1. HABERLER

  2. KÜLTÜR SANAT

  3. Atatürk devrimleri doğrudan İslam'ı hedef alıyordu!
Atatürk devrimleri doğrudan İslam'ı hedef alıyordu!

Atatürk devrimleri doğrudan İslam'ı hedef alıyordu!

D. Mehmet Doğan, tek parti Türkiye'sinin ne kadar bağımsız olduğunu sorgularken din politikalarını yönlendiren temel parametreleri inceliyor.

04 Ocak 2023 Çarşamba 19:30A+A-

D. Mehmet Doğan / Maarifin Sesi

Bir sömürge müfettişinin Maarif Vekili’ni Türkiye’de sorguya çekmesi!

1933’te Kapatılan Darülfünun İlahiyat Fakültesi hocalarından M. Şerefeddin Yaltkaya, ilk Diyanet Reisi Rifat Börekçi’nin vefatından neredeyse bir yıl sonra Diyanet İşleri Başkanlığı’na tayin edilir (Ocak 1942). Bu tayinde onu tanıyan ve bilgisine, görüşlerine değer veren Hasan Âli Yücel’in tesiri olduğu bilinmektedir. Millî Mücadele dönemindeki rolü ile bilinen Rifat Börekçi Hoca’dan sonra bu makam ya çok mühim olduğu için ya da kıymeti harbiyesi olmadığından uzun sayılabilecek bir süre boş bırakılmıştır. Rifat Börekçi’nin biyografisinde dikkatten kaçırılan bir husus vardır: Onun Cumhuriyet Halk Partisi Ankara İl başkanlığı. Diğer yönleri yanında bu tarafının da yeni Diyanet İşleri Reisi’nin seçiminde dikkate alındığı düşünülebilir. Yaltkaya’nın Atatürk’ün cenaze namazının ailesinin talebi üzerine kılınması hükûmet tarafından kabul edildiğinde, cenaze imamı olarak seçilmesi ilgi çekicidir.

Yaltkaya riyaset vazifesine başladıktan birkaç ay sonra, Ankara’daki İngiliz Kültür Heyeti (British Council) temsilcisi Michael Grant, Maarif Vekili Hasan Âli Yücel’le bir görüşme yapar.[1] Bu görüşmede Yaltkaya’nın “dinî eğitim kurumları kurmak ve din eğitimini düzenlemek amacıyla büyük tahsisat sağlamayı başarması” üzerinde durulur. Bu tahsisatın miktarı ve hangi maksatlarla kullanıldığı hususunda bir bilgi yoktur. Belki de bu görüşmeden sonra hükûmet yukarıdan bir ikazla karşı karşıya kaldığını düşünerek, tahsisatı iptal etmiştir.

Maarif Vekili’nin bunun bir dine dönüş hamlesi olmadığını teşrifat açısından dengi olmayan temsilciye izah etmek mecburiyetini hissetmesi dikkat çekicidir. Müstakil (bağımsız) bir ülkede, yabancı ülke temsilcilerinin kendilerini ilgilendirmeyen konularda devletin tasarruflarını sorgulamaları söz konusu olabilir mi? O sıralar Türkiye Cumhuriyeti’nde bunun olabilmesi üzerinde düşünmek lâzımdır.

Yücel, Yaltkaya’nın bu makama Kur’an-ı Kerim’in türkçeleştirilerek Türklerin Arap etkisinden kurtarılması taraftarı olmasından ötürü getirildiğini söyler. Bu dinî reformun İngiliz kralı VIII. Henry’nin yaptıklarıyla karşılaştırılması üzerine Hasan Âli, İngiltere’deki gibi din-devlet birliği amaçlanmadığını belirtir.[2] Niyet İslâm’ı Türkleştirmektir, ama devlet dini haline getirmek değildir. Kur’an’ın halk nezdindeki ulvî tesiri türkçeye çevrilince ortadan kalkacak, edebî bir metne dönüşecektir. Bu hususta en büyük destekçisi Bakanlık’taki yardımcısı İsmail Hakkı Tonguç’tur; köy enstitülerinde verilen katı laik eğitim “ilerici” bir nüfusun yetişmesini sağlayacaktır. 

Grant meselenin açılmasını talep eder; Hasan Âli ise, bu noktadan sonra bize göre, saçmalama hakkını kullanır. Çünkü bu sömürge müfettişine farklı şeyler söylemesi gerekir. On yıl içinde Yaltkaya’nın da faaliyetlerinin de Diyanet İşleri kurumunun da sonunun geleceğini iddia eder. Grant, bu konuşmadan Millî Şef İnönü’nün de aynı kanaatte olduğu izlenimi aldığını raporuna yazar.

Grant’ın insanlığın dine ihtiyacı olduğu hakkındaki ağız yoklamasına Maarif Vekili katılmaz ve Türkiye halkının Müslüman olmaktan ziyade pagan/putperest olduğunu, esasen tabiata taptıklarını, İslâm’ın bir cilâdan ibaret olduğunu ve bundan da kurtulunacağını iddia eder.

Türkiye’nin Müslümanlığı Lozan müzakereleri sırasında İngiltere ve Fransa tarafından gündeme getirilmiş, en azından İsmet Paşa’ya telkinde bulunulmuş veya gizli bir sözleşmenin konusu olmuştur. Çünkü Paşa’nın Lozan dönüşü Mustafa Kemal Paşa başta olmak üzere yönetici kesim din konusunu ciddi şekilde tartışmıştır. Millî Mücadele’nin zafere ulaşmasında arkaplanda birinci derecede dinin-dinî kurumların hissesi vardır. Hatta Ankara yönetimi Millî Mücadele’nin, Anadolu’ya mahsus bir cihad olmaktan öte bütün Müslümanların kıyamı, mücadelesi olduğunu, Ankara’nın emperyalizme karşı umum İslâm ayaklanmasının karargâhı konumunda bulunduğunu ilân etmiştir.[3] İşte bugünlerde, Cumhuriyet’ten sonra dinî muhtevası üzerinde tartışma açılan Mehmed Âkif’in yazdığı İstiklâl Marşı Meclis’te kabul edilmiştir.

Osmanlı sonrası Türkiye’nin dinini kurumlarıyla muhafazası emperyalistlerin kökleşmiş düşman algısını sürdürmesi demektir. Düşmanlık Osmanlıya değil, onun temsil ettiği Müslümanlığadır. Hatta Türkiye’ye dini geriletme, zayıflatma ile ilgili bir uygulama program “tavsiye edilmiş” olabilir. Tabiî bunlar spekülasyondur. Fakat Cumhuriyet’ten sonra olup bitenlere, uygulamalara bakılırsa, gerçekliği konusunda güçlü bir kanaate sahip olunabilir.

Hiçbir ülke, millet, devlet kendini güçlü kılan, kimliğinin oluşmasında birinci derecede rolü olan bir kurumu kendi eliyle tahrib etmez, edemez. Türkiye’de bu yapılmıştır. Bunun haricî bir denetim mekanizması var mıydı? Michael Grant’ın dinle ilgili bir gelişme üzerine Maarif Vekiliyle sorgulayıcı tarzda konuşması böyle bir mekanizmanın olma ihtimalini güçlendirmektedir.

          “İslâmlık Türkiye’nin medeniyetidir”

ABD’nin Cumhuriyet dönemindeki ilk Türkiye büyükelçisi Jonh Grew (1927-1932) hatıralarında Türkiye’de dinin varoluş meselesi olduğu anlamına gelen cümleler kuruyor ve yapılanlara mâna veremiyor: “Hukuk ve adalet gittikçe laikleştirildikçe, son adım olarak devletin kendini dinden ayırması kaçınılmaz bir sonuçtu. Fakat İslâmlık Türkiye’nin medeniyetidir, Fransa gibi gerçekten Avrupalı olan ve gerçekten dini devletten ayırmış bulunan ülkelerden ayrı olarak, İslâmlıktan sıyrılmış Türkiye’nin kendine özgü bir medeniyeti yoktur. Şimdi bütün yapabileceği şey Batı’yı taklittir”.

Grew, Türkiye’nin bu sahada Japonya gibi başarılı olabilmesi için, önce güçlü lidere, ikinci olarak da içten içe kaynayan ve esas itibarıyle dinî taassuba dayanan muhalefetin gelişmesine bağlı olduğunu ifade ediyor.

“Birinci noktada Ankara’da bulunan herkesin gördüğü gibi, pek az dışında kalanı ile (mesela Fevzi Paşa), bugünkü liderler hep dine karşı ilgisiz kişilerdir. Bazıları kültürsüz, kimileri görgü ve ahlâkî dürüstlükten yoksun, fakat her biri de ülkenin birlik ve güç kazanması ile dopdolu insanlar. Bu ulusun manevî ilerlemesini değilse bile, maddî ve politik gelişmesini sağlıyacak…İkinci nokta, yani muhalefetin gelişmesi ve güçlenmesi konusunda doğruluk ve yanlışlığını ancak zamanın gösterebileceği ayrı ayrı fikirler var; fakat şurası kesin ki, İslâmlığın bir kenara atılması, halkın belki büyük bir çoğunluğunda, özellikle Anadolu köylüsü arasında ezici derecede ağır vergilerden de çok hoşnutsuzluk uyandırmıştır; bu hoşnutsuzluğa dayanan muhalefetin, gelecekte kendisini hissettirmesi mümkündür.”[4]

          1940’larda yeni bir “dinî inkılâp” hamlesi mi?

Michael Grant, 1940 yılı kasımında, 2. Dünya Savaşı devam ederken ve Alman uçakları Londra’yı her gün bombalarken, Türkiye’de İngiliz Kültür Heyeti-British Council’in temsilciliğini açmak üzere görevlendirilmiştir (O sırada 28 yaşındadır). Türk hükûmeti İngiltere’nin bu girişimini memnuniyetle karşılamakla kalmamış, Parti’nin kültür kolu olan ve yurt sathında yaygın şekilde teşkilatlanan Halkevleri’nin İngiliz Kültür Heyeti’nin faaliyetlerine açılması sağlanmıştır.[5] Bu da yetmemiş, İngiliz Kültür Heyeti temsilcisi Grant Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye İngilizce hocalığı yapmıştır.

Hasan Âli Yücel, British Council’in Türkiye’deki faaliyetlerine ilişkin meselelerin Birleşik Krallık Büyükelçiliği aracılığıyla değil, doğrudan kendisi ile kurum temsilcisi Michael Grant arasında görüşülmesini; İngiliz askerî istihbaratı ile ilişkilendirir. İngiliz istihbaratının British Council’in personelinden yararlandığını ve aynı istihbarat biriminin daha önce bazı şahısları/ajanları British Council adına kayıtlı pasaportlarla Türkiye’ye sokmaya çalıştığını söyleyerek izah eder.

Türkiye’ye kültürel maksatlarla gönderilen Michael Grant’ın istihbaratçı olduğunun resmî makamlar tarafından bilindiği anlaşılmaktadır. Bazı halkevlerinin yetkilileri de İngiliz Kültür Heyeti’nin faaliyetlerinden kuşkulanmışlardır. Grant, Maarif Vekili Hasan Âli Yücel’in ve İsmet İnönü’nün yakın aile dostları arasına girmiştir. Grant’ın yardımcısı, Yücel’e İngilizce dersleri vermiş. İnönü’nün oğlu ve kızı ve bazı bakanlar, Council’den hususî ders almıştır. Bu rağbetin sebepsiz olmadığı kanaatindeyiz.

Grant’ın özel bir misyonla gönderildiğini tahmin eden resmî makamlar Türkiye’nin din hususunda Lozan’da verdiği sözü tutmaktaki sebatının sınanmak istendiğini düşünmüş olmalıdır. O yılların bazı uygulamaları bu çerçevede atılmış adımlar olarak görülebilir. 1933’te üniversite reformu ile kapatılan İlahiyat Fakültesi’nin kalıntısı sayılabilecek İstanbul Üniversitesi bünyesinde kurulan İslâm Tetkikleri Enstitüsü 1 şubat 1941’de kapatılır. Türk ceza kanununun 526. Maddesine (Şapka kanununa), “arapça ezan ve kamet okuyanlara üç aya kadar hafif hapis ve 10 liradan 200 liraya kadar hafif para cezasıyla cezalandırılır” hükmü ilave edilir (2.6.1941).

Grant-Yücel görüşmesinden bir süre sonra,1942 yılının yaz aylarında Dahiliye vekaletinin emri ile Matbuat Umum Müdürlüğü’nün gazetelerde dinden bahseden yazılardan uzak durulması, başlamış olan tefrikaların kesilmesi hususundaki talimatı yayınlanır.[6] Dini yayının kıt olduğu, hatta hiç olmadığı bir dönemde Ömer Rıza Doğrul’un Hz. Peygamberin hayatına dair eseri yine İçişleri Bakanlığı tarafından toplatılır. Batı klasikleri tercümeleri ile harf ınkılâbından sonra boşaltılmış zihinlerin doldurulması maksadıyla kapsamlı bir yayın faaliyetine girişilir. İsmet Paşa’nın başvekillikten azledilmeden önce dil devrimine karşı tavır göstermesine rağmen 1941’den itibaren aşırı bir dil devrimi harekatına girişilmesi, 1942’de Felsefe ve Gramer Terimleri Komisyonu toplanarak uydurma kelimelerden oluşan bir sözlük yayınlanması, Maarif Vekaletinin uydurma dili hem klasik tercümelerinde hem de ders kitaplarında mecburi hale getirmesi, duraklatılmış olan kültürel devrimlere hız verilmesi dikkat çekicidir. Bütün bunlar 1932’de başlatılan “dinî inkılâp” kapsamında görülebilecek uygulamalardır. On yıl sonra yeni bir “inkılâp” hamlesine girişildiğini düşündürecek kapsamda uygulamalardır.

Grant’ın 1940’da faaliyete geçen Köy Enstitüleri ile de yakından ilgilendiğini burada kaydedelim.[7]

İhtilal, inkılâp, devrim…

En az bir asır bu kelimeler sihirli idi!

Bizdeki kelime çokluğuna karşılık Batı’da tek kelime var: Revulasyon (revulation). İlk “revulasyon” Fransız ihtilali. Bunun kuvvetli bir iktisadî temeli olduğu malûmdur: Yükselen burjuvazi, tüccar sınıfı, aristokrasiyi tahtından indirdi. İkinci büyük ihtilal Sovyet ihtilalidir. İşçi sınıfı adına hareket etmek iddiasında olan profesyonel bir ihtilalci topluluğu Rus çarlığını yıktı ve proletarya diktatörlüğünü kurdu.

Osmanlı zihni Fransız “revulasyon”unu “ihtilal” olarak çevirdi. Bu “bozulma, fesat, kargaşa, karışıklık” anlamına gelir.

Meşhur şarkıyı hatırlayalım:

Sebep sensin gönülde ihtilale!

Fakat daha sonra Osmanlıya karşı yürütülen ihtilalci hareketler ortaya çıktı. 2. Meşrutiyet “inkılâb” (kalbolma, dönüşme) olarak ifade edildi. Arıdilciler revulasyona 1935’te yeni bir karşılık buldular: Devrim!

İnkılâp tarihi (bir zamanlar “devrim tarihi” idi, 1980 darbesinden sonra bu isim tercih edildi) Türkiye’de ilk öğretimden yüksek öğretime değişmez bir ders başlığıdır. Bir “Türk inkılâbı” var mıdır? Türkiye’de yapılanlar “atatürk inkılâbı, inkılâpları” olarak adlandırılmıştır. Türkiye’deki ihtilal/inkılâp bir sınıf inkılâbı mıdır? Bürokrasi ne kadar iktisadî sınıfsa o kadar sınıf inkılâbı sayılabilir! Türkiye’ye tek parti döneminde asker-sivil bürokrasi hâkim oldu. Çok partili hayata geçince, iktisadî sınıflar yönetimde açıkça etkili olmaya başladı. Yani Atatürk inkılâbı iktisadî bir inkılâp değildi; kestirmeden gidelim: Kültürel inkılâbdı. Millî Mücadele’den sonra halkı tedirgin etmeden, milletle zıtlaşmadan, Kuva-yı milliye ruhunu ayakta tutarak büyük bir maarif ve kalkınma hamlesi yapılabilecekken, doğrudan dini veya dinî kurumları, hatta dinle iltisaklı yapıları hedef alan bir takım zorlayıcı uygulamalara girişildi.

Neden millete sırt çevrildi? Millî Mücadele’nin başarıya ulaştırılmasında büyük rolü olan din neden bir kenara atıldı, hatta dine karşı hasmane tavır takınıldı? Neden halkın gönüllü iştirakiyle ülkenin maddî ve manevî kalkınmasını sağlamak hedeflenmedi? Bu zor yol durup dururken mi seçildi? Asıl soru: Bunu kendiliğimizden mi yaptık? Bir dış “etken” var mıydı?

Bize göre, bu tamamen dış müessire bağlı bir değişme/değiştirme programıdır!

Lozan’da maddî sınırlarımız çizilirken ve bu kayda geçirilirken, manevî yapımız, manevî sınırlarımız konusunda da birtakım görüşmeler yapıldığı, en azından sözler verildiği anlaşılıyor. Çünkü milletimizin manevî-kültürel yapısı ile ilgili mevzular “inkılâp” kavramı çerçevesinde Lozan’dan sonra ele alınıyor. Batılı sömürgeciler Türkiye’nin maddî varlığı hususunda gerekeni yaptılar, sınırlarımızı çizdiler; biz de bu sınırları eksiğiyle noksanıyla, doğrusuyla yanlışıyla kabul etmek zorunda kaldık. Asıl manevî sınırlarımız onlar için tehditdi. Çünkü Türkiye’nin gücü maneviyatı idi. Yeni Türkiye bin yıllık manevî temelleri üzerinde mi yükselecek? Bu Türkiye’nin kabına sağmayacağı anlamına geliyordu. Böyle olması halinde emperyalistlerin gözünde düşman görünümümüz devam edecekti.

Kâzım Karabekir Lozan Andlaşması’nın imzasına yakın günlerin ve Lozan sonrasının Ankarasını “İnkılâp hareketleri” başlıklı hatıralarında anlatıyor. Ankara’da yeni bir hava esmeye başlamıştır.

“İslâmlık terakkiye mâni imiş. Halk Fırkası lâdini (dindışı-laik) ve lâahlakî (ahlakdışı) olmalı imiş. Macarlar ve Bulgarlar gibi ufak milletler bizim gibi Almanya tarafında bulunarak mağlup oldukları halde, istiklâllerini muhafaza ediyorlarmış. Medeniyete girmişlermiş. Türkiye İslâm kaldıkça, Avrupa ve hele İngiltere müstemlekelerinin çoğunun halkı İslâm olduğundan, bize düşman kalacaklarmış! Sulh yapmayacaklarmış!”[8]

Konu Ankara’daki yönetici kesim arasında müzakere edilir; Müslümanlıktan çıkıp Hıristiyan olmaya kadar giden bir yelpazede sözler sarfedilir. Dehşetli bir şaşkınlık hali yaşanmaktadır. Lozan’ın ikinci defa akamete uğraması ihtimali bu yönetici kesimi fevkalade tedirgin etmiştir. Bu toplantıların yapılma sebebi muhtemelen ilgili taraflara mesaj vermektir. İsmet Paşa Lozan’ı imzalayıp döndükten sonra Karabekir konuyu ona da açar, İslâm karşıtı bu havanın Lozan’la bağlantısı üzerinde durur. İsmet Paşa da teyid edici sözler söyler: İslâm kaldıkça müstemlekeci devletlerin bu arada bilhassa İngilizlerin daima aleyhimizde olacaklarını ve istiklâlimizin daima tehlikede kalacağını söyler.

İsmet Paşa’dan bundan daha açık konuşması beklenebilir mi? İstiklâlin bedeli bin yıllık kimlikten vaz geçmektir! Yani bağımsız ol, kendin olma!

Bu havada gelinen nokta şudur: “Sizin istediğiniz gibi olacağız!”

“Biz sizin düşmanının değiliz, bakın sizde düşmanlık algısı uyandıran dinimizden, mektebimizden (medresemizden) tekkemizden, alfabemizden, tarihimizden, dilimizden vaz geçtik. Bunlar üzerinde operasyon yapmayı kabul ettik…

İslâmiyetle mücadele, bin yıllık medeniyetimizle mücadele idi. Kendi medeniyetimizi kendi ellerimizle yıktık. Yerine aynı değerde bir şey koymamız mümkün değildi, aradan bir asır geçti bu hakikatle kuşatılmış durumdayız.

Netice olarak, Türk/Atatürk devrimi tamamen kültürel-manevî alana yönelik bir “devrim”dir ve esas olarak 1930’larda ifade edildiği gibi “dinî bir inkılâp”tır. Türkiye’de dinî olmayan, dinle alakalı olmayan hiçbir köklü değişiklik yapmak için çalışılmamıştır. Türkiye, cumhuriyetin kuruluş yıllarında iktisadî bir devrim yaşamamıştır.

Kültürel-manevî inkılâpların kısa sürede sonuca ulaşması mümkün değildir. Hatta şunu düşünmeden edemiyoruz: Türkiye’ye 10 yıllık bir süre verildi. Bu süre içinde dinî inkılaplar yapıldı. 1932 yılı ocağında başlatılan “Türkçe Kur’an” uygulaması doğrudan “dinî inkılâp” olarak ifade edildi. Türkiye Cumhuriyetin 10. yılına bu konuda taahhütlerini yerine getirerek girdi. Biz bu yazıda, aşağı yukarı 20. Yılda cereyan eden bir hadise üzerinden konuya yaklaşıyoruz. Türkiye’nin manevî-kültürel olarak köklerine dönmesi 20 yıl sonra dahi emperyalistlerin takibatı altında idi!

Bugün 1920’li yıllarda, 1930’lu yıllarda yapılan “inkılâpları” akıl süzgecinden geçirip de millî yapımızda meydana getirdiği tahribatı görmezden gelmek imkânsızdır. “Biz kendimize, kültürümüze, maneviyatımıza bu zararı neden verdik?” Sorusunu cevaplamak mecburiyetindeyiz.

20. Yüzyılda neden sadece Türklerin alfabesi değiştirildi? (Ünlü Fransız filozofu Derride harf inkılabını “katliam” olarak niteliyor!) Neden yalnız Türkiye’de “dil devrimi” yapıldı? Neden Kur’an’a, ezana müdahale edildi? İbadet dili neden değiştirilmek istendi? Neden mûsıkimiz yasaklandı?

Bütün bu yapılanların apar topar yapılması, hiçbir plan ve programın olmaması da ayrı bir garabettir.

Harf inkılâbı yapılıyor, bir plan program yok. Yeterli sayıda öğretmen yetiştirmeden, gerekli miktarda mektep yapmadan okur yazar oranını nasıl yükselteceksin? İlk mektep yapmak için bir gayret var, fakat 1933-34’te açtığın bazı ilk okulları kapatmak zorunda kalmışsın. Yeni alfabeyi öğrenenlerin okuyacağı kitap yok. Bu akıldan ile geçmemiş. Üniversitenin ıslahı için dışarıdan mütehassıs çağırılıyor, raporunda “bu ülkede üniversite talebelerinin okuyacağı kitap yok” diyor. Büyük tantanalarla tarih kongresi yapılıyor, tarih tezini 24 yaşında bir hanım öğretmenle bir tıp doktoru savunuyor. Türkiye’de o zamana kadar hiç tarihçi yetişmemiş miydi? Dil devrimini yapmakla görevlendirilenler arasında gerçek anlamda dilci yok, edebiyatçı yok. Dil Kurumu’nda uzun müddet çeşitli vazifelerde bulunan Besim Atalay ancak 1950’den sonra dil devriminin esas kadrosundan kişilerin evlerinde türkçe konuşulmadığını açıklıyor!

Zorumuz neydi?


[1] İngiliz Büyükelçisinin İngiltere Dış İşleri Bakanlığı’na gönderdiği 30 Nisan 1942 tarihli raporda, British Council temsilcisi Grant’ın Hasan Âli Yücel’le yapmış olduğu bir saatlik görüşme üzerine hazırladığı memorandum da yer almaktadır. https://t24.com.tr/k24/yazi/homo-kemalismus-olarak-hasan-ali-yucel-bir-degerlendirme-1-bolum,3194 ve https://mektepligazete.com/haber/detay/ipte_yurumeye_calismak_hasan_ali_yucel_din_ve_egitim

[2] 8. Henri’nin ilk eşinden boşanmasına Papa müsaade etmedi, O da Roma kilisesinden ayrılarak Anglikan kilisesini kurdu. (Arkaplanda başta sebepler olabilir.) Henri dinî otoriteyi de üstlendi. Grant’ın müdahalesi Türkiye’nin din ve devlet işlerinin ayrılması prensibinden sapması, yani laiklikten uzaklaşması ihtimali üzerinedir. Kendisi şekil olarak da olsa laik olmayan bir imparatorluğun memuru Türkiye’nin laikliğini garantiye almak istiyor!

[3] Ankara’da Mustafa Kemal Paşa tarafından yayınlanan ve Büyük Millet Meclisi’nin yayın organı konumunda olan Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin 11 Mart 1921 nüshasında Matbuat Müdürü Hüseyin Ragıp imzasıyla yayınlanan başyazıda bu ifade kullanılmıştır.

[4] Joseph Grew: Atatürk ve İnönü-Amerikanın İlik Türkiye Büyükelçisi Jonh Grew’in Hatıraları. Terc. Muzaffer Aşkın. İstanbul 1966, sf. 91-92

[5] Eminalp Malkoç: “1940’lı Yıllarda British Council/İngiliz Kültür Heyeti’nin Halkevleri Üzerinden Türkiye Etkinlikleri” Türk İnkılâp Tarihi Yıllığı 2019, sf. 1-21

[6] Matbuat Umum Müdür Vekili İzzettin Tuğrul Nişbay imzalı, 24.7.1942 tarihli talimat yazısı

[7] Resul Babaoğlu: “British Council, Köy Enstitüleri ve savaş ortamında kültürel diplomasinin yollarını aramak”. Tarih İncelemeleri Dergisi XXXIV / 1, 2019, 23-48

[8] Kazım Karabekir: Paşaların Kavgası. (Yayına haz. İsmet Bozdağ). İstanbul 1991, sf. 142 vd.

HABERE YORUM KAT

7 Yorum