
Merkeziyetçilik Türkiye’ye fayda getirdi mi?
Aşırı merkezileşme tecrübesinin ülkeye beklenen refah ve mutluluğu getirmediğini belirten Ender Korkmaz, yıkıcı fay hatlarının kırılmasını engellemek için, adem-i merkeziyetçilik dahil tüm seçeneklerin tartışmaya açılması gerektiğini vurguluyor.
Kendimizi Kandırmış Olabilir miyiz: Merkeziyetçilik Meselesi
Ender Korkmaz / Kritik Bakış
“İstanbul’dan Suriye’ye gönderilen cahil ve zalim memurlar, sonu gelmez gaflet ve sapkınlıklarıyla, zulüm ve haksızlıklarıyla halkı dinden imandan ettiler ve kendi hükümetlerinin çöküş ve yıkılışının sebeplerini de hazırladılar.[1]” (Hüseyin Kazım Kadri- Eski Osmanlı Halep Valisi)
Artık kabul etmenin zamanı geldi. Türklerin Tanzimat’tan beri büyük umutlar bağladığı idarî merkezileşme tecrübesi Türkiye’yi “muasır medeniyetler” seviyesine taşıyamadı. İttihat ve Terakki’den Cumhuriyet’in kurucu kadrolarına, oradan bugünün iktidarına kadar hemen her siyasi proje ilerlemenin anahtarı olarak merkezileşmeyi denedi; sonuç ise değişmedi. Bugün elimizde “Türk insanının mutlu olmadığını” gösteren araştırmalar, derinleşen gelir adaletsizliği ve en temel ihtiyaçlara bile dünyanın en yüksek fiyatlarıyla erişmeye çalışan geniş kitleler var. Görünen o ki merkezî devlet Türk insanına mutluluk sunamıyor. Dünyanın en zengin halkı olmayan Türk vatandaşları, otomobil gibi temel bir ihtiyaca bile dünyanın en yüksek vergilerini ödeyerek bu hormonlu sistemi ayakta tutmaya çalışıyor. Otomobil bir yana 200 yıllık bu idari merkezileşme sürecinde, toplamda 20-30 yıl süren kesintili dönemler hariç temel gıda maddelerinin temini bile millet için bir problem olageldi. Merkeziyetçilik Türklere refah getirmedi ve refah getirecek gibi de gözükmüyor. Bu hakikatin teslim edilmesi ve hem çağın gereklerine hem de Türk millî benliğine daha uygun yeni idari alternatiflerin cesaretle düşünülmesi artık ertelenemez bir ihtiyaçtır. Üstelik bu sadece Türkiye’ye mahsus bir tablo da değildir; Osmanlı bakiyesi coğrafyada merkeziyetçi idareler kuran pek çok devlet de başlangıçta umut ettiği refah ve medeniyet seviyesine ulaşamadı.
Merkeziyetçiliğin Türkiye’de bürokrasiye kazandırdığı avantajlı konum bu tartışmanın üniterizm-federalizm dikotomisinde kısır bir alana hapsedilmesine sebep oldu. Öyle ki adem-i merkeziyetin tek formu “etnik federalizm”miş gibi bir yaklaşımla adem-i merkeziyet “bölücülükle” eşdeğer bir kavram gibi sunuldu. Aslında, tek elde toplanmış merkezî devlet mekanizması, ülkenin zenginliklerinin yönetilmesi ve dağıtılması (rant) üzerinde siyasete ve yüksek bürokrasiye olağanüstü bir tasarruf gücü sağladığından bu gücün denetlenmesi; millet adına, millet tarafından sınırlandırılması ve şeffaflaştırılması hiçbir zaman gerçek anlamda istenmedi. Adem-i merkeziyetçilik, kasten “etnik bölücülük”le aynı sepete atılarak, mevcut sistemin ve merkezde yoğunlaşmış bu ayrıcalıklı imtiyazların sorgulanmasının önü kesildi[2]. Eli kanlı bölücü terör örgütünün adem-i merkeziyet meselesini siyasi bağlamından çıkarıp, meseleyi ilkel bir etnik bölünmeye hizmet edecek söyleme indirgemesi de bu anlamda sağlıklı tartışmaların önünü keserek Türk milletinin bu idari sıkışmışlıktan gördüğü zararı arttırdı[3].
Artık bu kısır tartışmanın çerçevesini kırmak gerekiyor. Zira adem-i merkeziyet demek sadece federalizm anlamına gelmiyor. Bugün İngiltere ve İspanya örneklerinde görüldüğü gibi, hukuken üniter olup fiiliyatta oldukça adem-i merkeziyetçi politikalara sahip devletler bulunduğu gibi, Rusya Federasyonu örneğinde olduğu gibi anayasal olarak federal olmasına rağmen son derece merkeziyetçi işleyen rejimler de mevcuttur. Üstelik dünya devletlerine bakıldığında Almanya gibi nüfusunun %25’inden fazlası göçmen, Rusya Federasyonu gibi nüfusunun en az yarısı Rus olmayan etnik unsurlardan oluşan, Amerika Birleşik Devletleri gibi çok etnili ve kültürlü bir nüfusa sahip olan ülkelerde “bölünme korkusu” siyasetinin gündemi belirleyen başat dinamiklerden biri olmadığı görülür. Hatta, “dış güçler”in kendisiyle en fazla uğraştığı devlet olan Rusya Federasyonu; milli gururu yüksek, asabiyet sahibi ve savaşçı bir topluluk olan Çeçenleri, Ukrayna savaşında Rus ordusu için en ön safta, canını vermeye hazır, Moskova’ya sadık bir güç haline getirmeyi başarmış durumdadır. Rusya kendi adına bu başarıyı; daha önce defalarca denenmiş fakat sonuç vermemiş katı merkeziyetçi politikaları terk ederek, bölgede adem-i merkeziyet ilkesine yaslanan yeni bir siyasi düzen kurmak suretiyle elde etmiştir. Türkiye’nin yaklaşık 22 katı yüzölçümüne ve çok daha çeşitli bir etnik kompozisyona sahip olan Rusya Federasyonu’nun, bütün bu şartlara rağmen bölücü hareketlere karşı bizden daha dirençli olması; bölünmeyi engellemenin kutsanmış üniterizm diskurlarıyla değil; tehlikeyi doğru okuyan, akılcı ve esnek politikalarla mümkün olduğunun somut bir kanıtı olarak kuzeyimizde durmaktadır.
Bize gelince… Osmanlı–Türk geleneği, hemen her kritik dönemeçte benzer merkeziyetçi reflekslere sarılarak Arnavutları ve Arapları siyasal ve duygusal olarak kaybetti. Kanun-ı Esasi’nin ilk maddesinde “Devlet-i Osmaniye memalik ve kıtaatı (…) hiçbir zamanda hiçbir sebeble tefrik kabul etmez[4]” denilmesi, kâğıt üzerinde toprak bütünlüğüne ne kadar vurgu yapılırsa yapılsın, imparatorluğun dağılmasını engellemeye yetmedi. Buna karşılık, 1776’dan itibaren “insanların mutluluğu arama hakkı”nı kurucu siyasal metinlerinin merkezine yerleştiren ABD, bölünmek şöyle dursun hem maddi hem de kültürel bakımdan etkisini tüm dünyaya yaymayı başardı. Almanya ise 1648 Vestfalya Barışı’ndan bu yana farklı rejimler görmesine rağmen güçlü bir federal ve adem-i merkeziyetçi gelenek etrafında şekillendi. 1871’de kurulan Alman İmparatorluğu bile bir federal monarşiydi ve 20. yüzyıl başına gelindiğinde Avrupa’nın sanayi ve askerî bakımdan en güçlü devletlerinden birine dönüşmüştü. Almanya sadece bir kez, Hitler döneminde merkeziyetçi bir politika izledi ve Hitler’in merkezi devlet mekanizmasının kaynak açlığını doyurmak için giriştiği savaşlar sadece Almanya’ya değil, tüm dünyaya yıkım getirdi. Savaşın ardından Almanya, adeta “fabrika ayarlarına” dönerek federal ve adem-i merkeziyetçi düzeni 1949 Anayasası’yla yeniden ve bu kez bilinçli bir fren–denge mekanizması olarak kurdu. Bugün onu Avrupa Birliği’nin tartışmasız lider ülkesi konumuna getirecek atılımları yaptı. Üstelik tüm bunları, İkinci Dünya Savaşı sonrasında; Türk tarihinde örneği görülmemiş ölçüde ağır bir dış müdahaleye, ABD ve Sovyet işgaline, ülkenin fiilen bölünmesine ve uzun süreli vesayete rağmen başarabildi. Savaş sonrası kurulan federal Batı Almanya bölünmek şöyle dursun, Doğu Almanya ile birleşerek genişledi. Batı Almanya; elde ettiği refah, zenginlik ve sosyal imkânlarla sadece Doğu Alman rejiminin değil, Doğu Almanya’daki insanların da gözünde açık bir cazibe merkezi haline geldi.
Bugün müreffeh Batı demokrasilerinin büyük kısmında, ister federal ister üniter olsun, güçlü yerel yönetimler, kendi bütçesine ve yetkisine sahip adem-i merkeziyetçi uygulamalar egemendir. Afrika devletlerinin ise yaklaşık %85–90’ı anayasal olarak üniter ve fiilen de yüksek derecede merkeziyetçidir. Karşılaştırmalı siyaset ve kamu yönetimi literatürü, belirli bir ölçeğin üzerindeki devletlerde kaynak ve yetkinin tek merkezde toplanmasının hem demokratik kaliteyi hem de ekonomik performansı zayıflattığını gösteriyor. Buna rağmen, nominal kişi başı GSYH açısından Danimarka, İzlanda ve İrlanda gibi bazı üniter devletlerin ekonomik başarısı zaman zaman “üniterizmin zaferi” gibi sunuluyor. Oysa gözden kaçırılan temel husus, bu ülkelerin yüzölçümleri ve nüfuslarının Türkiye ile kıyaslanamayacak derecede küçük olmasıdır. Türkiye yaklaşık 85 milyonluk nüfusuyla Danimarka’nın, Norveç’in ve İrlanda’nın ortalama on beş katı büyüklüğündedir; yüzölçümü olarak da Danimarka’dan yaklaşık 18, İrlanda’dan 11 kat daha geniştir. Her ne kadar Norveç’in yüzölçümü Türkiye’nin yaklaşık yarısı kadar olsa da dağlık coğrafya ve iklim şartları nedeniyle 5,5 milyonluk nüfusun büyük bölümü ülkenin güneyindeki dar bir şeritte yoğunlaşmıştır. Türkiye’nin, bu tür düşük nüfuslu ve sınırlı yerleşim alanına sahip ülkelerde nispeten sorunsuz işleyen aynı idari modeli benimseyerek yönetilebileceğini iddia etmek, 120 kiloluk bir yetişkinin çocuk menüleriyle sağlıklı yaşayabileceğini savunmak kadar tutarsızdır. Kaldı ki bu devletlerin üniter yapısı Türkiye’nin üniter yapısından daha az merkeziyetçidir.
Türkiye’de merkeziyetçilik, siyasete merkezî bütçede toplanan kamu gelirlerinin yaklaşık %85’inin sağladığı devasa bir dağıtım (rant) gücü, ve bürokratlara göreceli bir denetimsizlik sağladığı için siyaset–bürokrasi ittifakı bu düzenden geri adım atmak istemiyor. Parti liderliği sultasına dayalı Siyasi Partiler Kanunu ve milletvekili adaylarının parti merkezinde, kapalı listeler halinde belirlenmesi de bu oligarşik yapıyı alttan alta besliyor. Seçmen, kimi seçtiğine değil, milletvekili listelerini hazırlayan siyasi parti liderlerinin iradesine mahkûm ediliyor; bu da parti örgütünü ve yerel talepleri zayıflatıyor. Üstelik Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemiyle daha da merkezileştirilen yürütme yapısının, ülkeye vaat edildiği ölçüde refah ve huzur getirip getirmediği de hem ekonomik göstergeler hem de gündelik hayat tecrübesi üzerinden ağır biçimde sorgulanıyor.
Türkiye’de ne zaman demokratikleşme ve adem-i merkeziyet tartışılsa, taraflardan bir kısmı sayılan siyasal modellerin pratik üstünlüğünü zımnen kabul ediyor ama hemen ardından “Türk halkı henüz böyle bir idareye hazır değil” totolojisine sığınıyor. Oysa bu, yeni bir gerekçe değil; II. Meşrutiyet döneminde İttihatçıların da sık sık başvurduğu, Tanzimatçı bürokrat zihniyetinin de büyük ölçüde paylaştığı eski bir vesayet argümanı… Demek ki o günlerden bugünlere pek bir şey değişmemiş. 200 yıllık merkeziyetçilik tecrübesi, umulduğunun aksine, Türk halkını daha ileri bir özgürlük ve demokratiklik ortamına hazırlayamamış. Kendisine inisiyatif verilmeyen çocuğun karakteri nasıl tam anlamıyla gelişmezse, kendisine inisiyatif tanınmayan toplumlar da siyasi ve toplumsal olgunluğa ulaşamaz. Bir toplumun siyasal olgunluğa erişebilmesi için, kendisini doğrudan ilgilendiren konuların en azından bir kısmında bizzat karar verebilmesi; yanlış karar verdiğinde de bu tercihin olumsuz sonuçlarına katlanarak doğruyu öğrenme imkânına sahip olması gerekir. Türkiye’deki siyasal ve idari vesayet düzeni ile hemen her düzeyde işleyen merkezi atama sistemi, toplumun bu tür bir yerel yeterliliğe ve gerçek bir siyasal olgunlaşma sürecine adım atmasının önündeki en büyük engellerden biridir.
Bugün birçok açıdan dünyanın en ileri ülkesi olan ABD’yi Avrupa’nın “tutunamayanları”, düşük eğitimli, toplumda barınamayan hatta bir kısmı suçlulardan oluşan kaçkınları (göçmenleri) kurdu. Ancak bu heterojen ve çoğu zaman “ikinci sınıf” muamelesi gören topluluk, daha ilk günden itibaren yerel meclisler, eyalet hakları ve adem-i merkeziyetçi bir idari tasarım sayesinde, bugün dünyanın hakim gücü haline gelen bir siyasal–iktisadi yapı inşa edebildi. ABD’nin pek çok yapısal iç sorunu olduğu biliniyor; fakat hala kişi başı gelir, teknolojik inovasyon ve kurumsal kapasite bakımından dünya ligine önderlik eder durumda… Bugün ABD’nin, Türkler arasında ekonomik fırsat ve özgürlük arayışıyla en çok göç edilmek istenen ülkeler arasında olması, buna karşılık ABD vatandaşları arasında Türkiye’ye kitlesel bir yerleşme/hicret eğiliminin olmaması da iki ülkenin idari ve siyasi modelinin refah çekiciliği farkını net biçimde gösteriyor. Bugün Türkiye de neden benzer şekilde bölge devletleri için bir çekim merkezi olmasın? Peki, topraklarının her köşesinde Müslümanların dinleyeceği hutbenin içeriğine dahi Ankara’dan karar veren bir Türkiye; Halep’teki, Duhok’taki, Süleymaniye’deki hatta Bağdat’taki, Şam’daki Müslüman nüfus için ne kadar çekici olabilir[5]? Devletin, toplumu doğrudan ilgilendiren bazı alanlarda karar mekanizmalarından kademeli olarak çekilmesi, Türk idaresini bölge halklarının gözünde daha sempatik kılacak; böylece Türkiye’nin yumuşak gücünü ve bölgesel cazibe kapasitesini de kayda değer biçimde artıracaktır.
Bu yazı adem-i merkeziyetin üstünlüğünü ya da federalizmi savunmak için değil, bu meselelerin Türkiye’de nasıl tartışıldığına dair gerçek dışı, korku merkezli çerçevenin altını çizmek için kaleme alındı. Türkiye’nin önünde ağırlaşan sorunlar var ve ülke, bu sorunlarla baş edebilmek için idari yapısını yenilemezse, bugün yönetilebilir görünen pek çok fay hattı yarın çok daha yıkıcı biçimde kırılabilir. İngiltere, 1776’da kendi tebaası olan Amerikalıların isyanıyla, klâsik sömürgeci merkezileşme modelinin artık sürdürülemeyeceğini gördü; bunun üzerine, sonraki yüzyılda sömürgelerini kontrollü bir şekilde, “bağımsızlık” retoriği eşliğinde ama fiilen kendi etki alanında tutarak birer birer serbest bıraktı ve böylece kaçınılmaz olan dönüşümü bizzat yöneterek gücünü iki yüzyıl daha korumayı başardı. Dahası, çekildiği coğrafyalarda ciddi bir İngiliz kültürel ve ekonomik hegemonyası inşa etti.
Osmanlı Devleti ise değişimi yönetmek yerine değişime direnerek, milyonlarca kilometrekare toprağı ve o topraklarda yaşayanların aidiyet duygusunu kaybetti. Türkiye bu bakımdan Osmanlı’dan daha şanslı: Ne onun kadar aşırı geniş bir coğrafyaya ne de o ölçüde parçalı bir etnik mozaiğe sahip. Türkiye, etnik federalizm tuzağından uzak durarak, adem-i merkeziyet meselesini kendi içinde daha etkin bir şekilde tartışır ve çeşitli uygulamalarla merkeziyetçi sistemin aksayan yanlarını düzeltirse halkını mutlu edebilen ve bölge halkları için çekici bir ülkeye dönüşebilir. Eğer bunu yapmazsa, Osmanlı Devleti’nin karşı karşıya kaldığı o meşum süreçle karşı karşıya kalması ne yazık ki ihtimalden arî değil.
[1] Hüseyin Kazım Kadri, Meşrutiyetten Cumhuriyete Hatıralarım: İstanbul – Trabzon – Selanik – Suriye (İstanbul: Dergah Yayınları, 2018), s.184.
[2] Üstelik siyaset ve bürokrasi, Türkiye’nin geri kalmışlığının sorumluluğunu çocukça bir refleksle bütünüyle “dış güçlere” havale ederek bu tartışmanın önünü kesmeye çalıştı. Oysa “dış güçler” denilen olgu, yani başka devletlerin bir ülkenin iç işlerine müdahale etme çabası, dünyadaki hemen her devlet için –hatta bazıları için Türkiye’den çok daha ağır biçimde– var olan somut bir gerçekliktir.
[3] Bu yazı, bir yandan da eli kanlı terör örgütünün Türk milletini içine düşürdüğü bu idari kısırlık tuzağının da sorgulamayı amaçlamaktadır.
[4] Günümüz Türkçesiyle: Osmanlı Devleti’nin ülkeleri ve toprakları (…) hiçbir zaman, hiçbir sebeple bölünmeyi etmeyi kabul etmez.
[5] Merkezi atama yoluyla, görev yaptıkları bölgenin şartlarını ve manevi iklimini bilmeyen, kimi zaman yerel değerleri inciten -öğretmeninden imamına- bölgeye yabancı memurlar gönderen bir idare, bugün Türkiye’yi bölge halkları için gerçekten cazip mi kılıyor, yoksa itici mi?
Bu memurların ne kadarı yabancısı oldukları, manevi rabıtaları olmayan, (atandıkları) görev bölgelerine gerçekten hizmet etmek için gidiyor? Osmanlı ve Türkiye tarihi söz konusu olduğunda merkezden atanmış bazı bürokratların bulaştıkları usulsüz ve kanunsuz işlerin bazı bölgelerde halkın ülkeye aidiyet duygularını nasıl zedeledikleri unutulmuş şeyler değil. Hüseyin Kazım Kadri Bey’in Halep Valiliğine dair hatıratı bu tür vakalarla doludur.
·








HABERE YORUM KAT