
Bir Gazzelinin “Nasılsın?” sorusuna verdiği dürüst cevap
Ne zaman biri “Nasılsın?” diye sorsa, içimde keskin bir burkulma hissediyorum. Bu basit soru beni umutsuzca kaçınmaya çalıştığım bir yere geri sürüklüyor. Gerçek şu ki, ben iyi değilim. Gazze'deki hiç kimse de iyi değil.
Reem A. Hamadaqa’nın mondoweiss’de yayınlanan yazısını Barış Hoyraz, Haksöz Haber için tercüme etti.
Ne zaman biri bana “Nasılsın?” diye sorsa -ister kardeşlerim, ister en yakın arkadaşlarım, isterse de hala sormak isteyen herhangi biri olsun- içimde keskin bir burkulma hissediyorum. Bu basit soru sadece kulaklarımda yankılanmakla kalmıyor; beni umutsuzca kaçınmaya çalıştığım bir yere geri sürüklüyor. Çünkü gerçek şu ki, ben iyi değilim. İyi olmaktan çok uzağım. Ve Gazze'deki hiç kimse de iyi değil.
Kaybımın ağırlığı, bütün bir toplumun kaybı, her gün göğsümde ağır bir şekilde oturuyor. Hiçbir sevgi ya da ilgi bu yükü hafifletmeye yetmiyor. Aldığım her nefeste ailemi özlüyorum, ancak kendimi acımı sustururken buluyorum, sadece yardım etmek isteyenlere yük olmak istemiyorum. Gazze'de keder bir lükstür. Bu makale, tek kelime edecek gücüm olmadığını hissettiğimde bile bu soruya dürüstçe cevap verme yolumdur.
Size, abartmadan, yorgun olduğumu nasıl söyleyebilirim? Bıktığıma sizi nasıl ikna edebilirim? Her şeyden. Henüz tadamadığım mutluluğumdan bile. Etrafımdaki yarım kalmış birlikteliklerden bile. İyileşmemden bile. Her şeyden.
Senin için üzüntümü nasıl anlatabilirim? Boş ağzımda bir yük hissetmeden nasıl anlatırım? Nasıl iyileşirim? Kalbimi iç çekişlerinden ve istenmeyen sevinçlerden -benim durumumdaki pek çok yaralının mahrum bırakıldığı tıbbi bakımı almanın sevincinden, başkalarının hayatları çalınmışken yas tutabilmenin sevincinden, ulaşılması çok uzak görünen ‘normal’ bir hayatın sevincinden- nasıl arındırabilirim? Nasıl yas tutabilirim?
Etrafımdakilere [kaba olmadan] ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar beni teselli edemeyeceklerini nasıl söylerim? Tek bir kelime bile etmeden onlarla nasıl kibarca konuşabilirim? Onlara tüm bu gürültülü boşlukta yalnız kalmayı tercih ettiğimi nasıl söylerim?
Boşluk dolu görünüyor. Sessizlik gürültülü geliyor. Biliyor musun? Sessizlikte ustalaştım. Bu konuşkan ruh, gözleri ve etkileyici hareketleri dışında sessizleşti. Gözlerimi nasıl susturabilirim? Ara sıra benden kaçan gözyaşlarını benden izin almadan akıttıkları için onları nasıl azarlarım?
Her gün aldığım soruların cevabı nedir? “Nasılsın?” ya da “Neden bu kadar üzgünsün?” ya da “Bir problem mi var?” Bana saçma geliyorlar. Acımı abartmadan onlara nasıl açıklayabilirim? Kemiklerimin kırıldığını hissettiğimi onlara nasıl söylerim? Kelimenin tam anlamıyla.
Sırtımdaki kemiklerin sertleşene kadar birbirine yapıştığını, sinirlerimin ellerimi kaldıramayacak kadar çöktüğünü ve kırık leğen kemiklerimin zayıfladığını, yıprandığını hissediyorum. Evet, gerçekten yıpranmış hissediyorum. Ve bir zamanlar genç ve sağlıklı olan bu bedenin bir duvar gibi olduğunu hissediyorum; hafifçe okşadığınızda zayıfladığını, sarıldığınızda ise acıdığını görüyorsunuz.
Çığlık atan ağrılarımı nasıl susturabilirim? Yıkılmış bir evin enkazında, hastanede insanlık dışı bir yatakta ya da fırın gibi yanan köhne bir çadırda yatarken 400 günden fazla bir süredir hissettiğim uzun süreli acıyı nasıl tarif edebilirim? Ya da şu anda yattığım odamdaki rahat gibi görünen ama başka bir işkence biçimi olan yatağımda. Bir yıl boyunca yatmayı hayal etmiştim ama inanın şimdi en acısı bu.
İçinde yatarken beni sonsuza dek terk eden sevdiklerimin canlı hareketlerini bekliyorum. Babamın kapımın yanındaki heybetli duruşunu ve bana takılmaya ya da İngilizce çalışmama yardım etmek için bir teklifte bulunmaya hazır gülen gözlerini bekliyorum.
Ya da kırmızı kanepeye yaslanıp cips paketimi veya kahve fincanımı paylaşacak olan annemin varlığını. Kahkahalarını duyuyorum ve ona az önce elde ettiğimi söylediğim önemsiz zafer için gururla parlayan gözlerini görüyorum.
Burada yatmak bana küçük kız kardeşim Ola'yı ve İsrail'in sonsuza dek susturduğu sohbetlerimizi özletiyor. Üniversitedeki derslerini anlatırdı, gençliği kısa kesilmişti ya da Amerikan finansmanlı silahların daha sonra onu uykusunda öldüreceğini bilmeden Amerikan aksanıyla bütün bir paragrafı akıcı bir şekilde okumaktan gurur duyardı.
Burada yatarken, ablam Heba'nın [Arapça'da ismi “Hediye” anlamına geliyor] huzurlu gülümsemesini görüyorum. Onu dev defterleri, renkli kalemleri ve genç öğrencileri için her gün hazırladığı hediyelerle görüyorum. Heba gibi çalışkan bir öğretmenin öldürülmesine izin veren, Allah’ın böyle bir hediyesini öldüren dünyaya lanet ediyorum.
Kuzenim Şems'i düşünüyorum [Arapça'da adı “Güneş” anlamına geliyor]. Yakıcı güneş geçen yıl boyunca her şafak vakti çadırıma süzülmeye devam etse de, kendi güneşimi özlüyorum. Dünya güneşinin her sabah durmaksızın nasıl utanmazca parladığını düşünüyorum. Onunla koşmayı, yemek ve kıyafet paylaşmayı, yarışmayı, komik videolar kaydetmeyi ve Tevcihi sınavlarına çalışmasına yardım etmeyi özlediğimi hissediyorum.
Son gecesinde diğer kuzenim Sündüs'ü düşünüyorum. Sündüs kendisi dışında herkesi beslerdi. O gece yarım sandviçini yedi. O gece yemeğini yediği için kendimi mutlu hissediyorum. Yemeğini hep paylaşırdı. Ama hepsinin bir mezarı paylaşacağını kim bilebilirdi?
Benimkiler kederin ve yaralanmanın sessiz ağırlığıyla ağır ve kaskatı hissederken, başkalarının rahatça hareket ettiğini, dizlerinin aynı hizada olduğunu izliyorum. Sücud veya eğilme alıştırması yapan diğerlerini gözlemliyorum. Başkalarını düzenli yürüyüşlerde ve hafif koşularda gözlemliyorum. Hafif bir koşu hayal ediyorum. Annemin saçlarımı okşadığını hayal ediyorum. Kendimi onun gülümseyen, mutlu yüzüne bakarken görüyorum. Tüm akrabalarını görüyorum ama bu, son bir yıldır içimde yanan ateşin bir mumunu bile söndürmüyor.
400 günlük bekleyişin ardından, sözlerden yoruldum. Enkazın üzerinde süzülen, tedavi olmak, seyahat etmek ve gerekli tıbbi bakımı almak için sahte umuttan başka bir şey sunmayan o ağırlıksız kelimeler.
Bu savaşın insani maliyeti sadece sayılarla ya da ekrandaki şehit isimleriyle ölçülmüyor; geride kalanların yüzlerinde ve bir zamanlar kahkahalarla yankılanan evlerin sessizliğinde görülebiliyor. Gençlik ruhu çok erken elinden alınan, kederle ağırlaşan gökyüzünün altında yaşlanmak zorunda kalan bir kadının direncini yanımda taşıyorum. Her gün bir savaş: uyanmak, nefes almaya devam etmek ve hayatta kalmanın ötesinde hala bir yaşam versiyonu varmış gibi davranmak.
Günlük “Nasılsın?” sorusuna en iyi çözümler bile çaresizdir. Bu, eli kesilmiş birine “Kameraya el salla!” ya da yeni kör olmuş birine “Gökyüzüne bak!” demek gibi bir şey. Bana böyle geliyor. Ee, ne olmuş? Söyleyin bana, tüm bunları hissettiğimi size abartı gibi gelmeden nasıl anlatmalıyım?
Bana “Nasılsın?” diye sorduğunuzda, basit bir soru sormadığınızı bilin. Gazze'de paramparça olmuş bir Filistinlinin bir parçasını, bir daha asla bütün olamayacak bir insanın bir parçasını soruyorsunuz. Ama yine de bir şekilde sorunuza cevap vermeyi seçiyorum.
HABERE YORUM KAT