1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. “Hind Recep’in Sesi” ve soykırıma karşı bir güç olarak sinema
“Hind Recep’in Sesi” ve soykırıma karşı bir güç olarak sinema

“Hind Recep’in Sesi” ve soykırıma karşı bir güç olarak sinema

“Hind Recep’in Sesi” filminin yönetmeni, sinemayı soykırıma karşı bir güç olarak kullanmayı anlatıyor...

30 Aralık 2025 Salı 13:34A+A-

“Hind Recep’in Sesi” Filminin Yönetmeni Ben Hania ile Sinema Üzerine

Alci Rengifo / Counterpunch.org - Serbestiyet


 

Ben Hania, “Hind Recep’in Sesi” (The Voice of Hind Rajab) adlı sarsıcı dram filminde, Hind’in bu acı dolu telefon konuşmalarının gerçek kayıtlarını kullanıyor. Film, İsrail işgali altındaki Batı Şeria’daki PRCS ofislerinde geçiyor. İlk yardım çağrısını alan gönüllü Omar’ı (Mataz Malhees) bir dehşet anı sarıyor. Film , son yılların en acımasız çatışmalarından birinin tüm dehşetini somutlaştıran bir zaman kesitinin sanatsal belgesi hâline gelir.

İsrail’in Gazze’ye yönelik acımasız saldırısı sürerken ve dayanılmaz insanlık dramı görüntüleri dünya genelinde ekranları kaplarken, Tunuslu yönetmen Kaouther Ben Hania bir şey yapma ihtiyacını karşı konulmaz şekilde hissetti. Çalkantılı zamanlarda bir sanatçının bu durumun içine çekilmemesi mümkün değildir. Orta Doğulu bir sinemacı olarak Hania için Gazze’deki trajedi, kişisel bir yakınlık taşıyordu. Bu dehşetin içinden özellikle bir hikâye tüm dünyada yankı buldu: Ailesi İsrail ateşiyle katledilmeden önce yardım çağrısı için Filistin Kızılayı’nı (PRCS – Palestine Red Crescent Society) arayan beş yaşındaki Hind Recep’in ses kaydı. Saatler boyunca, kurtarma ekipleri yalnızca Hind’i teselli etmeye çalışabildi; çünkü uzaktan silah sesleri ve tankların gürültüsü duyuluyordu. Sonunda işgalcilerin kurşunlarıyla öldürülecek olan bu küçük çocuğu kurtarmak için gösterilen tüm çabalar sonuçsuz kalmıştı.

Ben Hania, “Hind Recep’in Sesi” (The Voice of Hind Rajab) adlı sarsıcı dram filminde, Hind’in bu acı dolu telefon konuşmalarının gerçek kayıtlarını kullanıyor. Film, İsrail işgali altındaki Batı Şeria’daki PRCS ofislerinde geçiyor. İlk yardım çağrısını alan gönüllü Omar’ı (Mataz Malhees) bir dehşet anı sarıyor. Rana (Saja Kilani) gibi meslektaşları da, telefonda çevresindeki kanlar içindeki akrabalarını tarif eden Hind’e acilen yardım gönderilmesi gerektiğini derhal fark eder. Ancak kurtarma ekiplerinin belirli güzergâhları izlemesi ve talimatların, yağmacı İsrail ordusuyla ilişkili karmaşık aracılar vasıtasıyla onaylatılması gereken sinir bozucu bir yapı söz konusudur. Film böylece, son yılların en acımasız çatışmalarından birinin tüm dehşetini somutlaştıran bir zaman kesitinin sanatsal belgesi hâline gelir.

Hind’in hikâyesinin gücü, Joaquin Phoenix, Rooney Mara, Jonathan Glazer ve Alfonso Cuarón gibi sektörün önde gelen isimleri tarafından fark edildi. Bu isimler, “Hind Recep’in Sesi”nin dağıtımına katkı sağlamak amacıyla yapımcı olarak projeye dâhil oldular. Film, 82. Venedik Uluslararası Film Festivali’nde Büyük Jüri Ödülü’nü kazanmasının yanı sıra, Altın Küre’de En İyi Yabancı Film dalında aday gösterildi ve Oscar’da En İyi Uluslararası Film kategorisinde kısa listeye girdi. Bu hayati belgenin yapım süreci üzerine Ben Hania ile konuşma fırsatı buldum.

Gazze’deki savaş tüm şiddetiyle sürerken ve dünya genelinde büyük bölünmelere yol açarken bu filmi çektiniz. Hind’in hikâyesini anlatma cesaretini nereden buldunuz?

Aslında bu filmi bu kadar hızlı çekmemizin nedeni tam da buydu. Film çekmek asla hızlı bir iş değildir, ama bu savaşın sona ermesini beklemek ne anlama gelir? Bir sonu düşündüğümüzde aklımıza adalet ve hesap verebilirlik gelir. Ama bu gerçekleşmeyecek. Filistinliler bu durumu çok uzun yıllardır yaşıyorlar ve ortada ne bir adalet var ne de bir hesap sorulabilirlik. Dolayısıyla bu filmi yapmak, bir tanıklık biçimiydi. Bir film yapımcısı olarak arzum, bu filmin bir değişimin parçası olabilmesi, bir değişim aracı haline gelmesidir.

Hind Recep’in sesini ilk kez duyduğumda kendime “Ben ne yapabilirim?” diye sordum. Ben film yapıyorum, elbette. Bu yüzden ilk yaptığım şey, annesini arayıp izin istemek oldu. Bana söylediği ilk şeylerden biri adaletle ilgiliydi. Kızı için adalet istiyordu ve bu filmin bunu sağlayabileceğini söyledi. Hind’in sesini duyduğumda bu benim için bir takıntıya dönüştü. Başka bir projeyi düşünmeyi bıraktım. Bu bir cesaret meselesi değildi; suç ortağı olmamak için duyulan bir ihtiyaçtı.

Hind Recep’in gerçek ses kayıtlarını kullanmayı en başından beri planlamış mıydınız?

Evet. Bazen ilk seçimlerinizi sorgulayabilirsiniz ama geçerliliklerini koruyorlarsa onlarla devam edersiniz. Benim Hind’le ilk karşılaşmam internet üzerinden oldu ve her şey o kayıtlardaydı — her bir konuşma, her bir an. Ancak insanlar bu kayıtları internette rastgele karşılarına çıktığı için tam anlamıyla dinlemiyorlardı; sadece aşağı doğru kaydırırken denk geliyorlardı. İnternette etkisi o kadar güçlü olmuyor. İşte bu yüzden sinema önemli. Hâlâ insanlara “durun ve bu sese kulak verin” diyebileceğiniz bir alan (a space where you can tell people to stop and pay attention to this voice).

Bu film sesle başlayan bir film. Ses, filmin omurgasıydı. O seslerde görüntüler var. Film yalnızca tek bir mekânda geçiyor olabilir, ama ses sayesinde iki farklı mekân var.

Olaylar, yardım görevlilerinin çaresizce bir şeyler yapmaya çalıştığı Kızılay ofisleriyle sınırlı. Film sürekli hareket hâlinde olsa da, bu genellikle hazırlıkların çok titiz yapıldığı anlamına gelir. Gerçek zamanlı bir gerçekliği (real time realism) yakalayabilmek için bu harika oyuncu kadrosuyla nasıl bir hazırlık süreci geçirdiniz?

Bir miktar hazırlık yaptık ama şunu söyleyebilirim: Bu filmde oyuncular aslında rol yapmadılar (they were not acting). Hind Recep’in sesine verdikleri tepkiler tamamen gerçekti, içtendi. İlk yaptığım şey, onları temsil ettikleri gerçek kişilerle tanıştırmak oldu — yani benimle yaşadıkları tüm deneyimleri ve hayal kırıklıklarını paylaşan Kızılay çalışanlarıyla.

Ayrıca, oyuncuların repliklerini tam anlamıyla ezberlemeleri gerekiyordu çünkü Hind’e gerçek hayatta söylenen cümleleri birebir aktarmaları şarttı. Filmi neredeyse bir belgesel gibi çektik. Zaman zaman durup bir yönetmen olarak klasik şekilde, bazı sahnelerde duyguyu biraz azaltmalarını istemem gerekti. Çünkü kayıtların onları gerçekten etkilediği çok açıktı — yani bu bir oyunculuk değildi (it is not performing).

Filmin görsel dili açısından baktığımızda, o belgesel havasını yakalamak için çekimleri önceden storyboard ile planladınız mı?

Hayır. Kolombiyalı harika bir görüntü yönetmeni olan Juan Sarmiento ile çalışma şansım oldu — gerçekten çok yetenekli biri. Çekimleri düşünerek başladık. Ama siz konuşmaya başladığınızda her şey teori olur. Çekime başladığınızda ise bambaşka bir durum ortaya çıkar.

Juan Sarmiento elde kamera çalışmasında çok iyidir. Başlangıçta steadicam gibi ekipmanlara ihtiyacımız olabileceğini düşündük. Ancak o çekime başladığında âdeta karakterlerden biri hâline geldi. Oyuncularla bütünleşme konusunda çok yetenekli. Olağanüstü bir duyarlılığa sahip.

Filmin Joaquin Phoenix ve Alfonso Cuarón gibi sektörün önde gelen isimlerinden destek alması harika. Bu süreci ve nasıl gerçekleştiğini bizimle paylaşır mısınız?

Yapımcım ile kurguyu tamamladığımızda, bu filmi niş bir biçimde piyasaya sürmemiz gerektiğini düşündük. Bu altyazılı, küçük ve bağımsız bir film. Elbette festivaller bu tür bir filmi sever ama içinde büyük yıldızlar olmadığı için geniş bir izleyici kitlesine ulaşması mümkün olmazdı. Bu yüzden filme destek verecek bazı büyük isimlere ihtiyacımız vardı.

Sektörde pek çok kişi tanıyoruz; bu yüzden jenerikte gördüğünüz tüm isimlerle iletişime geçtik. Umudumuz, en azından birinin “Evet, bu filmi destekleyeceğim” demesiydi. Ama filmi izlediklerinde hepsi derinden etkilendi. Bir anda kendimizi bu inanılmaz jeneriğin içinde bulduk. Hepsi filmi desteklemek istedi.

Bir sanatçı olarak sizce Gazze’yi Batı’da bu kadar konuşulamaz kılan şey nedir?

Sinemada “öteki”nin (the other) temsili hakkında konuşmamız gerekiyor — özellikle de Arapların ve Müslümanların nasıl temsil edildiği üzerine. Bu gruplar, özellikle de Filistinliler, olumlu bir şekilde tasvir edilmiyor. Filistinlilerin hikâyelerini duymak istemiyoruz; çünkü 70 yıl önce Avrupa’da Holokost yaşandı ve Avrupa, duyduğu suçluluğun bedelini Filistin’de ödemeye karar verdi. O dönemde Filistin, Britanya mandası altındaydı. İngilizler, kendilerine ait olmayan bir şeyi İsraillilere verdi.

Batı’da dile getirilmesi kolay olmayan derin bir suçluluk duygusu var. Filistin’deki ilk Siyonistler “topraksız bir halk için halksız bir toprak” (a land with no people for a people without a land) sloganını kullanıyordu. Batı’da, Filistinlilerin var olmadığına inanmak istiyorlardı. Bu tür hikâyeler onların varlığını doğruladığında, eski şeytanları uyandırıyor.

Geleceği öngörmek zor, ama bu filmle şu anda neler olup bittiğini biliyoruz. “Hind Recep’in Sesi” şu anda Altın Küre’ye aday gösterildi ve Oscar’ın Uluslararası Uzun Metraj Film kategorisinde kısa listeye girdi. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz ve bundan sonra sizden neler bekleyebiliriz?

Bu tür bir film, Altın Küre gibi dönüm noktalarına (benchmarks) ihtiyaç duyar; çünkü ancak bu şekilde, zaten duyarlı olanların ötesinde bir izleyiciye ulaşabilir. Özellikle ABD’de, bu filmin mümkün olan en geniş izleyici kitlesine ulaşmasını istiyorum — ki bu hiç kolay değil, oldukça karmaşık bir şey.

Bu filme başlamadan önce, yıllardır üzerinde çalıştığım bir film senaryosu için ön prodüksiyon sürecine girmek üzereydim. Fakat Hind Recep’in sesini duyduğumda her şeyi bıraktım. Çünkü bana göre, bir soykırım yaşanırken “sanatın güzelliği” gibi konularda hikâyeler anlatılamaz. “Hind Recep’in Sesi”ni tamamladıktan sonra o projeye geri döndüm ve filmi çektim. Çekimleri tamamlandı, şimdi kurgusuna başlayacağım. O, benim bir sonraki uzun metrajlı filmim olacak.

 

 

 

HABERE YORUM KAT