışmalarla Batı
akademisinin Doğu’ya yaklaşımını yakından gözlemleme imkanı elde etmiş bir isimdir.
Kendisi bugün bizlere Doğu-Batı ilişkilerinin tarihsel kökenlerinden modern akademik
tartışmalara, oryantalizmin düşünce dünyasındaki etkilerinden İslam medeniyetinin bu
bağlamdaki temsil biçimlerine kadar geniş bir perspektif sunmaktadır. Bilgi ve Erdem
Topluluğu olarak hedefimiz, gençlerimizin dünyayı tek boyutlu olmak yerine hem kendi
medeniyet köklerini iyi anlamalarını hem de küresel düşünce dünyasını eleştirel bir
bilinçle değerlendirebilmelerini sağlamaktır. Doğu ile Batı arasındaki etkileşimi
oryantalizm bağlamında konuşmak, bu hedef doğrultusunda oldukça değerli bir adım
niteliği taşımaktadır. Etkinliğimize katılarak bizlere güç verdiğiniz için hepinize teşekkür
ederim. Konferansımızın verimli, ufuk açıcı ve düşünce dünyamıza yeni perspektifler
kazandıran bir program olmasını diliyorum. Tekrardan bizi yalnız bırakmadığınız için
herkese teşekkür eder, programımızın hayırlara vesile olmasını diliyorum."
Topluluk Başkanımızın konuşmasından sonra, topluluk faaliyetlerimizin sinevizyon
gösterimi yapıldı.
Konuşmayı konuğumuz devr aldı. Necmettin Salih:
Bismillah, elhamdülillah, vessalatü vesselamü ala Resulillah. Kıymetli hazirun, öncelikle
Hüseyin Hocam’ın şahsında, bu güzel organizasyonu tertip ettikleri için Bilgi ve Erdem
Topluluğu’na teşekkür ediyorum. Bugün, Allah nasip ederse oryantalizmi konuşacağız.
Fakat oryantalizm meselesi iki yönü olan bir mesele. Birincisi, teknik bir yönü var. Bu
teknik yöne girersek aslında işin içinden çıkamayız. Hem siz sıkılırsınız, hem de pek çok
kitapta, makalede okuyup elde edebileceğiniz bilgiler olur benim size anlattığım teknik
meseleler, tarihsel meseleler. Ben bunun yerine bugün biraz daha size bir ilahiyat
talebesinin oryantalizmle münasebetini anlatmaya çalışacağım. Yani aslında bu bizim
ilahiyat geleneğimizin geçmişiyle alakalı bir durum. Dolayısıyla benim konuşmamdan
şunu çıkarabilirsiniz: Oryantalizmle hasbelkader yani sekiz seneyi geçmiştir
münasebetim. Bu çok az bir süre. Oryantalizm gibi bir gelenek bir ömür harcansa bile
tüketilemeyecek kadar geçmişi olan bir gelenek. Fakat aktif olarak bu işin içinde olan ve
yakın zamanda da bu işin menbaına gidip gelmiş birisi olarak aslında benim size
anlatacaklarım şu an bir Türkiye bağlamında bir ilahiyat talebesinin oryantalizm
tecrübesi olarak bunu algılayabilirsiniz. Dolayısıyla hani size kitaplarda ya da
makalelerde bulamayacağınız şeyler biraz daha anlatmaya çalışacağım, kişisel
tecrübeler olarak.
Sözlerine şu şekilde devam etti:
Şimdi değerli arkadaşlar, öncelikle tabii kısaca ben oryantalizmin size bir tanımını ve çok
özet bir tarihçesini geçeceğim. Oryantalizm ne demek? Oryantalizm, oryent kökünden
geliyor zaten. Biliyorsunuz bir kelimenin sonuna “izm” eklendiğinde onun aslında bir
ideolojik ve tarihsel boyutunu ifade etmiş oluyoruz. Oryantalizm de bu bağlamda aslında
doğu bilimi demek. Çünkü oryent kelime anlamı olarak doğu demek. Ve oryantalist
dediğimizde de aslında biz doğu bilimci demiş oluyoruz. Şu şekilde bir gâlate-i meşhur
da var. Sanki oryantalistler sadece İslam araştırmacılarıymış gibi bir yanlış bir algı da var.
Çünkü biz oryantalizmle sadece İslam araştırmaları boyutunda muhatap oluyoruz.
Halbuki oryantalistler inceleme alanları açısından baktığımızda İslam sadece onların
inceleme alanlarının bir kısmını teşkil ediyor. Aslında şöyle düşünebilirsiniz: Akdeniz
bölgesinden mesela Fas’tan alın, ya da ne bileyim biraz daha kuzeyden Edirne’den
Japonya’ya kadar Batı’nın Doğu diye konumlandırdığı bütün coğrafya içerisinde kalan
herhangi bir şeyi çalışmaya, incelemeye biz oryantalizm diyoruz. Dolayısıyla böylesine
geniş kapsamlı bir alanı var. Bizim bugün burada konuşacağımız şey aslında İslam
araştırmaları, İslam ve oryantalizm olacak. Dolayısıyla biraz daha Orta Doğu bağlamında
konuşacağız nasipse. Bu oryantalizmin tarihi değerli arkadaşlar, İslam’ın kendisi kadar
eskidir. Biz oryantalizm deyince aklımıza böyle akademik bir gelenek geliyor. Kelimenin
kendisi de zaten modern bir kelime. Bunu bu şekilde meşhur eden isim Edward Said’dir.
1970’lerde ilk kitabını çıkardığında Şarkiyatçılık adıyla Oryantalizm diye, İngilizcesiyle,
bunu bastığında aslında literatüre bunu bir kavramsallaştırma olarak yerleştiren kişi
Edward Said’dir. Dolayısıyla bizim bir eleştirel oryantalizm literatürü olarak aslında
geçmişimiz bundan en fazla 50-60 sene öncesine gidiyor. Halbuki oryantalizm İslam’ın
kendisi kadar eski dedim. Yani 14 asırlık bir geleneğe sahip. Bu da şu şekilde özetle
teşekkül ediyor. Önce teşekkülünden bahsedeceğim, ondan sonra bizim ilahiyat
bağlamındaki tezahürlerinden bahsetmeye çalışacağım. Şimdi öncelikle, biliyorsunuz
Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in vefatından sonra Müslümanlar çok kısa
süre içerisinde, önce Hulefa-i Raşidin önderliğinde, ardından da Emevi Abbasi
halifelerinin fetihleriyle birlikte Müslümanlar çok kısa süre içerisinde, 20-30 yıl bile
kalmadan, yani Hulefa-i Raşidin dönemini düşünürsek, üç kıtaya birden hakim oldular.
Yani kuzeyde İran coğrafyasına, batıda Kuzey Afrika’nın en uç noktalarına kadar, Bizans
kapılarına kadar dayandılar Müslümanlar. Dolayısıyla bu aslında kendinizi o dönemde
yaşayan bir Hristiyan konumunda düşünün. Mesela diyelim ki o dönemin Doğu
Hristiyanları nerede yaşıyorlardı? Daha çok günümüzün Güneydoğu Türkiye’siyle Kuzey
Suriye’si. O civarlarda özellikle Süryaniler, Nesturiler vesaire orada yaşıyorlardı.
Düşünün, kendi halinizde, çiftliğinizde yaşayan bir Hristiyansınız. Size bir haber geldi:
Hicaz’da Muhammed adında bir adam çıkmış ve Allah diyor, peygamber diyor, İslam
diyor, bir din vaaz ediyor. Bunu ciddiye almazsınız. Tamam bunlar hep tarih boyunca bu
tür insanlar çıkmıştır, gelmiştir, geçmiştir. Fakat bir bakıyorsunuz ki 10 sene sonra o
İslam ordusu sizin kapınıza geliyor bir anda. Yani dönemin şartlarını düşünün.
Günümüzdeki gibi askerlerinizi böyle uçaklara, gemilere bindirip bir yerden bir yere
nakletmiyorsunuz yani. Bir anda bu şekilde İslam o dönemin süper güçlerinin diyelim
kapılarına dayananca, aslında bu hem askeri, hem siyasi, hem de entelektüel, zihinsel
bir krize yol açtı. Askeri ve siyasi olarak zaten karşı koyamadılar. Çünkü İslam orduları
hani deyim yerindeyse gümbür gümbür her tarafı fethediyordu, hiçbir şekilde
karşılarında duramıyorlardı. Karşılarında duramadıkları için bir mağlubiyet psikolojisi
içerisinde aslında bu onlarda bir entelektüel bir krize yol açtı. Nasıl bir krize yol açtı?
Şimdi İslam orduları bir yeri fethettiklerinde gayrimüslim orduların yaptığı gibi orayı
kılıçtan geçirmiyordu, orada zulüm yapmıyordu, oradaki insanları zorla dinini
değiştirtmeye çalışmıyordu. Ne yapıyordu? Bir vali atıyordu oraya, İslam ülkelerinden
birkaç tane aile getiriyordu oraya yerleştiriyordu ve onların Müslüman yaşantısıyla oraya
giden tebliğcilerin, davetçilerin tamamen güzel dille, peygamber ahlakıyla yaptıkları
tebliğlerden dolayı İslam askerlerinin ayak bastığı yerdeki bütün Hristiyanlar, Yahudiler,
Mecusiler hepsi böyle hızlı hızlı Müslüman oluyorlardı. Dolayısıyla bu bölgelerin din
adamları telaşa kapıldılar. Özellikle Hristiyan din adamları, Doğu Hristiyanlarından
bahsediyoruz. “Ya bizim bu dindaşlarımızın imanını korumamız lazım.” Dediler. Aslında
ilk oryantalizmin temelleri bu şekilde atıldı o dönemde. Yuhanna ed-Dımeşkî diye bir
adam vardır. Emevî Sarayı’nın katiplerindendi hatta yani. İslam’ın hoşgörüsünü buradan
anlayabilirsiniz. Bir Hristiyan bir din adamı Emevî Sarayı’nda katiplik yapabiliyordu yani.
Bu adam ilk İslam’a reddiyeyi kaleme alan isimdir. Ve amacı da aslında İslam’ı
reddedemeyeceğini biliyor. Ona herhangi bir Müslüman alimini okuttuğunda hiçbir etki
oluşturmayacağını biliyor. Ama yine de böyle bir eser almaktaki amacı ne? Az önce
söylediğim gibi kendi dindaşlarının en azından İslam’a girmesini engellemeye çalışmak.
Bu şekilde şu an 8. Yüzyıldan bahsediyorum, yani hemen hicri 2. Asırdan bahsediyoruz.
Bu şekilde başlayan bu reddiye geleneği değerli arkadaşlar, 12. Yüzyıla kadar devam
edecek. Doğu Hristiyanları bu işe öncülük edecekler. İşte Abdülmesih el-Kindîler, ondan
sonra onun devamında gelen bir sürü isimler var. Ve ne zaman ki Emevîler Endülüs’e
çıkacaklar, Emevîler Endülüs’e çıktıktan sonra artık Batı ile İslam fiilen karşılaşmış
olacak. O döneme kadar Müslümanlarla gayrimüslimler daha çok doğu topraklarında,
Doğu Hristiyanlarıyla Müslümanlar karşılaşıyordu. Fakat asıl Hristiyan imparatorluk
geleneği ve Roma mirasıyla İslam orduları aslında Endülüs’e çıktıklarında
karşılaşacaklar. Dolayısıyla oraya çıktıktan sonra artık 12. Yüzyılda Fransa’da bir kilisenin
rahibi, kilise rahibi derken basit anlaşılmasın yani o dönemin böyle papası gibi bir adam,
Muhterem Peter diye biz Türkçeye çevirirler, yani saygıdeğer Peter anlamında... Haçlı
seferleri de bir yandan organize ediliyor tabii o dönemde. Ve Haçlı seferleri
başlayacakken bu Peter diyor ki: “Biz,” diyor, “yıllardır İslam ile kılıçla mücadele
ediyoruz.” İslam’a askerlerimizle karşı koymaya çalışıyoruz fakat hiçbir sonuç elde
edemiyoruz. Yani demek ki bizim yöntem değiştirmemiz lazım. E üç dört asırdır bizim
seleflerimizin yazdığı reddiyeler de hiçbir işe yaramıyor. Hala Hristiyanlar dur durak
bilmeden Müslüman olmaya devam ediyorlar. Dolayısıyla bizim ne yapmamız lazım?
Bizim artık doğrudan İslam kaynaklarını incelememiz lazım. Yani bu artık öyle kulaktan
dolma bilgilerle, işte İslam şöyle kötüdür, peygamberi şöyle kötü adamdır diye çamur
atmakla, iftira atmakla yapabileceğimiz bir şey değil. Artık bizim ne yapmamız lazım? Bir
heyet kurmamız lazım ve bu heyette önce bir Kur’an tercümesi yaptırmamız lazım,
ardından hadisleri tercüme ettirmemiz lazım, işte birkaç fıkıh kitabı, birkaç tasavvuf,
birkaç kelam kitabı vesaire tercüme ettirmemiz lazım ki, bunlar üzerinden biz İslam’ın
yanlışlarını, İslam’ın açıklarını tespit edelim ve bizzat kendi ana kaynakları üzerinden
İslam’ı vuralım projesiyle bir heyet kuruyorlar. Bu heyet içerisinde aslında bir ilk
gerçekleşiyor ve Kur’an-ı Kerim ilk defa Latinceye tercüme ediliyor. Yani bir Batı diline ilk
defa Kur’an-ı Kerim tercüme ediliyor. Tarihler 1147 arkadaşlar. Yani tarihin eskiliğine
dikkatinizi çekmek isterim. Bundan nerede baksanız 900 sene öncesinden bahsediyoruz.
Bu ilk tercümenin de ismi ne peki? Tercümenin ismi şu: Haşa, “Sahte Peygamberin
Yasası.” Yani tercümeye verdikleri isme bakın.
Dolayısıyla bu tercümeyi yaptıktan sonra biz aslında o metin kaynaklı oryantalizmin
başladığını görüyoruz. Bu şekilde tercümeler yapılıyor, başka eserler de çevriliyor ama
hala İslam’a dair böyle teşekküllü bir bilgiye sahip değiller. Niye? Çünkü galip olan İslam,
mağlup olan Batı. Galip her zaman kendi hakimiyetini kurduğu için mağlubun bilgi
sınırlarını da kontrol eder. Şu an kendi durumumuzu düşünün. Biz neyi neye kadar
bilebiliyoruz, neyi neye kadar hükmedebiliyoruz. Bunu düşünelim, biraz canımız sıkılsın.
O dönemde İslam orduları, İslam devletleri, Müslümanlar bu konumdaydı. Dolayısıyla
bir gayrimüslim herhangi bir çalışma ortaya koyduğunda, istediği kadar bu çalışma
derinlikli olsun, etki alanı sınırlı kalıyordu. Çünkü hakim pozisyon bir başkasının
elindeydi. Ardından artık Batı’da üniversiteler kurulmaya başlanınca, bu üniversitelerde
Arapça kürsüleri kurulmaya başlanıyor. 14. Yüzyıla geldik. Hala tercümeler bir yandan
devam ediyor. Şu an Avrupa’nın en önde gelen üniversiteleri var değil mi? İşte Oxford,
Cambridge, Paris’teki, Paris, ondan sonra İtalya’da Bologna vesaire. Bu tür
üniversitelerde ilk kurulan kürsülerden bir tanesi de Arapça kürsüsüdür. Yani mesela
aklınıza şöyle bir soru sorsa, yolda size böyle bir sokak röportajında birisi mikrofon
uzatsa dese ki: “Sizce Batı’da açılmış ilk bölüm nedir?” diye bir soru gelse, dersiniz ki işte
ne bileyim fizik, kimya, biyoloji, astronomi vesaire dersiniz değil mi? İlk açılanlardan bir
tanesi Arapça kürsüsüdür arkadaşlar. Niye? Çünkü İslam gibi bir olgu var, Müslümanlar
denen bir topluluk var ve bunlar ilimde zirveler, bilimde zirveler, siyasette zirveler. Ki 14.
15. Asırlar değerli arkadaşlar, her anlamda İslam’ın zirve olduğu çağlardır yani.
Osmanlının İstanbul’u fethettiği dönemler, memlüklüler Kuzey Afrika’yı komple
hükmediyor, Osmanlı Anadolu topraklarına ve Doğu Avrupa’ya komple hükmediyor
vesaire derken, Batı adeta böyle Fransa ve Almanya sınırları içerisinde kalmış bir
durumda. İspanya zaten yok. İspanya İtalya zaten Müslümanların elinde. Bir tek o
kuzeydeki vahşi Vikinglerle alt taraftaki Almanya ile Fransa var Batı’nın elinde yani.
Dolayısıyla böyle bir durumda ister istemez biz nasıl bir yerde modern bilimden
bahsediyorsak hemen Batı’nın bilimlerini incelemeyi kastediyorsak, buna amaçlıyorsak,
o dönemde de incelenen bilimler bizim bilimlerimizdi. Bu tesadüf değil. Yani galipseniz
bunu sağlayabilirsiniz. Dolayısıyla 14. Asırda Viyana Konsili diye isim verilir. Viyana
Konsili’nde bu kararı alan da Kilise değerli arkadaşlar. Yani Kilise bizzat diyor ki: “Biz ilk
üniversitelerimizde Arapça kürsüleri kuracağız ve bu Arapça kürsülerinde
akademisyenlerimize Arapça öğreteceğiz ve bunlar İslam’ı araştırıp bize malzeme
sunacaklar. Biz de bunu nerede kullanacağız? Misyonerlik faaliyetlerinde kullanacağız.”
Yani İslam dünyasına gönderdiğimiz misyonerlerde veya kendi içimizdeki bizzat sınır
komşumuz olduğu Müslümanların arasına gönderdiğimiz misyonerlerde bunları
kullanacağız. Bunun dışında kendi halkımız için de kullanacağız. Bakın İslam böyle bir
din diye gösteririz diyorlar.
Fakat iki asır, hatta üç asır boyunca Batı’da doğru düzgün Arapça öğretecek adam
bulamıyorlar. En son nihayetinde 1600’lerde bu kürsüler hayata geçiriliyor ve bunlardan
ilklerinden bir tanesi de Oxford’daki kürsüdür. Geçen sene oradaydım ben. O geleneği
orada görüyorsunuz arkadaşlar. Resmen adamlar 1634 kuruluş tarihi. Yani kaç sene
oluyor? Tam 400 senedir Arapça çalışıyorlar. Yani tam 400 senedir İslam araştırması
yapıyorlar. Bizim Türkiye’deki ilahiyatlar kaç senelik? Hadi 50 diyelim. 75 senelik ilahiyat
geleneğimiz var. Ve öncesindeki medrese geleneğimizle ne kadar alakamız var? Tartışılır,
oraya geleceğim birazdan.Ardından sömürgecilik dönemi başlayacak arkadaşlar. 17.
Yüzyılda artık sömürgecilik dediğimiz bir olgu başlayacak. Bu olgu niye başlayacak?
Çünkü artık İslam dünyası, Osmanlı hakimiyetini yitirmeye başlayacak. İslam dünyası
deyince Osmanlı diyoruz o dönemde. Başka çünkü hakim bir devlet yok. Osmanlı’nın
zayıflaması demek İslam’ın zayıflaması demek aslında o dönemde. Dolayısıyla Osmanlı
artık Viyana kapılarından döndükten sonra artık Osmanlı Devleti yavaş yavaş kendi
kabuğuna çekilmeye başlıyor ve Batı artık sınırlarını genişletmeye, iyice İslam dünyasına
adım atmaya başlıyor. Fakat bu sefer şöyle bir problem meydana geliyor. Şimdi Batı artık
galip konumuna geçiyor fakat gidip oraları, İslam dünyasını işgal edecek, ele geçirecek.
Ama buralarda tutup da Müslümanların yaptığı gibi Müslümanları gönülden fethetmek
gibi bir lüksü yok Batı’nın. Yani siz şu an hiçbir Müslümanı Hristiyanlığa kolay kolay ikna
edemezsiniz. Bu tutar yanı yok yani. Makul bir inanç sistemi yok. Dolayısıyla Batı bunu
çok daha farklı, çok daha böyle akıllıca, usta yöntemlerle yapmaya niyetleniyor. Bunun
için de ne yapması lazım? Her şeyden önce muhatabını çok iyi tanıması lazım. Yani siz
bir yeri fethettiğinizde veya bir yeri ele geçirdiğinizde orayı elinizde tutmak istiyorsanız ya
böyle acayip, caydırıcı, karşı konulmaz bir gücünüzün olması lazım ya da orayı çok iyi
tanımanız lazım. Yani oranın her şeyini, bütün dinini, kültürünü, örfünü, adetlerini, her
şeyini bilmeniz lazım ki onlara ayak uydurabilesiniz ve onlara müdahale etmeden, böyle
onların suyuna giderek ve ama alttan alttan da bunların asimile olmasına sebep olarak
oralarda barınabilmelisiniz.
Bunun için de bu asırlar boyunca Batı’da yetişen oryantalistler zamanla sömürgeci
devletlerin böyle beyin takımı olmaya başladılar. Yani mesela diyelim ki Fransa veya
Hollanda bir İslam ülkesini, Endonezya’yı mesela işgale gitti diyelim ki. Giderken ne
yapıyor? Yanında bir grup oryantalist götürüyor. Bunun en canlı örneği Napolyon’dur.
Mesela Napolyon 1798’de Mısır’a çıktığında, ki sömürgeciliğin böyle artık zirvesidir yani
Napolyon’un Mısır’a çıkışı, yanında arkadaşlar 300 küsür kadar oryantalist götürüyor
Napolyon Mısır’a çıkarken. Ve Mısır’da çıktığında bu oryantalistlere bir hutbe hazırlatıyor.
Arapça, Mısır lehçesiyle bir hutbe hazırlatıyor ve bunu o dönemdeki işte Ezher şeyhlerine
ya da camilerde okutturuyor bu hutbeyi. Ve hutbede ne diyor biliyor musunuz? “Ey Mısır
halkı, ben sizi işgal etmeye gelmedim. Ben sizin bir kardeşinizim. Ben sizi bu zalim
Osmanlı, zalim Memlük diktasından sizi kurtarmaya geldim.” Diyor mesela. Çünkü biliyor
artık o saatten sonra herhangi bir yeri zorla işgal etmeye kalksa bu geri tepecek. Orada
kan ve gözyaşından başka bir şey oluşmayacak. Çok da umurlarında olduğundan değil
de maksatları oranın zenginliklerini ele geçirmek olduğu için oranın halklarıyla bir yere
kadar iyi geçinmek zorundalar. Ve hiçbir direniş olmuyor Mısır’da. Yani Mısır böyle altın
tepside Fransa’ya ne oluyor? Teslim ediliyor. Ve oradan zaten işgal ondan sonra
yayılmaya başlıyor. Fransızlardan sonra İngilizler devralıyor. İngilizlerden sonra zaten
1948’de Filistin’den çekildiklerinde zaten İsrail devleti ilan edilecek değil mi?
Şimdi dolayısıyla arkadaşlar burada artık bu dönemden itibaren hani Cemil Meriç’in
meşhur bir deyimi vardır. Ne der Cemil Meriç? “Oryantalizm sömürgeciliğin keşif
koludur.” Der. Yani bir yere oryantalistler önceden giderler. Tıpkı hani bir ordunun keşif
kollarını önden gönderip bir arazi taraması yapması gibi ya da ne bileyim bir askeri var mı
yok mu, kim var orada, hangi dilde konuşuyorlar, ne yapıyorlar, ne ediyorlar, bölge
savaşmaya uygun mu vesaire. Tıpkı bunu yapması gibi oryantalistler de aynı şekilde bu
işi yapmışlardır. Ve hatta o Napolyon Mısır’dan döndükten sonra, çok da uzun kalmıyor
yani 4-5 senelik bir süreden bahsediyoruz, devasa bir Mısır ansiklopedisi ortaya çıkıyor.
Yani yanında götürdüğü oryantalistler arkadaşlar orada bulundukları süre boyunca
Mısır’ın ansiklopedisini çıkarıyorlar. Bu da oryantalizmin ilk böyle teşekküllü, kolektif
çalışması kabul edilir. Yani sonradan tabii İslam ansiklopedisi ortaya çıkacak, Kur’an
ansiklopedisi ortaya çıkacak vesaire ama bunların öncüsü ilk olarak o Mısır
ansiklopedisidir. Yani daha Mısır’ı işgal etmeden bu oryantalistler Mısır’ı sizden bizden iyi
tanır pozisyondalardı. Buradan şuraya geleceğim. Bir yerden sonra artık bu Osmanlı’nın
tamamen tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte artık Türkiye’de de cumhuriyetin ilan
edilmesiyle birlikte ne oldu Türkiye’de? Medreseler lağvedildi. Yerine modern eğitim
sistemi kuruldu. Bu eğitim sisteminde, daha doğrusu üniversite dediğimiz, lisede,
ilkokullarda. Bu eğitim sisteminde Osmanlı bakiyesi medrese hocaları ister istemez
görev alamadılar. Niye? Çünkü tamamen farklı bir müfredat, tamamen farklı bir dil ve
tamamen farklı bir bilim anlayışı zaten. Seküler bir bilim anlayışından bahsediyoruz.
Burada şöyle bir ihtiyaç ortaya çıktı. Şimdi komple sistemi değiştiriyorsunuz fakat
ülkenin neredeyse tamamı hala Müslüman ve bu ülkede bir din adamı ihtiyacı var. Yani
din hizmetlerini yürütecek devlet memurlarına ihtiyaç var. İnsanların dini ihtiyaçlarını
karşılayacak din adamına ihtiyaç var ve aynı zamanda bu din adamlarını yetiştirecek
hocalara ihtiyaç var. Ve bu sefer ne kararı alındı? Biz bir İlahiyat Fakültesi kuralım kararı
alındı. Bunun ilk örneği Darülfünun’dur değil mi? İstanbul Üniversitesi kapsamında
kurulan. Fakat çok uzun ömürlü olmuyor, birkaç sene sonra kapatılıyor. Arada 20 yıllık bir
fetret devri var. Tam 20 yıl olmasa da o kadar diyelim. Bir fetret devri var. O süreç
içerisinde zaten o asıl hani tam cumhuriyetin yeni kurulduğu ve en çalkantılı dönemler o
dönemler 1950’lere kadar. Ve 1949’da Ankara İlahiyat Fakültesi kuruluyor. Fakat Ankara
İlahiyat Fakültesi kuruluyor ama şimdi modern üniversite çatısı altında tefsir usulü ve
tarihi okutacak hoca yok. Yani hadis usulü ve tarihi okutacak hoca yok mesela veya
İslam hukuku okutacak hoca yok. Ne yapıyorlar bu sefer mecburen? Bunu tekrar baştan
şerhini düşeyim arkadaşlar. Herhangi bir kötü niyet falan söz konusu değil burada. Hiç
kimseyi niyetiyle falan eleştirmiyoruz. Tamamen olgusal, olup biten tarihsel meseleleri
anlatıyoruz. Mecburen ne yapıyorlar arkadaşlar? Bir şekilde Batı’da doktorasını yapmış,
oralarda eğitim almış kıymetli isimleri getiriyorlar ve ilahiyat fakültelerinde bunlar hocalık
yapmaya başlıyor. Dolayısıyla burada verilen dersler otomatik olarak aslında nerelerde
alınmış derslerin devamı oluyor? Fransa’da, Almanya’da vesaire. Buralarda
oryantalistlerin tedrisatından geçmiş isimlerin verdiği dersler olmuş oluyor.
Sözlerine şöyle devam etti:
Bizim bir ilahiyatın oryantalizmle münasebeti nedir diye bir soru soracak olursanız,
aslında bu soruya şu şekilde cevap verebilirsiniz: Son derece organik bir münasebetimiz
var. Yani biz bunu inkar edemeyiz. Niye inkar edemeyiz? Hatta daha çarpıcısını
söyleyeyim. Mesela şu an günümüzde ilahiyatlarda tartışılan meseleler var değil mi? Pek
çok mesele var. İşte Kur’ancılık meselesi, tarihsellik meselesi, hadislerin güvenilirliği
meselesi, tasavvufun kökeni meselesi, bir sürü aklınıza şöyle bir 10 tane en yoğun
tartışılan mesele getirin arkadaşlar. Bunun sekiz tanesinin şöyle altını kazıyın,
oryantalizm çıkar. Yani zamanında 19. Yüzyılda, 20. Yüzyılda oryantalistlerin bir şekilde
ustalıkla icat ettiği görüşler olduğu gibi bizim müfredatımıza taşındığı için biz hala bunun
sancılarıyla uğraşıyoruz.
Bu da şundan dolayı oldu aslında. O medrese geleneğinden komple radikal bir kopuş
gerçekleştiği için, ilahiyatlarda eğitim almaya gelen öğrencilerimiz bu temelden yoksun
bir şekilde ilahiyatlara eğitim almaya geldiler ve dolayısıyla ilahiyatlarda anlatılan
meseleleri sorgulayamadan, onları tatma imkanı bulamadan kabullendiler. Ve bu birkaç
nesil boyunca böyle devam etti. Yani siz şu an burada ilahiyatta mesela her türlü
hocadan ders alıp “Vay ne güzel ilahiyatımız var, her çeşit hoca var, her çeşit görüş var!”
diye rahat bir şekilde bir müfredat eğitimi almanıza aldanmayın arkadaşlar. Bundan iki,
üç nesil önce bu böyle değildi. Asrın bir söylem vardı ve bu söylem gerçekten
hakimiyetini hissettiriyordu. Bu son belki 20-25 sene içerisinde değişti bu. Dolayısıyla bu
bizim ilahiyat tarihimizin bir gerçeği arkadaşlar. Biz de bunun içerisindeyiz. Ben mesela
kendimden bir örnek vererek ilerleyeceğim. Lisans son yıllara geldiğimde ben, lisansüstü
çalışma yapacak alan arayışı içerisindeydim. Şimdi medrese yıllarından dolayı böyle bir
fıkıh formasyonum vardı. Fıkıh çalışmak istiyordum. Hani istiyordum derken hani fıkıh
eğitimi mirasına ihanet etmemek için yani. Sonuçta 4-5 sene fıkıh eğitimi almışız vesaire.
Dolayısıyla başlarda ciddi ciddi böyle fıkıhçı olmayı düşündüm. Ama yürümedi yani.
Sonuçta bu işi sevmeniz gerekiyor akademik olarak bir çalışma yapmayı planlıyorsanız.
Aranızda akademik çalışmalar yapmayı planlayanlar varsa bu söyleyeceklerimden
kendilerine güzel paylar çıkarabilirler. Sonrasında zamanla 3. Sınıfın yazıydı hatırlıyorum.
Abim bir köye imam olarak atanmıştı. Yazları onun yanında giderdim böyle kafa
dinlemeye. Bir yaz giderken 3. Aslında 3. Sınıfın ortalarında bu YDS YÖKDİL çalışmaya
başlamıştım. Dolayısıyla Arapça okuyoruz yani. İşte modern metinler, işte El Cezire’den
haber okumaya çalışıyoruz vesaire. Ya okuduğumuz her haberde işte o zamanlar da
böyle şey çok canlıydı yani, Suriye iç savaşı çok canlıydı o zamanlar. Daha yeni
başlamıştı. Ve onları böyle hangi haberi okusan Ortadoğu’da bir yerde bir katliamdan, bir
yerde bir zulümden, bir yerde bir gözyaşından, bir yerde bir acıdan bahsediyor.
Dolayısıyla böyle bir yerden sonra bende şöyle bir sorgulama meydana geldi: Ya bu
Ortadoğu nasıl bir yer? Yani güvenli bir şekilde seyahat edebileceğin, rahat bir eğitim
alabileceğin hiçbir Arap ülkesi kalmamış. Yani Körfez ülkelerini saymazsan. Onlar da
zaten kimin güdümünde oldukları çok net. Dolayısıyla böyle köklü, kadim geleneğe sahip
Arap ülkelerine bak, o dönemde yani bizim lisans yıllarında, neredeyse yoktu yani. Böyle
gidip rahat rahat eğitim alabileceğin vesaire. Her birinde bir karmaşa, her birinde bir iç
savaş. Dolayısıyla ben dedim ki ya bu Ortadoğu’yu bir okumalıyız yani. Bize anlatıyor
aslında bu hikaye bizim hikayemiz.
Ve böyle hatırlıyorum o yaz 5-6 tane böyle kalın, zar zor bulmuştum yani. O dönemler
böyle Ortadoğu kitapları da yoktu arkadaşlar. Yani şimdi her ay bir tane kitap çevriliyor,
her ay bir tane kitap Türkçede de yazılıyor artık. O dönemde o kadar yaygın değildi. Temel
böyle belli başlı kitaplar vardı. Onları aldım böyle, gittim abimin köyüne. Bir imam odası
vardı köy camisinde, çok hoşuma gidiyordu. Orada böyle gece gündüz bir yaz boyunca
böyle Ortadoğu okuması yapmıştım. Şimdi okuyorum, okuyorum ama okudukça böyle
seni çekiyor içine. Yani çünkü hakikaten dipsiz kuyudur yani Ortadoğu. İnsanlığın ortaya
çıktığı yer olduğu için, bütün peygamberler tarihinin yaşanıp bittiği yer olduğu için, bütün
çatışmaların, dünyanın bütün gözünün üzerinde olan yer olduğu için oranın hikayesi
bitmez. Dolayısıyla baktım bu işin sonu yok, bu işin dibi yok. Çünkü artık dönem başladı
son sene. Böyle derslerimden falan geri kalıyorum yani o kadar merak saldım. Sonra
dedim ki ya ben dedim bu Ortadoğu merakını bastıramam. Ben akademik çalışmaları
bunun üzerinden devam ettireyim. Ama düşün yani 4-5 sene fıkıh eğitimi almışım.
İlahiyatçıyım Ortadoğu ne alaka meselesi artık zihnimi kurcalıyor yani. Sonra dedim ki o
zaman ben şöyle yapayım. İşin içerisinde Ortadoğu da olsun. Yani biraz tarih olsun. Dil
merakım da var. İşte Arapça, İngilizce falan çalışıyorum yoğun bir şekilde. Dil merakımı
da tatmin edeyim bir yandan. Böyle düşünüyorum. Hani bir espri var ya “çilek yiyeyim,
muz tadı gelsin” vesaire tarzında. Aynen öyle bir ruh hali içerisindeyim. Fıkha
uygulamaya çalıştım, olmadı. Yani fıkıh böyle bir alan değil. Doğrudan işin felsefi ve
pratik tarafıyla ilgilendiği için fıkıh. Hadis zaten fazla teknik geliyordu. Böyle rical-i ilmi,
senetler, isnatlar vesaire. Geriye bir tek ilim kalıyor. Tefsir kalıyor. Niye? Çünkü ben
oryantalizm okumaları yaparken şunu fark ettim. Şu an size arkadaşlar aslında bir
ilahiyat öğrencisinin oryantalizmle münasebetini anlatıyorum. Yani az önceki tarihçeye
bunu yerleştirmenizi istiyorum zihninizde. Ortadoğu’yu okudukça ben şunu gördüm. O
Cemil Meriç’in sözü böyle her sayfada tecelli etti. Yani bir yerde bir karışıklık varsa, bir
yerde bir iç savaş varsa, bunun kökenleri hep 100 yıl öncesine, 150 yıl öncesine
dayanıyor. Yani böyle son 5-10 senede ortaya çıkmış anlaşmazlıklar, 5-10 sene önce
ortaya çıkmış problemler değiller. Ve bunlar zamanında sömürgeci Batılı devletlerin
oryantalist beyinlerle adım attıkları toprakları karıştırıp geri gitmelerinin bir sonucu. Bunu
gördüm. Yani Ortadoğu okudukça aslında Ortadoğu beni oryantalizme götürdü. Ve en
son böyle lisansın bitimine 2 ay falan var değerli arkadaşlar. Bakın zamanın kritikliğini
düşünün. 2 ay var. Dedim ben tefsirde bunu yapabilirim. Çünkü biraz araştırdım.
Hakikaten oryantalizmin en çok mesai harcadığı alan Kur’an alanı. İslam
araştırmalarında. Arapça üzerinden Kur’an’ın dili zaten Arapça. Arapça merakımı tatmin
edebilirim. E Batı dilleri. İngilizce var. Kaynakları hep İngilizce okuyacağım. İşin içine
diğer Batı dilleri de girecek. Batı dilleri merakımı da tatmin edebilirim. E zaten
oryantalizm işin hem tarih boyutu var hem Ortadoğu boyutu var vesaire. Böyle tefsir
alanında hepsi birleşmiş oldu. Yani benim tefsirciliğim aslında lisans yıllarının son 2
ayında gerçekleşmiş bir şey yani. Mülakatlar falan başlayınca böyle apar topar birkaç
giriş kitabı falan okuyup öyle gidip kazanmak nasip olmuştu yani. Son ana kadar yoktu
gündemde.
Sonrasında burada aslında ben oryantalizm çalışmaya karar verdikten sonra arkadaşlar,
yüksek lisans boyunca sadece metin düzeyinde oryantalizmle muhatap oldum. Yani
sadece okuyorum. İşte tarihini okuyorum, doğu-batı ilişkilerini okuyorum, işte Kur’an
araştırmalarını okuyorum vesaire. Bir şeyi böyle metinden okuduğunuzda onun size
verebileceği tasavvur o satırlardan ibaret kalıyor. Yani ötesine geçemiyorsunuz. Sadece
metinle muhatapsınız çünkü. Bende ki de hep bir bilgi boyutundaydı bu zamana kadar.
Fakat hep eleştirel literatür üzerinden öncelikli olarak gittiğim için bu bir eleştirel bakış
açısı olarak yerleşmişti bende. O yüzden bunu da yeri gelmişken ifade edeyim yani.
Oryantalizm oryantalizm diyorum da sakın böyle gidip de bu konferanstan sonra bir
oryantalistin kitabını alıp okumaya falan çalışmayın arkadaşlar. Önce ikincil literatürü,
oryantalizm üzerine yazılan eleştirel literatürü bir okuyun. Tarihçesini iyi bir okuyun.
Ondan sonra vaktiniz ve enerjiniz kalırsa doğrudan oryantalist metinlerle iştigal
edebilirsiniz. Sonra doktora yıllarında bundan 2 sene önce falan bir yurt dışına gitme
imkanı doğdu. Ve bu bende böyle ciddi bir heyecan uyandırdı yani. Çünkü ilk defa
doğrudan oryantalizmin menbaına gideceğim. Ve tabii Oxford falan yoktu piyasada yani.
Onlar hani işte Oxford kim, ben kim modundaydım tabii o zamanlar. Başka üniversitelere
falan başvuruyordum. Birkaç tanesinden kabul almıştım fakat olmadı yani. Hocalar izine
ayrıldı vesaire. En son Tıbbıtak kapsamında gittim ben. Tıbbıtak bursunun bitmesine bir
hafta kala Oxford gündeme geldi ve ilginç bir şekilde kabul aldım Oxford’dan ve Oxford’a
gittim. Az önce bahsettim, oraya bağlayacağım olayı. Dört asırdan fazladır Oxford’da
İslam araştırmaları yürütülüyor arkadaşlar. Ve oraya gittiğimde şunu gördüm. Yani o
kadar oturmuş bir sistem çerçevesinde bunu yapıyorlar ki, hocaları, öğrencileri, dersleri
vesaire. Arapçayı böyle adeta hani sizden bizden iyi öğreniyorlar ve Arapçayı sizden
bizden iyi bir ilim dili olarak kullanıyorlar. Yani öğrenmek aslında çok bir maharet değil.
Yani birisini karşınıza koy altı ayda da öğrenir, bir senede de öğrenir. Yani bir şekilde
öğrenir. Dil öğrenmek maharet değil. Asıl maharet bu dili senin kendi çıkarlarına, kendi
ülkenin çıkarlarına, kendi ideolojik çıkarlarına, kendi dini çıkarlarına hizmet edecek
şekilde kullanabilmek. Asıl maharet burada. Zaten oryantalizmin mahareti de buradan
geliyor. Orada ben onlarla doğrudan münasebet kurduktan sonra arkadaşlar şunu
gördüm. Bizim mesela Türkiye’deki ilahiyat eğitimi müfredatıyla kendi zihnimde bunu
karşılaştırdım vesaire. Ya dedim ki oralara hani bu oryantalizmin tarihini bilmeden giden
bir insan şunu der: “Vay be! Binalara bak! Eğitim sistemine bak! Görüyor musun?
Kaliteye bak!” falan dersin değil mi? Fakat bu tarihçeyi sen bildiğinde oraya gittiğinde
şunu görüyorsun: “Ben,” diyorsun, “bu şaaşaalı sahte medeniyetin ne üzerine kurulu
olduğunu biliyorum.” Diyorsun. Neyin üzerine kurulu? Bizim mirasımız üzerine kurulu.
Bizim Müslüman kardeşlerimizin kanları üzerine kurulu. Bizim topraklarımızın
sömürülmesinin üzerine kurulu. Dolayısıyla buradan şuna geleceğim arkadaşlar. Olur da
bir gün böyle Batı’ya, oryantalizme merak salarsanız, ilk bakışta o Batı’nın cazibesi sizi
böyle hayran bırakabilir kendine. Gerçekten hayran bırakmaması mümkün değil yani
arkadaşlar. Ben bir sene boyunca o kadar rahat yaşadım ki yani Oxford’da böyle bizim
oğlan bedava anaokuluna gidiyordu. Ne bileyim, her yer park, her yer kütüphane.
İnsanlar birbirine saygılı. İşte ayağını yola atıyorsun, araba yol veriyor vesaire hani
meşhur deyim vardır ya. Böyle bir hayat var orada. Ama bunun daha 100 sene öncesine
baktığında neyi görüyorsun? O hayatın barbarca geçmişini görüyorsun. Çok böyle çarpıcı
bir örnek vereyim. Fransızlar en çok işgal ettikleri yer neresi Fransızların? Kuzey Afrika’da
Cezayir değil mi? Cezayir’de milyonlarca insanı katlettiler. Fransızlar arkadaşlar Cezayir’i
işgal ettiklerinde Cezayir’deki o Osmanlı’dan kalma vakıf sistemiyle baş edemiyorlar. Ve
Cezayir’de böyle tamam siyaseti, ne bileyim sosyal hayattaki kontrolü ele geçirseler de
ekonomi ve dini yaşantı üzerindeki kontrolü bir türlü ele geçiremiyorlar. Niye? Vakıf
müessesesinden dolayı. Çünkü biliyorsunuz Osmanlı’da ekonomi büyük oranda vakıflar
üzerinden dönerdi. Özellikle para vakıfları vesaire sonradan teşekkül ettikçe. Bu sefer
arkadaşlar bu Cezayir’i işgal eden Fransız yetkililer ne yapıyorlar? Fransa’dan İslam
hukuku uzmanları getirtiyorlar. Bak, Fransa’dan İslam hukuku uzmanları getirtiyorlar.
Bunlar Cezayir’de yerel Cezayir lehçesini öğreniyorlar vesaire ve uzun yıllar araştırmalar
yaptıktan sonra arkadaşlar Cezayirli halkı şuna ikna ediyorlar: “Bu vakıflar artık gereksiz.
Bu vakıflar ekonomiye artık yük oluyor. Bizim bu vakıfları artık devreden çıkarıp ne
yapmamız lazım? Modern Batılı ekonomik sistemini tesis etmemiz lazım ve artık bu
düzeni değiştirmemiz lazım.” Diye bizzat o insanları buna ikna ediyorlar. Ve ne oluyor
arkadaşlar? Bir yerden sonra vakıf sistemi kaldırılıyor komple. Bunu böyle silah zoruyla
falan yapmıyorlar. Tamamen halkın kendi oyuyla, kendi meclisinden bunu geçirerek ne
yapıyorlar? Manda yönetiminde bunu onaylatıyorlar ve o an bütün Kuzey Afrika’nın,
başta Cezayir olmak üzere, ekonomisi komple Batılı sömürgeci devletlerin eline düşüyor.
Çünkü yerine getirilen sistem İslami bir nizam değil. Tamamen kredi usulü Batı ekonomi
sistemi gelmiş oluyor. Çok basit bir örnek bu aslında. Bir yerin nasıl işgal edildiğine, bir
yerin nasıl ele geçirildiğine dair. Mesela geçen hafta nasip oldu. Biz bir Kudüs seyahati
yaptık. Orada mesela gözlerimle şahitlik ettim yani. Çok Arap ülkesine gittim ben.
Neredeyse çoğuna gitmişimdir ama ilk defa Kudüs’e gitmek nasip oldu. Ve gerçekten de
çok farklı bir etki bıraktı bende. Bir oryantalizm çalışan birisi olarak aslında orada böyle o
oryantalizmin mirasını böyle damarlarıma kadar hissettim. Bu tarihçeyi bilmeyen birisi
orada böyle şey görür: Bir İsrail polisi zulmediyor yani sana baskı yapıyor gibi görür. Ama
bu tarihçeyi sen bildiğinde şunu görüyorsun. Mesela dinden ya da ne bileyim bütün
ideolojilerden soyutlayın bir insanı. Bir insanın diğer bir insanı öldürmesinin nasıl bir
motivasyonu olabilir? Çok temelde bir soru soruyorum. Yani bir din düşmanlığını kaldır
ortadan ya da ne bileyim bir ideolojik düşmanlığı kaldır. Bir insan gözü kapalı bir şekilde
diğer bir insanı nasıl öldürebilir? Yani bu kötülüğü nasıl açıklayabilirsin? Ve bunu sadece
bir insan bazında da değil. Yani binlerce, milyonlarca insan bazında bunu nasıl
yapabiliyor mesela? Değil mi? Yani şu an mesela sömürgecilik tarihini düşünün
arkadaşlar. Yani kayda geçenler var, bir de kayda, onun kat kat fazlası kayda geçmeyenler
var yani. Milyonlarca Müslüman katledilmiştir sömürgecilik tarihinde. Burada şu soruyu
sorması lazım bir Müslüman kendine: Ya hadi 100 tane öldürdün hani amiyane tabirle
200 tane öldür. Ya milyonlarca insanı nasıl öldürebiliyorsun? Ya bir yerden sonra insanın
vicdanı sızlar değil mi? Yani ne oluyor yani? Hani nasıl öldürüyorsun bu kadar insanı der
değil mi? İşte bu da arkadaşlar oryantalizmin mirasıdır. Nasıl biliyor musunuz? Modern
dönemde, biliyorsunuz ne oldu? Bir bilimsel devrim oldu. Değil mi? Bu bilimsel devrim
nasıl gerçekleşti? Batı’da, özellikle Rönesans ve Reform dönemlerinden sonra Kilise ne
oldu? Devre dışı bırakıldı. Yani Hristiyan Kilisesi artık bilim üzerindeki tahakkümünü
kaybetti ve tamamen seküler, dinden, Tanrıdan, İlah’tan, peygamberden bağımsız bir
bilim anlayışı tesis edildi. Ve bu bilim anlayışının hiçbir kontrol mekanizması yoktu. Yani
biz mesela İslami ilimlerle uğraşan birisi istediği kadar doruk noktaya çıksın. Yani bizim
şu an Batı’nın mesela teknolojik olarak icat ettiği ne varsa mesela şöyle kökenine bakın
bir Müslüman alimin icadını görüyorsunuz. Bunu böyle övmek için söylemiyorum.
Elbette yiğidi öldür hakkını teslim et yani. Teknolojik ilerlemeler inkar edilemez. Fakat o
dönemde o güce ulaşmış Müslüman alimler mesela herhangi birine bir zulüm etmişler
midir ya da bir Müslüman ordusu herhangi birine bir zulüm etmiş midir? Etmemiştir. Onu
frenleyen şey neydi? Mesela Kehf Suresi’nde meşhur bir hükümdar anlatılır. Değil mi?
Hangi hükümdar? Zülkarneyn anlatılır değil mi? Zülkarneyn Aleyhisselam ilk seferinde
nereye gidiyor? Batıya gidiyor değil mi? Batıya gittiğinde orada bir tane kavimle
karşılaşıyor. Allah Celle Celalühü ayet-i kerimelerde anlatıyor. Ve bu kavim, yani öyle bir
kavim ki hani böyle güneşin battığı, hani balçık içerisinde girdiği, ya dünyanın sonu yani.
Hani herhangi bir medeniyet olmayan, Zülkarneyn’in hiçbir işine yaramayacak, herhangi
bir faydasını olmayacak bir kavimle karşılaşıyor. Ve koca Zülkarneyn’e Allah Celle
Celalühü iki seçenek veriyor Zülkarneyn Aleyhisselam’a. Ne diyor? Ya onları azap,
işkence edebilirsin, cezalandırabilirsin ya da iyilik yapabilirsin diyor. Ve Zülkarneyn ne
yapıyor orada devamında? Allah Celle Celalühü’ye, ya kendi kendine ya da Allah Celle
Celalühü’ye hitaben ne diyor? İyileri ödüllendireceğiz. Kötüleri cezalandıracağız. Kötüleri
bir de Allah cezalandıracak diyor ayetin sonunda. Şimdi düşünün. Koca ordunuzla
dünyanın sonuna kadar gidebilmişsiniz. Bu şu demek yani, dünyanın yarısını
fethetmişsin. Ve dünyanın sonunda karşına böyle senin dilini de anlamayan, senin hiçbir
işine yaramayan bir kavim çıkıyor. Ne yapar normalde bu şekilde dünyayı fetheden bir
hükümdar olsa? İskender’in yaptığı gibi, Nebukadnezar’ın yaptığı gibi, Roma krallarının,
imparatorlarının yaptığı gibi ne yapar? Ezip geçer değil mi? Ne uğraşacak yani onlarla.
Devam eder seferine. Fakat ne yapıyor Zülkarneyn? Vakit ayırıyor, zahmet ediyor, iyileri
ayırıyor, kötüleri cezalandırıyor. Bunu ona yaptıran şey ne? Vahiy. Başka bir şey değil.
Allah korkusu bunu ona yaptırıyor.Dolayısıyla modern dönemde, modern bilimler
çerçevesinde bilgi anlayışı komple değişti. Yani önceden Müslümanlar hakimken İslami
epistemoloji, yani İslam bilimleri hakimken her zaman temelde ne vardı? Vahiy vardı.
Dolayısıyla bütün ulema, bütün hükümdarlar, bütün askerler her şeyden önce vahye tabi
oldukları için bir kontrol mekanizması çerçevesinde hareket ediyorlardı. Böyle
zulmetmeleri falan söz konusu değildi. Ama siz devreden bu kontrol mekanizmasını
komple çıkarttığınızda, yani ürettiğiniz bilim üzerinde hiçbir ilahi denetim mekanizması
uygulamadığınızda, önünüzde sizi durdurabilecek hiçbir şey kalmıyor. Ve dolayısıyla
modern Batılı devletler ne yaptılar? “Biz şimdi bu tekniğe sahibiz.” Dediler. Gemi
üretiyoruz, silah üretiyoruz, asker yetiştiriyoruz, teknolojimiz var, şehirler inşa ediyoruz
vesaire. E buraları bizim çalıştırabilmemiz için, daha da zenginleştirebilmemiz için neye
ihtiyacımız var? Diğer ülkelerin zenginliklerine ihtiyacımız var. Sonuçta Batı bataklıktı
arkadaşlar. Yani öyle tarımı yoktu, doğal kaynakları yoktu, hiçbir şeyi yoktu. Yani baharatı
bile yoktu Batı’nın yani. Baharat bile doğudan gelmişti Batı’ya. Ne dedi bu sefer Batı? “Biz
gidelim onları getirelim Doğudan.” Sömürgecilik dediği şey böyle başladı arkadaşlar. Ve
gittikleri yerde ne yaptılar? Haklı haksız, masum suçlu, hiçbir şekilde dindar, Müslüman
gayrimüslim ayırt etmeden ne yaptılar? Kendi dindaşları da dahil yani. Komple kılıçtan
geçirdiler. İşte bunu nasıl yaptılar? Şunu, şu şekilde yaptılar: Bir ben vardı. Yani Batı
olarak bir ben vardı. O bir Batı’nın kendi öznesi vardı. Bir de öteki vardı. Öteki de kim? O
Batı’nın dışında kendi kendine var olmaya çalışan ama Batı’nın gözünde var olmaya hak
etmeyen ve Batı müsaade ettiği ölçüde var olmayı hak eden bir varlık vardı.
Dolayısıyla şu soruyu sorduğunda: “Ya Fransa Cezayir’de nasıl 2 milyon insanı katletti?”
sorusunu sorduğunda, bunun cevabı burada: Sen bu soruyu sorarken diyorsun ki:
“Cezayir nasıl 2 milyon insanı katletti?” Onu katlederken o gözünde insan değildi ki. Yani
o insan katletmiyordu orada. O yaşam hakkı olmayan, normal sokaktaki bir kediyi
öldürmekle bir Müslümanı ya da bir herhangi bir Arap vatandaşını öldürmek arasında
onun gözünde bir fark yoktu. Ve bunu ona veren ne? Bu işin felsefesi. Bu ona böyle askeri
talimlerle verilen bir eğitim değil. Bu işin arkasında bir felsefe var. Bu işin arkasında bir
ideoloji var. Dolayısıyla Kudüs’e gittiğinizde ya da ne bileyim, Mescid-i Aksa’ya
gittiğinizde sizi o Mescid-i Aksa’nın kapısından girerken durduran İsrail polisi de sizi insan
olarak görmüyor. Aynı mirasın devamı. Hani “okyanus bu” derler ya. Aynı. Yani sen bir
yani tamamen saf bir niyetle oraya gelmiş, orada ibadet etmek isteyen, 3. Mescid’i olarak
orayı benimsemiş bir insanı niye almıyorsun bir mescide? Nedeni bu. Seni insan olarak
görmediği için öldürmediğine şükret diyor sana yani. Aslında sana ne yapmış oluyor?
İyilik yapmış oluyor kendi gözünde. Seni öldürmediğime şükret diyor. Yapmadığı şey değil
çünkü. Dolayısıyla değerli dostlar, burada bu mirasın farkında olmamız lazım.
Son olarak şunu söyleyeceğim: Bu bir miras dedik. Bunu böyle olumlu ya da olumsuz
anlamda söylemiyorum. Bir gerçeklik olarak. Oryantalizmin İslam araştırmalarına
muazzam faydaları da olmuştur arkadaşlar. Yani yiğidi öldür hakkını yeme dedik ya. Yani
özellikle yöntem açısından. Mesela çok basit bir örnek vereyim. Biz şu an Kur’an el
yazmalarını incelemeyi oryantalistlerden öğrendik. Çok acı ama gerçek bir durum. Yani
bir mesela şöyle söyleyeyim: İstanbul’da diyelim ki Osmanlı’dan kalma herhangi bir
kütüphanede bir Kur’an el yazması bulunsa ve gerçekten de böyle çok eski olduğu
düşünülen bir el yazması olsa ve bunu da Müslüman araştırmacılar inceleyecek olsalar,
uygulayacakları yöntem oryantalistlerin geliştirdiği yöntemdir. Biz de geliştirme
düşündük bu yöntemleri. Çünkü modern dönemde oryantalistler doğudan, İslam
dünyalarından, İslam dünyasından getirdikleri el yazmalarını Batı’da ne yaptılar? Hususi
inceleme konusu yaptılar ve bunun üzerinde teknikler geliştirdiler. El yazması bilimi diye
bir şey ortaya çıktı ve biz bunu onlardan öğrendik. Dolayısıyla bize bu şekilde pek çok
faydası var. Bu bizim canımızı acıtan bir şey ama bizim pek çok işimizi kolaylaştıran,
işimize yarayan bir şey. Ve ne oldu ama günün sonunda mesela? Oryantalistler bu Kur’an
el yazmalarıyla tam bir asırdan fazladır uğraşıyorlar. 1905’e dayanır oryantalistlerin
Kur’an el yazmaları projesi, kendi alanımdan bir örnek vererek bitireceğim. 1905’te bir
grup Alman oryantalist şöyle bir karar alıyor arkadaşlar. Diyorlar ki: “Biz,” diyorlar,
“dünyanın farklı yerlerindeki Kur’an el yazmalarının, en eskilerini bulacağız. Bunu
yapabiliyorsak bizzat fiziki nüshasını almaya çalışacağız. Yapamıyorsak mikrofilmini,
görselini alacağız, getireceğiz Almanya’ya ve bunları inceleyeceğiz.” Amaçları ne?
Amaçları şu: Günün sonunda tıpkı elimizdeki o muharref İncil ve Tevrat gibi farklı bir
Kur’an’a ulaşmak. Çünkü şöyle düşünüyorlar. O dönemde el yazmaları bilimi geliştiği için
şöyle bir algı ortaya çıkıyor: Günümüzde istediği kadar sağlamlığına inanılan bir metin
olsun, o metnin tarihi, doğrudan yazıldığı döneme kadar, ortaya çıktığı döneme kadar el
yazmaları üzerinden izlenmedikçe o metin güvenilir sayılmaz diyorlar. Ve önce bunu
kendi kitaplarına uyguluyorlar bakın. Önce bunu Tevrat’a uyguluyorlar arkadaşlar ve
Tevrat’ın Hazreti Musa’yla hiçbir alakası olmadığı ortaya çıkıyor. Bunu bizzat Batı
üniversitelerinde yapıyorlar. Almanya’da Tübingen Okulu diye bir gelenek vardır yani.
İnternetten kısa bir araştırmayla hakkında bilgi edinebilirsiniz. Sonra İncil’e uyguluyorlar
bunu. Daha Kur’an yok gündemde araştırma olarak. İncil’e uyguluyorlar, bu dediklerim
hep arkadaşlar 1800’lerin başlarında oluyor. İncil’de aynı şekilde Hazreti İsa’dan 3-4 asır
sonra İncil’in farklı farklı yazarlar tarafından ortaya çıktığı anlaşılıyor. El yazmalarını takip
ediyorlar çünkü el yazmalarını analiz ediyorlar. Sonra diyorlar ki: “E o zaman Kur’an da
böyle çıkar. Biz bunu bir de Kur’an’a uygulayalım.” Diyorlar yani. Niye çıkmasın? Sonuçta
yani İslam’dan daha eski 2500 yıllık bir Tevrat geleneği böyle çıktıysa, 2000 yıllık bir İncil
geleneği böyle çıktıysa, e 1400 yıllık Kur’an geleneği niye böyle çıkmasın diyorlar ve bu
şekilde araştırmaya başlıyorlar arkadaşlar. Gerçekten de Topkapı Sarayı’na kadar bile
gelerek o el yazmalarını topluyorlar. Almanya’ya götürüp incelemeye başlıyorlar. Ve bu
proje geçen sene bitti. Bakın, bu proje geçen sene bitti arkadaşlar. Yaklaşık 120 yıl sürdü
diyebiliriz. 120 yıllık proje arkadaşlar, düşünün. Bizim Türkiye’deki en eski proje ne
kadardır bir İslam araştırmaları, ilahiyat? Bilmiyorum.
Konuşmasına şu sözlerle devam etti:
Günün sonunda şuna ulaştılar arkadaşlar. Ben bizzat bunu projenin kapanıştan bir
önceki toplantısında projenin yöneticisinden dinledim. Bu kulaklarımla Almanya’da,
Berlin’de. Dedi ki: “Biz,” dedi, “bizim öncülerimiz, yani seleflerimiz bu projeye başlarken
amaçları kritik edilmiş bir Kur’an metni ortaya çıkarmaktı.” Tabii öyle diyorlar, bilimsel
kılıfı bu, kritik edilmiş Kur’an metni, bilimsel kılıfı. Fakat dedi, “bugün,” dedi, “bizim
ulaştığımız nokta şudur: Kur’an-ı Kerim ufak tefek katip sehiv hataları dışında, işte
noktayı koymamış, ne bileyim ya harfini uzatmamış vesaire. Böyle ufak tefek katip
sehivleri dışında Kur’an-ı Kerim olduğu gibi günümüze ulaşmıştır.” Bunu bulan kim?
Oryantalistler. Ne amaçla yola çıkmışlardı? Tam aksini ispat etmek amacıyla yola
çıkmışlardı. Ve ben arkadaşlar, Kur’an’a bu Rabb’imizin bir nimetidir ve aynı zamanda
Rabb’imizin bir vaadinin tecellisidir. “Bu Kur’an-ı Kerim’i biz indirdik, onu biz
koruyacağız” buyuruyor değil mi? Rabb’imiz Celle Celalühü. Dolayısıyla değerli
arkadaşlar, bu sadece Kur’an el yazmalarında değil. Oryantalistlerin hangi alana el
atarlarsa atsınlar, bu alanlardaki böyle ortalığı karıştırma potansiyelleri son 30-40
seneye kadar işe yaradı. Artık arkadaşlar, özellikle medrese geleneğinin ilahiyat
geleneğiyle güzel bir ahenk oluşturmaya başlamasından sonra, şu an birisi böyle bundan
10 sene önce, 20 sene önce böyle gerçekten taraftar bulan bir görüşü, birisi ilahiyatlarda
ortaya atsın, gülerler adama. O konuma gelmiş durumdayız hamdolsun.
Dolayısıyla böyle anlatıyoruz, tarihçeyi anlatıyoruz, anlatıyoruz da sizi böyle karamsarlığa
düşürüp de gitmeyeyim yani. Şu an Allah’ın izniyle bu şekilde ilahiyatlarımız devam
ederse, bu şekilde konferansımız devam ederse, çok daha güzel şeyler olacak, çok daha
iyi şeyler olacak Allah’ın izniyle. Şu şikayeti hep duyarsınız: “Ya bu nesil çok bozuldu.”
Şikayetini hep duyarsınız, değil mi? Öyle böyle bozulmadı yani, çok bozuldu bu nesil.
Bizden önceki nesilde de bu şikayet vardı. Ondan önceki nesilde de bu şikayet vardı.
Hüseyin Hocama soralım yani benim babam yaşında Hüseyin Hocam. Sizin nesilde de
vardı hocam değil mi bu şikayet? Yani sizin babalarınız da muhtemelen size bakıp “Ya bu
nesil çok bozuldu.” Diyordu muhtemelen. Fakat değerli arkadaşlar, bu “nesil çok
bozuldu” şikayetini şu açıdan düşünmek lazım. Bundan 3-5 sene öncesinin teknolojik
imkanlarını düşünün. Yani 10 sene öncesi demiyorum ha ya da 20 sene öncesi
demiyorum bak. Sadece 3-5 sene öncesinin teknolojik imkanlarını düşünün. Sadece
Chat GPT’nin yaptığı devrimi düşünün yani. Size sunduğu imkanları düşünün, teknolojik
imkanları. Bu şu demek arkadaşlar: Bu dönemin, bu neslin kötüsü, evet, bir önceki
neslin kötüsünden daha kötü. Bu bir gerçek. Niye? Kötülüğe ulaşma imkanı daha fazla.
İmkanlar daha fazla. Mesela önceden diyelim ki, mesela kumar oynamak. Tamam mı?
Birisi kumar oynamak istediğinde ne yapmak zorundaydı? Kalkıp evinden ya işte
kumarhaneye ya kıraathaneye vesaire gidip zaman harcayıp, fiziki çaba harcayıp, para
harcayıp o günahı işlemek zorundaydı. Bir zahmetliydi yani. Günah işlemek zahmetliydi
önceden. Fakat günümüzde ne yapıyor adam? Telefonuna bir tane oyun indiriyor ve o
oyunda tık tık tık kaydıra kaydıra kumar oynuyor. Ben bunu bilmiyordum arkadaşlar.
Birkaç sene önce askere gittim. Askerde öğrendim ben onu. Gerçekten bilmiyordum
yani. Allah öyle muhafaza etmiş bizi çok şükür. Millet, ben oyun oynuyorlar
zannediyordum. Meğerse kumar oynuyorlarmış. Bizdeki o Candy Crush falan oyunları
vardı bizim üniversite. Ben öyle bir oyun zannediyordum. O da kaydırıyor ama kumar mış
meğerse. Fakat bunun tam tersi: Bizim neslimizin iyisi, bakın yani siz bizim bir alt
neslimiz sayılırsınız. Ben sizin ara nesliniz oluyorum yani bir üst nesille. Bizim ve sizin
neslinizin, hatta sizin neslinizin iyisi bizim neslimizden daha iyi. Sizin kötünüz bizden
daha kötü ama sizin iyiniz bizden daha iyi. Niye? İyilik imkanları da kötülük imkanlarına
kadar aynı doğrultuda çoğalıyor arkadaşlar. O kötülüğe kullanılabilen imkanları siz de
aynı şekilde iyiliğe kullanabilirsiniz. Dolayısıyla elimizdeki imkanların farkında olmamız
lazım. Bize öğretilen şeyleri, bize miras bırakılan şeyleri böyle olduğu gibi benimsemek
yerine, “Biz böyle gördük.” Deyip devam etmek yerine, elimizdeki imkanlar
doğrultusunda hakikate olabildiğince yaklaşmaya çalışarak arkadaşlar her şeyden önce
iyi bir Müslüman, iyi bir kul, ardından da iyi bir öğrenci, iyi bir vatandaş, iyi bir anne, iyi bir
baba, iyi bir hoca, ne iş yapıyorsak yapalım, her şeyin en iyisi olmamız lazım.
Yoksa bakın mesela arkadaşlar en başta gösterdiler. Allah razı olsun. Ne güzel Filistin
hakkında bir sürü program yapmışlar. Ben de Kudüs’ten yeni geldiğim için duygulandım
yani o organizasyonları görünce. Fakat şöyle bir soru sorayım. Biraz canınızı sıkayım mı?
İsrail devleti ne zaman kuruldu arkadaşlar? Bir dakika. Kaç kişi biliyor? İsrail devletinin
kaç yılında kurulduğunu? Salonun üçte biri bile değil arkadaşlar. Şimdi biz nasıl kalkıp bir
Filistin davası iddiasında bulunacağız? Değil mi?
Konuşmasına şu sözlerle son verdi:
Bu arkadaşlar bugünün size bir hatırası olsun. Sabrınız ve dinlediğiniz için teşekkür
ediyorum. Ve ahiru davana enilhamdülillahi Rabbil alemin. El Fatiha.
Hediye takdimi ile konferansa son verildi.





Haber: Rabia ATEŞ – İrem GÜLDAŞ





HABERE YORUM KAT