1. HABERLER

  2. ETKİNLİK-EYLEM

  3. Malatya’da "Doğu ve Batı Arasında İslam" konuşuldu
Malatya’da "Doğu ve Batı Arasında İslam" konuşuldu

Malatya’da "Doğu ve Batı Arasında İslam" konuşuldu

Malatya İnönü Üniversitesi Bilgi ve Erdem Topluluğu, akademisyen Necmettin Salih Ekiz’in konuk olduğu "Doğu ve Batı Arasında İslam" başlıklı bir program gerçekleştirdi.

11 Aralık 2025 Perşembe 11:05A+A-

Sunuculuğunu Bilgi ve Erdem Topluluğu yönetim ekibinden kardeşimiz Betül Oksar'ın yaptığı program Ahmet Akın hocamızın Kur'an'ı Kerim tilaveti ile başladı. Tilavetin ardından Bilgi ve Erdem Topluluğu Başkanı ve İlahiyat Fakültesi Temsilcisi Ramazan Bayram'ın açılış konuşmasıyla başladı.

Ramazan Bayram:

"Euzu billahi mineşşeytanirracim. Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabbil

alemin, vesselatü vesselamü ala Resulina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi

ecmain.Saygıdeğer hocalarım, kıymetli misafirler, kıymetli öğrenciler Hepiniz Doğu ile

Batı Arasında İslam adlı konferansımıza hoş geldiniz. Bugün burada yalnızca iki coğrafya

arasındaki tarihsel ilişkileri konuşmak için değil, aynı zamanda bu ilişkilerin arkasında

yatan düşünce biçimlerini, algıları ve kültürel okumaları yeniden değerlendirmek için bir

aradayız. Doğu ile Batı arasındaki etkileşim, yüzyıllar boyunca kimi zaman merak ve

ilgiyle, kimi zaman da güç ilişkilerinin belirlediği bakış açılarıyla şekillenmiştir. Bu

çerçevede, özellikle oryantalizm, İslam dünyasının Batı’da nasıl algılandığını, nasıl temsil

edildiğini ve kimi zaman nasıl yeniden tanımlandığını anlamamız açısından son derece

önemli bir kavramdır. Bugünkü konferansımız, bu iki dünyanın karşılaşmasında ortaya

çıkan hem entelektüel hem de kültürel okumaları ele alırken, İslam medeniyetinin bu

süreçlerde nasıl konumlandırıldığı da tartışma fırsatı sunacaktır. Doğu’nun kendini

anlatma biçimi ile Batı’nın Doğu’ya bakışı şekillendiren bilgi üretim süreçleri, günümüz

dünyasını anlamamız açısından hala oldukça belirleyicidir. Batı’nın Doğu’yu nasıl

gördüğü kadar, Doğu’nun kendini nasıl anlattığı, nasıl konumlandırdığı da bu ilişkinin

önemli bir parçasıdır. Nitekim, tarih boyunca İslam medeniyeti sahip olduğu ilim,

düşünce ve kültür birikimiyle yalnızca kendi coğrafyasını değil, Batı dünyasını da

derinden etkilemiş; astronomiden tıbba, felsefeden edebiyata kadar pek çok alanda

ciddi katkılar sunmuştur. Ancak, modern dönemde bu birikimin Batı akademisi

tarafından nasıl okunduğu, nasıl yorumlandığı ve kimi zaman nasıl yeniden

şekillendirildiği bugün üzerinde durmamız gereken önemli meselelerden biridir. Bu

bağlamda, programımızın konuşmacısı olan Düzce Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Araştırma Görevlisi Necmettin Salih Ekiz hocamız, sadece İslam düşüncesi alanındaki

birikimiyle değil, aynı zamanda Oxford Üniversitesi’nde yürüttüğü çalışmalarla Batı

akademisinin Doğu’ya yaklaşımını yakından gözlemleme imkanı elde etmiş bir isimdir.

Kendisi bugün bizlere Doğu-Batı ilişkilerinin tarihsel kökenlerinden modern akademik

tartışmalara, oryantalizmin düşünce dünyasındaki etkilerinden İslam medeniyetinin bu

bağlamdaki temsil biçimlerine kadar geniş bir perspektif sunmaktadır. Bilgi ve Erdem

Topluluğu olarak hedefimiz, gençlerimizin dünyayı tek boyutlu olmak yerine hem kendi

medeniyet köklerini iyi anlamalarını hem de küresel düşünce dünyasını eleştirel bir

bilinçle değerlendirebilmelerini sağlamaktır. Doğu ile Batı arasındaki etkileşimi

oryantalizm bağlamında konuşmak, bu hedef doğrultusunda oldukça değerli bir adım

niteliği taşımaktadır. Etkinliğimize katılarak bizlere güç verdiğiniz için hepinize teşekkür

ederim. Konferansımızın verimli, ufuk açıcı ve düşünce dünyamıza yeni perspektifler

kazandıran bir program olmasını diliyorum. Tekrardan bizi yalnız bırakmadığınız için

herkese teşekkür eder, programımızın hayırlara vesile olmasını diliyorum."

Topluluk Başkanımızın konuşmasından sonra, topluluk faaliyetlerimizin sinevizyon

gösterimi yapıldı.

Konuşmayı konuğumuz devr aldı. Necmettin Salih:

Bismillah, elhamdülillah, vessalatü vesselamü ala Resulillah. Kıymetli hazirun, öncelikle

Hüseyin Hocam’ın şahsında, bu güzel organizasyonu tertip ettikleri için Bilgi ve Erdem

Topluluğu’na teşekkür ediyorum. Bugün, Allah nasip ederse oryantalizmi konuşacağız.

Fakat oryantalizm meselesi iki yönü olan bir mesele. Birincisi, teknik bir yönü var. Bu

teknik yöne girersek aslında işin içinden çıkamayız. Hem siz sıkılırsınız, hem de pek çok

kitapta, makalede okuyup elde edebileceğiniz bilgiler olur benim size anlattığım teknik

meseleler, tarihsel meseleler. Ben bunun yerine bugün biraz daha size bir ilahiyat

talebesinin oryantalizmle münasebetini anlatmaya çalışacağım. Yani aslında bu bizim

ilahiyat geleneğimizin geçmişiyle alakalı bir durum. Dolayısıyla benim konuşmamdan

şunu çıkarabilirsiniz: Oryantalizmle hasbelkader yani sekiz seneyi geçmiştir

münasebetim. Bu çok az bir süre. Oryantalizm gibi bir gelenek bir ömür harcansa bile

tüketilemeyecek kadar geçmişi olan bir gelenek. Fakat aktif olarak bu işin içinde olan ve

yakın zamanda da bu işin menbaına gidip gelmiş birisi olarak aslında benim size

anlatacaklarım şu an bir Türkiye bağlamında bir ilahiyat talebesinin oryantalizm

tecrübesi olarak bunu algılayabilirsiniz. Dolayısıyla hani size kitaplarda ya da

makalelerde bulamayacağınız şeyler biraz daha anlatmaya çalışacağım, kişisel

tecrübeler olarak.

Sözlerine şu şekilde devam etti:

Şimdi değerli arkadaşlar, öncelikle tabii kısaca ben oryantalizmin size bir tanımını ve çok

özet bir tarihçesini geçeceğim. Oryantalizm ne demek? Oryantalizm, oryent kökünden

geliyor zaten. Biliyorsunuz bir kelimenin sonuna “izm” eklendiğinde onun aslında bir

ideolojik ve tarihsel boyutunu ifade etmiş oluyoruz. Oryantalizm de bu bağlamda aslında

doğu bilimi demek. Çünkü oryent kelime anlamı olarak doğu demek. Ve oryantalist

dediğimizde de aslında biz doğu bilimci demiş oluyoruz. Şu şekilde bir gâlate-i meşhur

da var. Sanki oryantalistler sadece İslam araştırmacılarıymış gibi bir yanlış bir algı da var.

Çünkü biz oryantalizmle sadece İslam araştırmaları boyutunda muhatap oluyoruz.

Halbuki oryantalistler inceleme alanları açısından baktığımızda İslam sadece onların

inceleme alanlarının bir kısmını teşkil ediyor. Aslında şöyle düşünebilirsiniz: Akdeniz

bölgesinden mesela Fas’tan alın, ya da ne bileyim biraz daha kuzeyden Edirne’den

Japonya’ya kadar Batı’nın Doğu diye konumlandırdığı bütün coğrafya içerisinde kalan

herhangi bir şeyi çalışmaya, incelemeye biz oryantalizm diyoruz. Dolayısıyla böylesine

geniş kapsamlı bir alanı var. Bizim bugün burada konuşacağımız şey aslında İslam

araştırmaları, İslam ve oryantalizm olacak. Dolayısıyla biraz daha Orta Doğu bağlamında

konuşacağız nasipse. Bu oryantalizmin tarihi değerli arkadaşlar, İslam’ın kendisi kadar

eskidir. Biz oryantalizm deyince aklımıza böyle akademik bir gelenek geliyor. Kelimenin

kendisi de zaten modern bir kelime. Bunu bu şekilde meşhur eden isim Edward Said’dir.

1970’lerde ilk kitabını çıkardığında Şarkiyatçılık adıyla Oryantalizm diye, İngilizcesiyle,

bunu bastığında aslında literatüre bunu bir kavramsallaştırma olarak yerleştiren kişi

Edward Said’dir. Dolayısıyla bizim bir eleştirel oryantalizm literatürü olarak aslında

geçmişimiz bundan en fazla 50-60 sene öncesine gidiyor. Halbuki oryantalizm İslam’ın

kendisi kadar eski dedim. Yani 14 asırlık bir geleneğe sahip. Bu da şu şekilde özetle

teşekkül ediyor. Önce teşekkülünden bahsedeceğim, ondan sonra bizim ilahiyat

bağlamındaki tezahürlerinden bahsetmeye çalışacağım. Şimdi öncelikle, biliyorsunuz

Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in vefatından sonra Müslümanlar çok kısa

süre içerisinde, önce Hulefa-i Raşidin önderliğinde, ardından da Emevi Abbasi

halifelerinin fetihleriyle birlikte Müslümanlar çok kısa süre içerisinde, 20-30 yıl bile

kalmadan, yani Hulefa-i Raşidin dönemini düşünürsek, üç kıtaya birden hakim oldular.

Yani kuzeyde İran coğrafyasına, batıda Kuzey Afrika’nın en uç noktalarına kadar, Bizans

kapılarına kadar dayandılar Müslümanlar. Dolayısıyla bu aslında kendinizi o dönemde

yaşayan bir Hristiyan konumunda düşünün. Mesela diyelim ki o dönemin Doğu

Hristiyanları nerede yaşıyorlardı? Daha çok günümüzün Güneydoğu Türkiye’siyle Kuzey

Suriye’si. O civarlarda özellikle Süryaniler, Nesturiler vesaire orada yaşıyorlardı.

Düşünün, kendi halinizde, çiftliğinizde yaşayan bir Hristiyansınız. Size bir haber geldi:

Hicaz’da Muhammed adında bir adam çıkmış ve Allah diyor, peygamber diyor, İslam

diyor, bir din vaaz ediyor. Bunu ciddiye almazsınız. Tamam bunlar hep tarih boyunca bu

tür insanlar çıkmıştır, gelmiştir, geçmiştir. Fakat bir bakıyorsunuz ki 10 sene sonra o

İslam ordusu sizin kapınıza geliyor bir anda. Yani dönemin şartlarını düşünün.

Günümüzdeki gibi askerlerinizi böyle uçaklara, gemilere bindirip bir yerden bir yere

nakletmiyorsunuz yani. Bir anda bu şekilde İslam o dönemin süper güçlerinin diyelim

kapılarına dayananca, aslında bu hem askeri, hem siyasi, hem de entelektüel, zihinsel

bir krize yol açtı. Askeri ve siyasi olarak zaten karşı koyamadılar. Çünkü İslam orduları

hani deyim yerindeyse gümbür gümbür her tarafı fethediyordu, hiçbir şekilde

karşılarında duramıyorlardı. Karşılarında duramadıkları için bir mağlubiyet psikolojisi

içerisinde aslında bu onlarda bir entelektüel bir krize yol açtı. Nasıl bir krize yol açtı?

Şimdi İslam orduları bir yeri fethettiklerinde gayrimüslim orduların yaptığı gibi orayı

kılıçtan geçirmiyordu, orada zulüm yapmıyordu, oradaki insanları zorla dinini

değiştirtmeye çalışmıyordu. Ne yapıyordu? Bir vali atıyordu oraya, İslam ülkelerinden

birkaç tane aile getiriyordu oraya yerleştiriyordu ve onların Müslüman yaşantısıyla oraya

giden tebliğcilerin, davetçilerin tamamen güzel dille, peygamber ahlakıyla yaptıkları

tebliğlerden dolayı İslam askerlerinin ayak bastığı yerdeki bütün Hristiyanlar, Yahudiler,

Mecusiler hepsi böyle hızlı hızlı Müslüman oluyorlardı. Dolayısıyla bu bölgelerin din

adamları telaşa kapıldılar. Özellikle Hristiyan din adamları, Doğu Hristiyanlarından

bahsediyoruz. “Ya bizim bu dindaşlarımızın imanını korumamız lazım.” Dediler. Aslında

ilk oryantalizmin temelleri bu şekilde atıldı o dönemde. Yuhanna ed-Dımeşkî diye bir

adam vardır. Emevî Sarayı’nın katiplerindendi hatta yani. İslam’ın hoşgörüsünü buradan

anlayabilirsiniz. Bir Hristiyan bir din adamı Emevî Sarayı’nda katiplik yapabiliyordu yani.

Bu adam ilk İslam’a reddiyeyi kaleme alan isimdir. Ve amacı da aslında İslam’ı

reddedemeyeceğini biliyor. Ona herhangi bir Müslüman alimini okuttuğunda hiçbir etki

oluşturmayacağını biliyor. Ama yine de böyle bir eser almaktaki amacı ne? Az önce

söylediğim gibi kendi dindaşlarının en azından İslam’a girmesini engellemeye çalışmak.

Bu şekilde şu an 8. Yüzyıldan bahsediyorum, yani hemen hicri 2. Asırdan bahsediyoruz.

Bu şekilde başlayan bu reddiye geleneği değerli arkadaşlar, 12. Yüzyıla kadar devam

edecek. Doğu Hristiyanları bu işe öncülük edecekler. İşte Abdülmesih el-Kindîler, ondan

sonra onun devamında gelen bir sürü isimler var. Ve ne zaman ki Emevîler Endülüs’e

çıkacaklar, Emevîler Endülüs’e çıktıktan sonra artık Batı ile İslam fiilen karşılaşmış

olacak. O döneme kadar Müslümanlarla gayrimüslimler daha çok doğu topraklarında,

Doğu Hristiyanlarıyla Müslümanlar karşılaşıyordu. Fakat asıl Hristiyan imparatorluk

geleneği ve Roma mirasıyla İslam orduları aslında Endülüs’e çıktıklarında

karşılaşacaklar. Dolayısıyla oraya çıktıktan sonra artık 12. Yüzyılda Fransa’da bir kilisenin

rahibi, kilise rahibi derken basit anlaşılmasın yani o dönemin böyle papası gibi bir adam,

Muhterem Peter diye biz Türkçeye çevirirler, yani saygıdeğer Peter anlamında... Haçlı

seferleri de bir yandan organize ediliyor tabii o dönemde. Ve Haçlı seferleri

başlayacakken bu Peter diyor ki: “Biz,” diyor, “yıllardır İslam ile kılıçla mücadele

ediyoruz.” İslam’a askerlerimizle karşı koymaya çalışıyoruz fakat hiçbir sonuç elde

edemiyoruz. Yani demek ki bizim yöntem değiştirmemiz lazım. E üç dört asırdır bizim

seleflerimizin yazdığı reddiyeler de hiçbir işe yaramıyor. Hala Hristiyanlar dur durak

bilmeden Müslüman olmaya devam ediyorlar. Dolayısıyla bizim ne yapmamız lazım?

Bizim artık doğrudan İslam kaynaklarını incelememiz lazım. Yani bu artık öyle kulaktan

dolma bilgilerle, işte İslam şöyle kötüdür, peygamberi şöyle kötü adamdır diye çamur

atmakla, iftira atmakla yapabileceğimiz bir şey değil. Artık bizim ne yapmamız lazım? Bir

heyet kurmamız lazım ve bu heyette önce bir Kur’an tercümesi yaptırmamız lazım,

ardından hadisleri tercüme ettirmemiz lazım, işte birkaç fıkıh kitabı, birkaç tasavvuf,

birkaç kelam kitabı vesaire tercüme ettirmemiz lazım ki, bunlar üzerinden biz İslam’ın

yanlışlarını, İslam’ın açıklarını tespit edelim ve bizzat kendi ana kaynakları üzerinden

İslam’ı vuralım projesiyle bir heyet kuruyorlar. Bu heyet içerisinde aslında bir ilk

gerçekleşiyor ve Kur’an-ı Kerim ilk defa Latinceye tercüme ediliyor. Yani bir Batı diline ilk

defa Kur’an-ı Kerim tercüme ediliyor. Tarihler 1147 arkadaşlar. Yani tarihin eskiliğine

dikkatinizi çekmek isterim. Bundan nerede baksanız 900 sene öncesinden bahsediyoruz.

Bu ilk tercümenin de ismi ne peki? Tercümenin ismi şu: Haşa, “Sahte Peygamberin

Yasası.” Yani tercümeye verdikleri isme bakın.

Dolayısıyla bu tercümeyi yaptıktan sonra biz aslında o metin kaynaklı oryantalizmin

başladığını görüyoruz. Bu şekilde tercümeler yapılıyor, başka eserler de çevriliyor ama

hala İslam’a dair böyle teşekküllü bir bilgiye sahip değiller. Niye? Çünkü galip olan İslam,

mağlup olan Batı. Galip her zaman kendi hakimiyetini kurduğu için mağlubun bilgi

sınırlarını da kontrol eder. Şu an kendi durumumuzu düşünün. Biz neyi neye kadar

bilebiliyoruz, neyi neye kadar hükmedebiliyoruz. Bunu düşünelim, biraz canımız sıkılsın.

O dönemde İslam orduları, İslam devletleri, Müslümanlar bu konumdaydı. Dolayısıyla

bir gayrimüslim herhangi bir çalışma ortaya koyduğunda, istediği kadar bu çalışma

derinlikli olsun, etki alanı sınırlı kalıyordu. Çünkü hakim pozisyon bir başkasının

elindeydi. Ardından artık Batı’da üniversiteler kurulmaya başlanınca, bu üniversitelerde

Arapça kürsüleri kurulmaya başlanıyor. 14. Yüzyıla geldik. Hala tercümeler bir yandan

devam ediyor. Şu an Avrupa’nın en önde gelen üniversiteleri var değil mi? İşte Oxford,

Cambridge, Paris’teki, Paris, ondan sonra İtalya’da Bologna vesaire. Bu tür

üniversitelerde ilk kurulan kürsülerden bir tanesi de Arapça kürsüsüdür. Yani mesela

aklınıza şöyle bir soru sorsa, yolda size böyle bir sokak röportajında birisi mikrofon

uzatsa dese ki: “Sizce Batı’da açılmış ilk bölüm nedir?” diye bir soru gelse, dersiniz ki işte

ne bileyim fizik, kimya, biyoloji, astronomi vesaire dersiniz değil mi? İlk açılanlardan bir

tanesi Arapça kürsüsüdür arkadaşlar. Niye? Çünkü İslam gibi bir olgu var, Müslümanlar

denen bir topluluk var ve bunlar ilimde zirveler, bilimde zirveler, siyasette zirveler. Ki 14.

15. Asırlar değerli arkadaşlar, her anlamda İslam’ın zirve olduğu çağlardır yani.

Osmanlının İstanbul’u fethettiği dönemler, memlüklüler Kuzey Afrika’yı komple

hükmediyor, Osmanlı Anadolu topraklarına ve Doğu Avrupa’ya komple hükmediyor

vesaire derken, Batı adeta böyle Fransa ve Almanya sınırları içerisinde kalmış bir

durumda. İspanya zaten yok. İspanya İtalya zaten Müslümanların elinde. Bir tek o

kuzeydeki vahşi Vikinglerle alt taraftaki Almanya ile Fransa var Batı’nın elinde yani.

Dolayısıyla böyle bir durumda ister istemez biz nasıl bir yerde modern bilimden

bahsediyorsak hemen Batı’nın bilimlerini incelemeyi kastediyorsak, buna amaçlıyorsak,

o dönemde de incelenen bilimler bizim bilimlerimizdi. Bu tesadüf değil. Yani galipseniz

bunu sağlayabilirsiniz. Dolayısıyla 14. Asırda Viyana Konsili diye isim verilir. Viyana

Konsili’nde bu kararı alan da Kilise değerli arkadaşlar. Yani Kilise bizzat diyor ki: “Biz ilk

üniversitelerimizde Arapça kürsüleri kuracağız ve bu Arapça kürsülerinde

akademisyenlerimize Arapça öğreteceğiz ve bunlar İslam’ı araştırıp bize malzeme

sunacaklar. Biz de bunu nerede kullanacağız? Misyonerlik faaliyetlerinde kullanacağız.”

Yani İslam dünyasına gönderdiğimiz misyonerlerde veya kendi içimizdeki bizzat sınır

komşumuz olduğu Müslümanların arasına gönderdiğimiz misyonerlerde bunları

kullanacağız. Bunun dışında kendi halkımız için de kullanacağız. Bakın İslam böyle bir

din diye gösteririz diyorlar.

Fakat iki asır, hatta üç asır boyunca Batı’da doğru düzgün Arapça öğretecek adam

bulamıyorlar. En son nihayetinde 1600’lerde bu kürsüler hayata geçiriliyor ve bunlardan

ilklerinden bir tanesi de Oxford’daki kürsüdür. Geçen sene oradaydım ben. O geleneği

orada görüyorsunuz arkadaşlar. Resmen adamlar 1634 kuruluş tarihi. Yani kaç sene

oluyor? Tam 400 senedir Arapça çalışıyorlar. Yani tam 400 senedir İslam araştırması

yapıyorlar. Bizim Türkiye’deki ilahiyatlar kaç senelik? Hadi 50 diyelim. 75 senelik ilahiyat

geleneğimiz var. Ve öncesindeki medrese geleneğimizle ne kadar alakamız var? Tartışılır,

oraya geleceğim birazdan.Ardından sömürgecilik dönemi başlayacak arkadaşlar. 17.

Yüzyılda artık sömürgecilik dediğimiz bir olgu başlayacak. Bu olgu niye başlayacak?

Çünkü artık İslam dünyası, Osmanlı hakimiyetini yitirmeye başlayacak. İslam dünyası

deyince Osmanlı diyoruz o dönemde. Başka çünkü hakim bir devlet yok. Osmanlı’nın

zayıflaması demek İslam’ın zayıflaması demek aslında o dönemde. Dolayısıyla Osmanlı

artık Viyana kapılarından döndükten sonra artık Osmanlı Devleti yavaş yavaş kendi

kabuğuna çekilmeye başlıyor ve Batı artık sınırlarını genişletmeye, iyice İslam dünyasına

adım atmaya başlıyor. Fakat bu sefer şöyle bir problem meydana geliyor. Şimdi Batı artık

galip konumuna geçiyor fakat gidip oraları, İslam dünyasını işgal edecek, ele geçirecek.

Ama buralarda tutup da Müslümanların yaptığı gibi Müslümanları gönülden fethetmek

gibi bir lüksü yok Batı’nın. Yani siz şu an hiçbir Müslümanı Hristiyanlığa kolay kolay ikna

edemezsiniz. Bu tutar yanı yok yani. Makul bir inanç sistemi yok. Dolayısıyla Batı bunu

çok daha farklı, çok daha böyle akıllıca, usta yöntemlerle yapmaya niyetleniyor. Bunun

için de ne yapması lazım? Her şeyden önce muhatabını çok iyi tanıması lazım. Yani siz

bir yeri fethettiğinizde veya bir yeri ele geçirdiğinizde orayı elinizde tutmak istiyorsanız ya

böyle acayip, caydırıcı, karşı konulmaz bir gücünüzün olması lazım ya da orayı çok iyi

tanımanız lazım. Yani oranın her şeyini, bütün dinini, kültürünü, örfünü, adetlerini, her

şeyini bilmeniz lazım ki onlara ayak uydurabilesiniz ve onlara müdahale etmeden, böyle

onların suyuna giderek ve ama alttan alttan da bunların asimile olmasına sebep olarak

oralarda barınabilmelisiniz.

Bunun için de bu asırlar boyunca Batı’da yetişen oryantalistler zamanla sömürgeci

devletlerin böyle beyin takımı olmaya başladılar. Yani mesela diyelim ki Fransa veya

Hollanda bir İslam ülkesini, Endonezya’yı mesela işgale gitti diyelim ki. Giderken ne

yapıyor? Yanında bir grup oryantalist götürüyor. Bunun en canlı örneği Napolyon’dur.

Mesela Napolyon 1798’de Mısır’a çıktığında, ki sömürgeciliğin böyle artık zirvesidir yani

Napolyon’un Mısır’a çıkışı, yanında arkadaşlar 300 küsür kadar oryantalist götürüyor

Napolyon Mısır’a çıkarken. Ve Mısır’da çıktığında bu oryantalistlere bir hutbe hazırlatıyor.

Arapça, Mısır lehçesiyle bir hutbe hazırlatıyor ve bunu o dönemdeki işte Ezher şeyhlerine

ya da camilerde okutturuyor bu hutbeyi. Ve hutbede ne diyor biliyor musunuz? “Ey Mısır

halkı, ben sizi işgal etmeye gelmedim. Ben sizin bir kardeşinizim. Ben sizi bu zalim

Osmanlı, zalim Memlük diktasından sizi kurtarmaya geldim.” Diyor mesela. Çünkü biliyor

artık o saatten sonra herhangi bir yeri zorla işgal etmeye kalksa bu geri tepecek. Orada

kan ve gözyaşından başka bir şey oluşmayacak. Çok da umurlarında olduğundan değil

de maksatları oranın zenginliklerini ele geçirmek olduğu için oranın halklarıyla bir yere

kadar iyi geçinmek zorundalar. Ve hiçbir direniş olmuyor Mısır’da. Yani Mısır böyle altın

tepside Fransa’ya ne oluyor? Teslim ediliyor. Ve oradan zaten işgal ondan sonra

yayılmaya başlıyor. Fransızlardan sonra İngilizler devralıyor. İngilizlerden sonra zaten

1948’de Filistin’den çekildiklerinde zaten İsrail devleti ilan edilecek değil mi?

Şimdi dolayısıyla arkadaşlar burada artık bu dönemden itibaren hani Cemil Meriç’in

meşhur bir deyimi vardır. Ne der Cemil Meriç? “Oryantalizm sömürgeciliğin keşif

koludur.” Der. Yani bir yere oryantalistler önceden giderler. Tıpkı hani bir ordunun keşif

kollarını önden gönderip bir arazi taraması yapması gibi ya da ne bileyim bir askeri var mı

yok mu, kim var orada, hangi dilde konuşuyorlar, ne yapıyorlar, ne ediyorlar, bölge

savaşmaya uygun mu vesaire. Tıpkı bunu yapması gibi oryantalistler de aynı şekilde bu

işi yapmışlardır. Ve hatta o Napolyon Mısır’dan döndükten sonra, çok da uzun kalmıyor

yani 4-5 senelik bir süreden bahsediyoruz, devasa bir Mısır ansiklopedisi ortaya çıkıyor.

Yani yanında götürdüğü oryantalistler arkadaşlar orada bulundukları süre boyunca

Mısır’ın ansiklopedisini çıkarıyorlar. Bu da oryantalizmin ilk böyle teşekküllü, kolektif

çalışması kabul edilir. Yani sonradan tabii İslam ansiklopedisi ortaya çıkacak, Kur’an

ansiklopedisi ortaya çıkacak vesaire ama bunların öncüsü ilk olarak o Mısır

ansiklopedisidir. Yani daha Mısır’ı işgal etmeden bu oryantalistler Mısır’ı sizden bizden iyi

tanır pozisyondalardı. Buradan şuraya geleceğim. Bir yerden sonra artık bu Osmanlı’nın

tamamen tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte artık Türkiye’de de cumhuriyetin ilan

edilmesiyle birlikte ne oldu Türkiye’de? Medreseler lağvedildi. Yerine modern eğitim

sistemi kuruldu. Bu eğitim sisteminde, daha doğrusu üniversite dediğimiz, lisede,

ilkokullarda. Bu eğitim sisteminde Osmanlı bakiyesi medrese hocaları ister istemez

görev alamadılar. Niye? Çünkü tamamen farklı bir müfredat, tamamen farklı bir dil ve

tamamen farklı bir bilim anlayışı zaten. Seküler bir bilim anlayışından bahsediyoruz.

Burada şöyle bir ihtiyaç ortaya çıktı. Şimdi komple sistemi değiştiriyorsunuz fakat

ülkenin neredeyse tamamı hala Müslüman ve bu ülkede bir din adamı ihtiyacı var. Yani

din hizmetlerini yürütecek devlet memurlarına ihtiyaç var. İnsanların dini ihtiyaçlarını

karşılayacak din adamına ihtiyaç var ve aynı zamanda bu din adamlarını yetiştirecek

hocalara ihtiyaç var. Ve bu sefer ne kararı alındı? Biz bir İlahiyat Fakültesi kuralım kararı

alındı. Bunun ilk örneği Darülfünun’dur değil mi? İstanbul Üniversitesi kapsamında

kurulan. Fakat çok uzun ömürlü olmuyor, birkaç sene sonra kapatılıyor. Arada 20 yıllık bir

fetret devri var. Tam 20 yıl olmasa da o kadar diyelim. Bir fetret devri var. O süreç

içerisinde zaten o asıl hani tam cumhuriyetin yeni kurulduğu ve en çalkantılı dönemler o

dönemler 1950’lere kadar. Ve 1949’da Ankara İlahiyat Fakültesi kuruluyor. Fakat Ankara

İlahiyat Fakültesi kuruluyor ama şimdi modern üniversite çatısı altında tefsir usulü ve

tarihi okutacak hoca yok. Yani hadis usulü ve tarihi okutacak hoca yok mesela veya

İslam hukuku okutacak hoca yok. Ne yapıyorlar bu sefer mecburen? Bunu tekrar baştan

şerhini düşeyim arkadaşlar. Herhangi bir kötü niyet falan söz konusu değil burada. Hiç

kimseyi niyetiyle falan eleştirmiyoruz. Tamamen olgusal, olup biten tarihsel meseleleri

anlatıyoruz. Mecburen ne yapıyorlar arkadaşlar? Bir şekilde Batı’da doktorasını yapmış,

oralarda eğitim almış kıymetli isimleri getiriyorlar ve ilahiyat fakültelerinde bunlar hocalık

yapmaya başlıyor. Dolayısıyla burada verilen dersler otomatik olarak aslında nerelerde

alınmış derslerin devamı oluyor? Fransa’da, Almanya’da vesaire. Buralarda

oryantalistlerin tedrisatından geçmiş isimlerin verdiği dersler olmuş oluyor.

Sözlerine şöyle devam etti:

Bizim bir ilahiyatın oryantalizmle münasebeti nedir diye bir soru soracak olursanız,

aslında bu soruya şu şekilde cevap verebilirsiniz: Son derece organik bir münasebetimiz

var. Yani biz bunu inkar edemeyiz. Niye inkar edemeyiz? Hatta daha çarpıcısını

söyleyeyim. Mesela şu an günümüzde ilahiyatlarda tartışılan meseleler var değil mi? Pek

çok mesele var. İşte Kur’ancılık meselesi, tarihsellik meselesi, hadislerin güvenilirliği

meselesi, tasavvufun kökeni meselesi, bir sürü aklınıza şöyle bir 10 tane en yoğun

tartışılan mesele getirin arkadaşlar. Bunun sekiz tanesinin şöyle altını kazıyın,

oryantalizm çıkar. Yani zamanında 19. Yüzyılda, 20. Yüzyılda oryantalistlerin bir şekilde

ustalıkla icat ettiği görüşler olduğu gibi bizim müfredatımıza taşındığı için biz hala bunun

sancılarıyla uğraşıyoruz.

Bu da şundan dolayı oldu aslında. O medrese geleneğinden komple radikal bir kopuş

gerçekleştiği için, ilahiyatlarda eğitim almaya gelen öğrencilerimiz bu temelden yoksun

bir şekilde ilahiyatlara eğitim almaya geldiler ve dolayısıyla ilahiyatlarda anlatılan

meseleleri sorgulayamadan, onları tatma imkanı bulamadan kabullendiler. Ve bu birkaç

nesil boyunca böyle devam etti. Yani siz şu an burada ilahiyatta mesela her türlü

hocadan ders alıp “Vay ne güzel ilahiyatımız var, her çeşit hoca var, her çeşit görüş var!”

diye rahat bir şekilde bir müfredat eğitimi almanıza aldanmayın arkadaşlar. Bundan iki,

üç nesil önce bu böyle değildi. Asrın bir söylem vardı ve bu söylem gerçekten

hakimiyetini hissettiriyordu. Bu son belki 20-25 sene içerisinde değişti bu. Dolayısıyla bu

bizim ilahiyat tarihimizin bir gerçeği arkadaşlar. Biz de bunun içerisindeyiz. Ben mesela

kendimden bir örnek vererek ilerleyeceğim. Lisans son yıllara geldiğimde ben, lisansüstü

çalışma yapacak alan arayışı içerisindeydim. Şimdi medrese yıllarından dolayı böyle bir

fıkıh formasyonum vardı. Fıkıh çalışmak istiyordum. Hani istiyordum derken hani fıkıh

eğitimi mirasına ihanet etmemek için yani. Sonuçta 4-5 sene fıkıh eğitimi almışız vesaire.

Dolayısıyla başlarda ciddi ciddi böyle fıkıhçı olmayı düşündüm. Ama yürümedi yani.

Sonuçta bu işi sevmeniz gerekiyor akademik olarak bir çalışma yapmayı planlıyorsanız.

Aranızda akademik çalışmalar yapmayı planlayanlar varsa bu söyleyeceklerimden

kendilerine güzel paylar çıkarabilirler. Sonrasında zamanla 3. Sınıfın yazıydı hatırlıyorum.

Abim bir köye imam olarak atanmıştı. Yazları onun yanında giderdim böyle kafa

dinlemeye. Bir yaz giderken 3. Aslında 3. Sınıfın ortalarında bu YDS YÖKDİL çalışmaya

başlamıştım. Dolayısıyla Arapça okuyoruz yani. İşte modern metinler, işte El Cezire’den

haber okumaya çalışıyoruz vesaire. Ya okuduğumuz her haberde işte o zamanlar da

böyle şey çok canlıydı yani, Suriye iç savaşı çok canlıydı o zamanlar. Daha yeni

başlamıştı. Ve onları böyle hangi haberi okusan Ortadoğu’da bir yerde bir katliamdan, bir

yerde bir zulümden, bir yerde bir gözyaşından, bir yerde bir acıdan bahsediyor.

Dolayısıyla böyle bir yerden sonra bende şöyle bir sorgulama meydana geldi: Ya bu

Ortadoğu nasıl bir yer? Yani güvenli bir şekilde seyahat edebileceğin, rahat bir eğitim

alabileceğin hiçbir Arap ülkesi kalmamış. Yani Körfez ülkelerini saymazsan. Onlar da

zaten kimin güdümünde oldukları çok net. Dolayısıyla böyle köklü, kadim geleneğe sahip

Arap ülkelerine bak, o dönemde yani bizim lisans yıllarında, neredeyse yoktu yani. Böyle

gidip rahat rahat eğitim alabileceğin vesaire. Her birinde bir karmaşa, her birinde bir iç

savaş. Dolayısıyla ben dedim ki ya bu Ortadoğu’yu bir okumalıyız yani. Bize anlatıyor

aslında bu hikaye bizim hikayemiz.

Ve böyle hatırlıyorum o yaz 5-6 tane böyle kalın, zar zor bulmuştum yani. O dönemler

böyle Ortadoğu kitapları da yoktu arkadaşlar. Yani şimdi her ay bir tane kitap çevriliyor,

her ay bir tane kitap Türkçede de yazılıyor artık. O dönemde o kadar yaygın değildi. Temel

böyle belli başlı kitaplar vardı. Onları aldım böyle, gittim abimin köyüne. Bir imam odası

vardı köy camisinde, çok hoşuma gidiyordu. Orada böyle gece gündüz bir yaz boyunca

böyle Ortadoğu okuması yapmıştım. Şimdi okuyorum, okuyorum ama okudukça böyle

seni çekiyor içine. Yani çünkü hakikaten dipsiz kuyudur yani Ortadoğu. İnsanlığın ortaya

çıktığı yer olduğu için, bütün peygamberler tarihinin yaşanıp bittiği yer olduğu için, bütün

çatışmaların, dünyanın bütün gözünün üzerinde olan yer olduğu için oranın hikayesi

bitmez. Dolayısıyla baktım bu işin sonu yok, bu işin dibi yok. Çünkü artık dönem başladı

son sene. Böyle derslerimden falan geri kalıyorum yani o kadar merak saldım. Sonra

dedim ki ya ben dedim bu Ortadoğu merakını bastıramam. Ben akademik çalışmaları

bunun üzerinden devam ettireyim. Ama düşün yani 4-5 sene fıkıh eğitimi almışım.

İlahiyatçıyım Ortadoğu ne alaka meselesi artık zihnimi kurcalıyor yani. Sonra dedim ki o

zaman ben şöyle yapayım. İşin içerisinde Ortadoğu da olsun. Yani biraz tarih olsun. Dil

merakım da var. İşte Arapça, İngilizce falan çalışıyorum yoğun bir şekilde. Dil merakımı

da tatmin edeyim bir yandan. Böyle düşünüyorum. Hani bir espri var ya “çilek yiyeyim,

muz tadı gelsin” vesaire tarzında. Aynen öyle bir ruh hali içerisindeyim. Fıkha

uygulamaya çalıştım, olmadı. Yani fıkıh böyle bir alan değil. Doğrudan işin felsefi ve

pratik tarafıyla ilgilendiği için fıkıh. Hadis zaten fazla teknik geliyordu. Böyle rical-i ilmi,

senetler, isnatlar vesaire. Geriye bir tek ilim kalıyor. Tefsir kalıyor. Niye? Çünkü ben

oryantalizm okumaları yaparken şunu fark ettim. Şu an size arkadaşlar aslında bir

ilahiyat öğrencisinin oryantalizmle münasebetini anlatıyorum. Yani az önceki tarihçeye

bunu yerleştirmenizi istiyorum zihninizde. Ortadoğu’yu okudukça ben şunu gördüm. O

Cemil Meriç’in sözü böyle her sayfada tecelli etti. Yani bir yerde bir karışıklık varsa, bir

yerde bir iç savaş varsa, bunun kökenleri hep 100 yıl öncesine, 150 yıl öncesine

dayanıyor. Yani böyle son 5-10 senede ortaya çıkmış anlaşmazlıklar, 5-10 sene önce

ortaya çıkmış problemler değiller. Ve bunlar zamanında sömürgeci Batılı devletlerin

oryantalist beyinlerle adım attıkları toprakları karıştırıp geri gitmelerinin bir sonucu. Bunu

gördüm. Yani Ortadoğu okudukça aslında Ortadoğu beni oryantalizme götürdü. Ve en

son böyle lisansın bitimine 2 ay falan var değerli arkadaşlar. Bakın zamanın kritikliğini

düşünün. 2 ay var. Dedim ben tefsirde bunu yapabilirim. Çünkü biraz araştırdım.

Hakikaten oryantalizmin en çok mesai harcadığı alan Kur’an alanı. İslam

araştırmalarında. Arapça üzerinden Kur’an’ın dili zaten Arapça. Arapça merakımı tatmin

edebilirim. E Batı dilleri. İngilizce var. Kaynakları hep İngilizce okuyacağım. İşin içine

diğer Batı dilleri de girecek. Batı dilleri merakımı da tatmin edebilirim. E zaten

oryantalizm işin hem tarih boyutu var hem Ortadoğu boyutu var vesaire. Böyle tefsir

alanında hepsi birleşmiş oldu. Yani benim tefsirciliğim aslında lisans yıllarının son 2

ayında gerçekleşmiş bir şey yani. Mülakatlar falan başlayınca böyle apar topar birkaç

giriş kitabı falan okuyup öyle gidip kazanmak nasip olmuştu yani. Son ana kadar yoktu

gündemde.

Sonrasında burada aslında ben oryantalizm çalışmaya karar verdikten sonra arkadaşlar,

yüksek lisans boyunca sadece metin düzeyinde oryantalizmle muhatap oldum. Yani

sadece okuyorum. İşte tarihini okuyorum, doğu-batı ilişkilerini okuyorum, işte Kur’an

araştırmalarını okuyorum vesaire. Bir şeyi böyle metinden okuduğunuzda onun size

verebileceği tasavvur o satırlardan ibaret kalıyor. Yani ötesine geçemiyorsunuz. Sadece

metinle muhatapsınız çünkü. Bende ki de hep bir bilgi boyutundaydı bu zamana kadar.

Fakat hep eleştirel literatür üzerinden öncelikli olarak gittiğim için bu bir eleştirel bakış

açısı olarak yerleşmişti bende. O yüzden bunu da yeri gelmişken ifade edeyim yani.

Oryantalizm oryantalizm diyorum da sakın böyle gidip de bu konferanstan sonra bir

oryantalistin kitabını alıp okumaya falan çalışmayın arkadaşlar. Önce ikincil literatürü,

oryantalizm üzerine yazılan eleştirel literatürü bir okuyun. Tarihçesini iyi bir okuyun.

Ondan sonra vaktiniz ve enerjiniz kalırsa doğrudan oryantalist metinlerle iştigal

edebilirsiniz. Sonra doktora yıllarında bundan 2 sene önce falan bir yurt dışına gitme

imkanı doğdu. Ve bu bende böyle ciddi bir heyecan uyandırdı yani. Çünkü ilk defa

doğrudan oryantalizmin menbaına gideceğim. Ve tabii Oxford falan yoktu piyasada yani.

Onlar hani işte Oxford kim, ben kim modundaydım tabii o zamanlar. Başka üniversitelere

falan başvuruyordum. Birkaç tanesinden kabul almıştım fakat olmadı yani. Hocalar izine

ayrıldı vesaire. En son Tıbbıtak kapsamında gittim ben. Tıbbıtak bursunun bitmesine bir

hafta kala Oxford gündeme geldi ve ilginç bir şekilde kabul aldım Oxford’dan ve Oxford’a

gittim. Az önce bahsettim, oraya bağlayacağım olayı. Dört asırdan fazladır Oxford’da

İslam araştırmaları yürütülüyor arkadaşlar. Ve oraya gittiğimde şunu gördüm. Yani o

kadar oturmuş bir sistem çerçevesinde bunu yapıyorlar ki, hocaları, öğrencileri, dersleri

vesaire. Arapçayı böyle adeta hani sizden bizden iyi öğreniyorlar ve Arapçayı sizden

bizden iyi bir ilim dili olarak kullanıyorlar. Yani öğrenmek aslında çok bir maharet değil.

Yani birisini karşınıza koy altı ayda da öğrenir, bir senede de öğrenir. Yani bir şekilde

öğrenir. Dil öğrenmek maharet değil. Asıl maharet bu dili senin kendi çıkarlarına, kendi

ülkenin çıkarlarına, kendi ideolojik çıkarlarına, kendi dini çıkarlarına hizmet edecek

şekilde kullanabilmek. Asıl maharet burada. Zaten oryantalizmin mahareti de buradan

geliyor. Orada ben onlarla doğrudan münasebet kurduktan sonra arkadaşlar şunu

gördüm. Bizim mesela Türkiye’deki ilahiyat eğitimi müfredatıyla kendi zihnimde bunu

karşılaştırdım vesaire. Ya dedim ki oralara hani bu oryantalizmin tarihini bilmeden giden

bir insan şunu der: “Vay be! Binalara bak! Eğitim sistemine bak! Görüyor musun?

Kaliteye bak!” falan dersin değil mi? Fakat bu tarihçeyi sen bildiğinde oraya gittiğinde

şunu görüyorsun: “Ben,” diyorsun, “bu şaaşaalı sahte medeniyetin ne üzerine kurulu

olduğunu biliyorum.” Diyorsun. Neyin üzerine kurulu? Bizim mirasımız üzerine kurulu.

Bizim Müslüman kardeşlerimizin kanları üzerine kurulu. Bizim topraklarımızın

sömürülmesinin üzerine kurulu. Dolayısıyla buradan şuna geleceğim arkadaşlar. Olur da

bir gün böyle Batı’ya, oryantalizme merak salarsanız, ilk bakışta o Batı’nın cazibesi sizi

böyle hayran bırakabilir kendine. Gerçekten hayran bırakmaması mümkün değil yani

arkadaşlar. Ben bir sene boyunca o kadar rahat yaşadım ki yani Oxford’da böyle bizim

oğlan bedava anaokuluna gidiyordu. Ne bileyim, her yer park, her yer kütüphane.

İnsanlar birbirine saygılı. İşte ayağını yola atıyorsun, araba yol veriyor vesaire hani

meşhur deyim vardır ya. Böyle bir hayat var orada. Ama bunun daha 100 sene öncesine

baktığında neyi görüyorsun? O hayatın barbarca geçmişini görüyorsun. Çok böyle çarpıcı

bir örnek vereyim. Fransızlar en çok işgal ettikleri yer neresi Fransızların? Kuzey Afrika’da

Cezayir değil mi? Cezayir’de milyonlarca insanı katlettiler. Fransızlar arkadaşlar Cezayir’i

işgal ettiklerinde Cezayir’deki o Osmanlı’dan kalma vakıf sistemiyle baş edemiyorlar. Ve

Cezayir’de böyle tamam siyaseti, ne bileyim sosyal hayattaki kontrolü ele geçirseler de

ekonomi ve dini yaşantı üzerindeki kontrolü bir türlü ele geçiremiyorlar. Niye? Vakıf

müessesesinden dolayı. Çünkü biliyorsunuz Osmanlı’da ekonomi büyük oranda vakıflar

üzerinden dönerdi. Özellikle para vakıfları vesaire sonradan teşekkül ettikçe. Bu sefer

arkadaşlar bu Cezayir’i işgal eden Fransız yetkililer ne yapıyorlar? Fransa’dan İslam

hukuku uzmanları getirtiyorlar. Bak, Fransa’dan İslam hukuku uzmanları getirtiyorlar.

Bunlar Cezayir’de yerel Cezayir lehçesini öğreniyorlar vesaire ve uzun yıllar araştırmalar

yaptıktan sonra arkadaşlar Cezayirli halkı şuna ikna ediyorlar: “Bu vakıflar artık gereksiz.

Bu vakıflar ekonomiye artık yük oluyor. Bizim bu vakıfları artık devreden çıkarıp ne

yapmamız lazım? Modern Batılı ekonomik sistemini tesis etmemiz lazım ve artık bu

düzeni değiştirmemiz lazım.” Diye bizzat o insanları buna ikna ediyorlar. Ve ne oluyor

arkadaşlar? Bir yerden sonra vakıf sistemi kaldırılıyor komple. Bunu böyle silah zoruyla

falan yapmıyorlar. Tamamen halkın kendi oyuyla, kendi meclisinden bunu geçirerek ne

yapıyorlar? Manda yönetiminde bunu onaylatıyorlar ve o an bütün Kuzey Afrika’nın,

başta Cezayir olmak üzere, ekonomisi komple Batılı sömürgeci devletlerin eline düşüyor.

Çünkü yerine getirilen sistem İslami bir nizam değil. Tamamen kredi usulü Batı ekonomi

sistemi gelmiş oluyor. Çok basit bir örnek bu aslında. Bir yerin nasıl işgal edildiğine, bir

yerin nasıl ele geçirildiğine dair. Mesela geçen hafta nasip oldu. Biz bir Kudüs seyahati

yaptık. Orada mesela gözlerimle şahitlik ettim yani. Çok Arap ülkesine gittim ben.

Neredeyse çoğuna gitmişimdir ama ilk defa Kudüs’e gitmek nasip oldu. Ve gerçekten de

çok farklı bir etki bıraktı bende. Bir oryantalizm çalışan birisi olarak aslında orada böyle o

oryantalizmin mirasını böyle damarlarıma kadar hissettim. Bu tarihçeyi bilmeyen birisi

orada böyle şey görür: Bir İsrail polisi zulmediyor yani sana baskı yapıyor gibi görür. Ama

bu tarihçeyi sen bildiğinde şunu görüyorsun. Mesela dinden ya da ne bileyim bütün

ideolojilerden soyutlayın bir insanı. Bir insanın diğer bir insanı öldürmesinin nasıl bir

motivasyonu olabilir? Çok temelde bir soru soruyorum. Yani bir din düşmanlığını kaldır

ortadan ya da ne bileyim bir ideolojik düşmanlığı kaldır. Bir insan gözü kapalı bir şekilde

diğer bir insanı nasıl öldürebilir? Yani bu kötülüğü nasıl açıklayabilirsin? Ve bunu sadece

bir insan bazında da değil. Yani binlerce, milyonlarca insan bazında bunu nasıl

yapabiliyor mesela? Değil mi? Yani şu an mesela sömürgecilik tarihini düşünün

arkadaşlar. Yani kayda geçenler var, bir de kayda, onun kat kat fazlası kayda geçmeyenler

var yani. Milyonlarca Müslüman katledilmiştir sömürgecilik tarihinde. Burada şu soruyu

sorması lazım bir Müslüman kendine: Ya hadi 100 tane öldürdün hani amiyane tabirle

200 tane öldür. Ya milyonlarca insanı nasıl öldürebiliyorsun? Ya bir yerden sonra insanın

vicdanı sızlar değil mi? Yani ne oluyor yani? Hani nasıl öldürüyorsun bu kadar insanı der

değil mi? İşte bu da arkadaşlar oryantalizmin mirasıdır. Nasıl biliyor musunuz? Modern

dönemde, biliyorsunuz ne oldu? Bir bilimsel devrim oldu. Değil mi? Bu bilimsel devrim

nasıl gerçekleşti? Batı’da, özellikle Rönesans ve Reform dönemlerinden sonra Kilise ne

oldu? Devre dışı bırakıldı. Yani Hristiyan Kilisesi artık bilim üzerindeki tahakkümünü

kaybetti ve tamamen seküler, dinden, Tanrıdan, İlah’tan, peygamberden bağımsız bir

bilim anlayışı tesis edildi. Ve bu bilim anlayışının hiçbir kontrol mekanizması yoktu. Yani

biz mesela İslami ilimlerle uğraşan birisi istediği kadar doruk noktaya çıksın. Yani bizim

şu an Batı’nın mesela teknolojik olarak icat ettiği ne varsa mesela şöyle kökenine bakın

bir Müslüman alimin icadını görüyorsunuz. Bunu böyle övmek için söylemiyorum.

Elbette yiğidi öldür hakkını teslim et yani. Teknolojik ilerlemeler inkar edilemez. Fakat o

dönemde o güce ulaşmış Müslüman alimler mesela herhangi birine bir zulüm etmişler

midir ya da bir Müslüman ordusu herhangi birine bir zulüm etmiş midir? Etmemiştir. Onu

frenleyen şey neydi? Mesela Kehf Suresi’nde meşhur bir hükümdar anlatılır. Değil mi?

Hangi hükümdar? Zülkarneyn anlatılır değil mi? Zülkarneyn Aleyhisselam ilk seferinde

nereye gidiyor? Batıya gidiyor değil mi? Batıya gittiğinde orada bir tane kavimle

karşılaşıyor. Allah Celle Celalühü ayet-i kerimelerde anlatıyor. Ve bu kavim, yani öyle bir

kavim ki hani böyle güneşin battığı, hani balçık içerisinde girdiği, ya dünyanın sonu yani.

Hani herhangi bir medeniyet olmayan, Zülkarneyn’in hiçbir işine yaramayacak, herhangi

bir faydasını olmayacak bir kavimle karşılaşıyor. Ve koca Zülkarneyn’e Allah Celle

Celalühü iki seçenek veriyor Zülkarneyn Aleyhisselam’a. Ne diyor? Ya onları azap,

işkence edebilirsin, cezalandırabilirsin ya da iyilik yapabilirsin diyor. Ve Zülkarneyn ne

yapıyor orada devamında? Allah Celle Celalühü’ye, ya kendi kendine ya da Allah Celle

Celalühü’ye hitaben ne diyor? İyileri ödüllendireceğiz. Kötüleri cezalandıracağız. Kötüleri

bir de Allah cezalandıracak diyor ayetin sonunda. Şimdi düşünün. Koca ordunuzla

dünyanın sonuna kadar gidebilmişsiniz. Bu şu demek yani, dünyanın yarısını

fethetmişsin. Ve dünyanın sonunda karşına böyle senin dilini de anlamayan, senin hiçbir

işine yaramayan bir kavim çıkıyor. Ne yapar normalde bu şekilde dünyayı fetheden bir

hükümdar olsa? İskender’in yaptığı gibi, Nebukadnezar’ın yaptığı gibi, Roma krallarının,

imparatorlarının yaptığı gibi ne yapar? Ezip geçer değil mi? Ne uğraşacak yani onlarla.

Devam eder seferine. Fakat ne yapıyor Zülkarneyn? Vakit ayırıyor, zahmet ediyor, iyileri

ayırıyor, kötüleri cezalandırıyor. Bunu ona yaptıran şey ne? Vahiy. Başka bir şey değil.

Allah korkusu bunu ona yaptırıyor.Dolayısıyla modern dönemde, modern bilimler

çerçevesinde bilgi anlayışı komple değişti. Yani önceden Müslümanlar hakimken İslami

epistemoloji, yani İslam bilimleri hakimken her zaman temelde ne vardı? Vahiy vardı.

Dolayısıyla bütün ulema, bütün hükümdarlar, bütün askerler her şeyden önce vahye tabi

oldukları için bir kontrol mekanizması çerçevesinde hareket ediyorlardı. Böyle

zulmetmeleri falan söz konusu değildi. Ama siz devreden bu kontrol mekanizmasını

komple çıkarttığınızda, yani ürettiğiniz bilim üzerinde hiçbir ilahi denetim mekanizması

uygulamadığınızda, önünüzde sizi durdurabilecek hiçbir şey kalmıyor. Ve dolayısıyla

modern Batılı devletler ne yaptılar? “Biz şimdi bu tekniğe sahibiz.” Dediler. Gemi

üretiyoruz, silah üretiyoruz, asker yetiştiriyoruz, teknolojimiz var, şehirler inşa ediyoruz

vesaire. E buraları bizim çalıştırabilmemiz için, daha da zenginleştirebilmemiz için neye

ihtiyacımız var? Diğer ülkelerin zenginliklerine ihtiyacımız var. Sonuçta Batı bataklıktı

arkadaşlar. Yani öyle tarımı yoktu, doğal kaynakları yoktu, hiçbir şeyi yoktu. Yani baharatı

bile yoktu Batı’nın yani. Baharat bile doğudan gelmişti Batı’ya. Ne dedi bu sefer Batı? “Biz

gidelim onları getirelim Doğudan.” Sömürgecilik dediği şey böyle başladı arkadaşlar. Ve

gittikleri yerde ne yaptılar? Haklı haksız, masum suçlu, hiçbir şekilde dindar, Müslüman

gayrimüslim ayırt etmeden ne yaptılar? Kendi dindaşları da dahil yani. Komple kılıçtan

geçirdiler. İşte bunu nasıl yaptılar? Şunu, şu şekilde yaptılar: Bir ben vardı. Yani Batı

olarak bir ben vardı. O bir Batı’nın kendi öznesi vardı. Bir de öteki vardı. Öteki de kim? O

Batı’nın dışında kendi kendine var olmaya çalışan ama Batı’nın gözünde var olmaya hak

etmeyen ve Batı müsaade ettiği ölçüde var olmayı hak eden bir varlık vardı.

Dolayısıyla şu soruyu sorduğunda: “Ya Fransa Cezayir’de nasıl 2 milyon insanı katletti?”

sorusunu sorduğunda, bunun cevabı burada: Sen bu soruyu sorarken diyorsun ki:

“Cezayir nasıl 2 milyon insanı katletti?” Onu katlederken o gözünde insan değildi ki. Yani

o insan katletmiyordu orada. O yaşam hakkı olmayan, normal sokaktaki bir kediyi

öldürmekle bir Müslümanı ya da bir herhangi bir Arap vatandaşını öldürmek arasında

onun gözünde bir fark yoktu. Ve bunu ona veren ne? Bu işin felsefesi. Bu ona böyle askeri

talimlerle verilen bir eğitim değil. Bu işin arkasında bir felsefe var. Bu işin arkasında bir

ideoloji var. Dolayısıyla Kudüs’e gittiğinizde ya da ne bileyim, Mescid-i Aksa’ya

gittiğinizde sizi o Mescid-i Aksa’nın kapısından girerken durduran İsrail polisi de sizi insan

olarak görmüyor. Aynı mirasın devamı. Hani “okyanus bu” derler ya. Aynı. Yani sen bir

yani tamamen saf bir niyetle oraya gelmiş, orada ibadet etmek isteyen, 3. Mescid’i olarak

orayı benimsemiş bir insanı niye almıyorsun bir mescide? Nedeni bu. Seni insan olarak

görmediği için öldürmediğine şükret diyor sana yani. Aslında sana ne yapmış oluyor?

İyilik yapmış oluyor kendi gözünde. Seni öldürmediğime şükret diyor. Yapmadığı şey değil

çünkü. Dolayısıyla değerli dostlar, burada bu mirasın farkında olmamız lazım.

Son olarak şunu söyleyeceğim: Bu bir miras dedik. Bunu böyle olumlu ya da olumsuz

anlamda söylemiyorum. Bir gerçeklik olarak. Oryantalizmin İslam araştırmalarına

muazzam faydaları da olmuştur arkadaşlar. Yani yiğidi öldür hakkını yeme dedik ya. Yani

özellikle yöntem açısından. Mesela çok basit bir örnek vereyim. Biz şu an Kur’an el

yazmalarını incelemeyi oryantalistlerden öğrendik. Çok acı ama gerçek bir durum. Yani

bir mesela şöyle söyleyeyim: İstanbul’da diyelim ki Osmanlı’dan kalma herhangi bir

kütüphanede bir Kur’an el yazması bulunsa ve gerçekten de böyle çok eski olduğu

düşünülen bir el yazması olsa ve bunu da Müslüman araştırmacılar inceleyecek olsalar,

uygulayacakları yöntem oryantalistlerin geliştirdiği yöntemdir. Biz de geliştirme

düşündük bu yöntemleri. Çünkü modern dönemde oryantalistler doğudan, İslam

dünyalarından, İslam dünyasından getirdikleri el yazmalarını Batı’da ne yaptılar? Hususi

inceleme konusu yaptılar ve bunun üzerinde teknikler geliştirdiler. El yazması bilimi diye

bir şey ortaya çıktı ve biz bunu onlardan öğrendik. Dolayısıyla bize bu şekilde pek çok

faydası var. Bu bizim canımızı acıtan bir şey ama bizim pek çok işimizi kolaylaştıran,

işimize yarayan bir şey. Ve ne oldu ama günün sonunda mesela? Oryantalistler bu Kur’an

el yazmalarıyla tam bir asırdan fazladır uğraşıyorlar. 1905’e dayanır oryantalistlerin

Kur’an el yazmaları projesi, kendi alanımdan bir örnek vererek bitireceğim. 1905’te bir

grup Alman oryantalist şöyle bir karar alıyor arkadaşlar. Diyorlar ki: “Biz,” diyorlar,

“dünyanın farklı yerlerindeki Kur’an el yazmalarının, en eskilerini bulacağız. Bunu

yapabiliyorsak bizzat fiziki nüshasını almaya çalışacağız. Yapamıyorsak mikrofilmini,

görselini alacağız, getireceğiz Almanya’ya ve bunları inceleyeceğiz.” Amaçları ne?

Amaçları şu: Günün sonunda tıpkı elimizdeki o muharref İncil ve Tevrat gibi farklı bir

Kur’an’a ulaşmak. Çünkü şöyle düşünüyorlar. O dönemde el yazmaları bilimi geliştiği için

şöyle bir algı ortaya çıkıyor: Günümüzde istediği kadar sağlamlığına inanılan bir metin

olsun, o metnin tarihi, doğrudan yazıldığı döneme kadar, ortaya çıktığı döneme kadar el

yazmaları üzerinden izlenmedikçe o metin güvenilir sayılmaz diyorlar. Ve önce bunu

kendi kitaplarına uyguluyorlar bakın. Önce bunu Tevrat’a uyguluyorlar arkadaşlar ve

Tevrat’ın Hazreti Musa’yla hiçbir alakası olmadığı ortaya çıkıyor. Bunu bizzat Batı

üniversitelerinde yapıyorlar. Almanya’da Tübingen Okulu diye bir gelenek vardır yani.

İnternetten kısa bir araştırmayla hakkında bilgi edinebilirsiniz. Sonra İncil’e uyguluyorlar

bunu. Daha Kur’an yok gündemde araştırma olarak. İncil’e uyguluyorlar, bu dediklerim

hep arkadaşlar 1800’lerin başlarında oluyor. İncil’de aynı şekilde Hazreti İsa’dan 3-4 asır

sonra İncil’in farklı farklı yazarlar tarafından ortaya çıktığı anlaşılıyor. El yazmalarını takip

ediyorlar çünkü el yazmalarını analiz ediyorlar. Sonra diyorlar ki: “E o zaman Kur’an da

böyle çıkar. Biz bunu bir de Kur’an’a uygulayalım.” Diyorlar yani. Niye çıkmasın? Sonuçta

yani İslam’dan daha eski 2500 yıllık bir Tevrat geleneği böyle çıktıysa, 2000 yıllık bir İncil

geleneği böyle çıktıysa, e 1400 yıllık Kur’an geleneği niye böyle çıkmasın diyorlar ve bu

şekilde araştırmaya başlıyorlar arkadaşlar. Gerçekten de Topkapı Sarayı’na kadar bile

gelerek o el yazmalarını topluyorlar. Almanya’ya götürüp incelemeye başlıyorlar. Ve bu

proje geçen sene bitti. Bakın, bu proje geçen sene bitti arkadaşlar. Yaklaşık 120 yıl sürdü

diyebiliriz. 120 yıllık proje arkadaşlar, düşünün. Bizim Türkiye’deki en eski proje ne

kadardır bir İslam araştırmaları, ilahiyat? Bilmiyorum.

Konuşmasına şu sözlerle devam etti:

Günün sonunda şuna ulaştılar arkadaşlar. Ben bizzat bunu projenin kapanıştan bir

önceki toplantısında projenin yöneticisinden dinledim. Bu kulaklarımla Almanya’da,

Berlin’de. Dedi ki: “Biz,” dedi, “bizim öncülerimiz, yani seleflerimiz bu projeye başlarken

amaçları kritik edilmiş bir Kur’an metni ortaya çıkarmaktı.” Tabii öyle diyorlar, bilimsel

kılıfı bu, kritik edilmiş Kur’an metni, bilimsel kılıfı. Fakat dedi, “bugün,” dedi, “bizim

ulaştığımız nokta şudur: Kur’an-ı Kerim ufak tefek katip sehiv hataları dışında, işte

noktayı koymamış, ne bileyim ya harfini uzatmamış vesaire. Böyle ufak tefek katip

sehivleri dışında Kur’an-ı Kerim olduğu gibi günümüze ulaşmıştır.” Bunu bulan kim?

Oryantalistler. Ne amaçla yola çıkmışlardı? Tam aksini ispat etmek amacıyla yola

çıkmışlardı. Ve ben arkadaşlar, Kur’an’a bu Rabb’imizin bir nimetidir ve aynı zamanda

Rabb’imizin bir vaadinin tecellisidir. “Bu Kur’an-ı Kerim’i biz indirdik, onu biz

koruyacağız” buyuruyor değil mi? Rabb’imiz Celle Celalühü. Dolayısıyla değerli

arkadaşlar, bu sadece Kur’an el yazmalarında değil. Oryantalistlerin hangi alana el

atarlarsa atsınlar, bu alanlardaki böyle ortalığı karıştırma potansiyelleri son 30-40

seneye kadar işe yaradı. Artık arkadaşlar, özellikle medrese geleneğinin ilahiyat

geleneğiyle güzel bir ahenk oluşturmaya başlamasından sonra, şu an birisi böyle bundan

10 sene önce, 20 sene önce böyle gerçekten taraftar bulan bir görüşü, birisi ilahiyatlarda

ortaya atsın, gülerler adama. O konuma gelmiş durumdayız hamdolsun.

Dolayısıyla böyle anlatıyoruz, tarihçeyi anlatıyoruz, anlatıyoruz da sizi böyle karamsarlığa

düşürüp de gitmeyeyim yani. Şu an Allah’ın izniyle bu şekilde ilahiyatlarımız devam

ederse, bu şekilde konferansımız devam ederse, çok daha güzel şeyler olacak, çok daha

iyi şeyler olacak Allah’ın izniyle. Şu şikayeti hep duyarsınız: “Ya bu nesil çok bozuldu.”

Şikayetini hep duyarsınız, değil mi? Öyle böyle bozulmadı yani, çok bozuldu bu nesil.

Bizden önceki nesilde de bu şikayet vardı. Ondan önceki nesilde de bu şikayet vardı.

Hüseyin Hocama soralım yani benim babam yaşında Hüseyin Hocam. Sizin nesilde de

vardı hocam değil mi bu şikayet? Yani sizin babalarınız da muhtemelen size bakıp “Ya bu

nesil çok bozuldu.” Diyordu muhtemelen. Fakat değerli arkadaşlar, bu “nesil çok

bozuldu” şikayetini şu açıdan düşünmek lazım. Bundan 3-5 sene öncesinin teknolojik

imkanlarını düşünün. Yani 10 sene öncesi demiyorum ha ya da 20 sene öncesi

demiyorum bak. Sadece 3-5 sene öncesinin teknolojik imkanlarını düşünün. Sadece

Chat GPT’nin yaptığı devrimi düşünün yani. Size sunduğu imkanları düşünün, teknolojik

imkanları. Bu şu demek arkadaşlar: Bu dönemin, bu neslin kötüsü, evet, bir önceki

neslin kötüsünden daha kötü. Bu bir gerçek. Niye? Kötülüğe ulaşma imkanı daha fazla.

İmkanlar daha fazla. Mesela önceden diyelim ki, mesela kumar oynamak. Tamam mı?

Birisi kumar oynamak istediğinde ne yapmak zorundaydı? Kalkıp evinden ya işte

kumarhaneye ya kıraathaneye vesaire gidip zaman harcayıp, fiziki çaba harcayıp, para

harcayıp o günahı işlemek zorundaydı. Bir zahmetliydi yani. Günah işlemek zahmetliydi

önceden. Fakat günümüzde ne yapıyor adam? Telefonuna bir tane oyun indiriyor ve o

oyunda tık tık tık kaydıra kaydıra kumar oynuyor. Ben bunu bilmiyordum arkadaşlar.

Birkaç sene önce askere gittim. Askerde öğrendim ben onu. Gerçekten bilmiyordum

yani. Allah öyle muhafaza etmiş bizi çok şükür. Millet, ben oyun oynuyorlar

zannediyordum. Meğerse kumar oynuyorlarmış. Bizdeki o Candy Crush falan oyunları

vardı bizim üniversite. Ben öyle bir oyun zannediyordum. O da kaydırıyor ama kumar mış

meğerse. Fakat bunun tam tersi: Bizim neslimizin iyisi, bakın yani siz bizim bir alt

neslimiz sayılırsınız. Ben sizin ara nesliniz oluyorum yani bir üst nesille. Bizim ve sizin

neslinizin, hatta sizin neslinizin iyisi bizim neslimizden daha iyi. Sizin kötünüz bizden

daha kötü ama sizin iyiniz bizden daha iyi. Niye? İyilik imkanları da kötülük imkanlarına

kadar aynı doğrultuda çoğalıyor arkadaşlar. O kötülüğe kullanılabilen imkanları siz de

aynı şekilde iyiliğe kullanabilirsiniz. Dolayısıyla elimizdeki imkanların farkında olmamız

lazım. Bize öğretilen şeyleri, bize miras bırakılan şeyleri böyle olduğu gibi benimsemek

yerine, “Biz böyle gördük.” Deyip devam etmek yerine, elimizdeki imkanlar

doğrultusunda hakikate olabildiğince yaklaşmaya çalışarak arkadaşlar her şeyden önce

iyi bir Müslüman, iyi bir kul, ardından da iyi bir öğrenci, iyi bir vatandaş, iyi bir anne, iyi bir

baba, iyi bir hoca, ne iş yapıyorsak yapalım, her şeyin en iyisi olmamız lazım.

Yoksa bakın mesela arkadaşlar en başta gösterdiler. Allah razı olsun. Ne güzel Filistin

hakkında bir sürü program yapmışlar. Ben de Kudüs’ten yeni geldiğim için duygulandım

yani o organizasyonları görünce. Fakat şöyle bir soru sorayım. Biraz canınızı sıkayım mı?

İsrail devleti ne zaman kuruldu arkadaşlar? Bir dakika. Kaç kişi biliyor? İsrail devletinin

kaç yılında kurulduğunu? Salonun üçte biri bile değil arkadaşlar. Şimdi biz nasıl kalkıp bir

Filistin davası iddiasında bulunacağız? Değil mi?

Konuşmasına şu sözlerle son verdi:

Bu arkadaşlar bugünün size bir hatırası olsun. Sabrınız ve dinlediğiniz için teşekkür

ediyorum. Ve ahiru davana enilhamdülillahi Rabbil alemin. El Fatiha.

Hediye takdimi ile konferansa son verildi.

1000573149.jpg

1000573155.jpg

1000573153.jpg

1000573147.jpg

1000573117.jpg

Haber: Rabia ATEŞ – İrem GÜLDAŞ

HABERE YORUM KAT