1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Siz Halk İradesine Hiç Saygı Duymadınız ki!
Siz Halk İradesine Hiç Saygı Duymadınız ki!

Siz Halk İradesine Hiç Saygı Duymadınız ki!

AK Parti iktidarının hangi koşullarda Gülen Cemaati’yle ittifak kurduğunu anlamak için, 2002’den itibaren karşılaştığı düşmanca atmosferin kronolojik bir dökümü…

10 Ağustos 2016 Çarşamba 20:20A+A-

Alper Görmüş, laik çevrelerin 15 Temmuz darbesinden bu yana çok daha yoğun biçimde dillendirdikleri “AKP-Gülen’le ortak değil miydi, şimdi şikayet hakkı yok!” tezinin neden temelsiz olduğunu izah ederken, Kemalist darbecilik olgusuna da dikkat çekiyor.

AK Parti-Cemaat ittifakı: Vur, fakat dinle
Alper Görmüş / Serbesiyet

Bir siyasi iktidarın, sonunda darbeye kalkışacak bir cemaatle yıllar boyunca ittifak yapmasını, ‘aldatıldık’ diyerek izah etmesinde sayısız sorunun olduğu muhakkak. Fakat madalyonun öbür yüzü de var. İktidarın hangi denizde o yılana sarıldığına bakmazsak, tablo eksik kalır. Bu yazı dizisinde, AK Parti adlı balığın 2002’de girdiği sularda karşılaştığı düşmanca atmosferin kronolojik bir dökümünü bulacaksınız. Yani bir anlamda, ‘o deniz öyle olmasaydı AK Parti yılana sarılır mıydı?’ sorusunun peşine düşmüş bir yazı dizisi...

Hidayet Şefkatli Tuksal, Gülen Cemaati kadrolarının devlet bürokrasisinde hızla yükselişlerine dair yazısında (Serbestiyet, 6 Ağustos), çok sorulan bir soru ile hiç sorulmayan bir soruyu birlikte mütalaa ediyordu:

 “Gülen kadrolarına bürokraside büyük yer açan AK Parti’nin günahları yüzüne vurulurken, nedense pek kimse, asıl büyük günah sahiplerine dönüp bir şey söylemiyor. Onların da şöyle bir özeleştiri vermeleri gerekmez mi? (...) ‘Bir yandan bu milletin dinî inançlarını, örfünü, âdetlerini, alışkanlıklarını, gündelik yaşam pratiklerini aşağıladık; bir yandan da bütün kapıları tutup, onları küçük, verimsiz, elverişsiz dış alanlara hapsetmeye çalıştık. Onların kendileri olma haklarını engelledik, çünkü onları o halleriyle sevmiyor, hattâ nefret ediyorduk. Bunu da pek gizleme gereği duymadık.’”

 ‘Helal olsun, nasıl da ustalıkla sızıyorlar’

Tuksal, Türkiye’nin seküler-modern sosyolojisinin bu kibirli ve dışlayıcı tutumunun, Cemaat kadrolarının devlet içindeki örgütlenmelerinde nasıl elverişli bir zemin yarattığını da, büyük bir içtenlikle şöyle anlatıyordu:

 “(...) Polise ve askere sızmalar olduğunu da bir şekilde duyuyor, öğreniyorduk, ancak kimse bunu yadırgamıyordu. Hattâ gerekli, iyi bir şey diye düşünülüyordu. Çünkü Türkiye’nin Jakoben - batıcı - laik elitleri, aslında küçük bir azınlık olmalarına rağmen, silâhlı kuvvetleri de arkalarına alarak, bu ülkenin ‘ilerici/batıcı’ şablonuna uymayan köylü, kasabalı, muhafazakâr, dindar insanlarına sistem içinde yer açmıyor, engelliyor, sistem dışına itiyorlardı. Bu yüzden dinî gruplar, bir yandan çok basit bir şekilde evlerden, yurtlardan başlayarak zaman içinde çok çeşitli unsurların dahil olduğu alternatif bir kamu yaratırken, bir yandan da normal yollarla dahil olamadıkları sisteme ‘sızarak’ dahil olmaya çalışıyorlardı. Ve üstüne basarak söyleyeyim, bu sızma o şartlarda herkes tarafından -gasp edilen hakları elde etmek adına- meşru bir yöntem olarak görülüyordu. Gülen cemaatinin geniş halk kesimlerince takdir edilmesinde, hizmet adı verdikleri işlevler kadar, bu kapalı kapılara nüfuz etme başarısı da rol oynuyordu.”

Madalyonun öbür yüzü: Siyasi sıkışmışlık ve çaresizlik

Şimdi Türkiye’nin seküler-modern muhalefeti, Cemaat kadrolarının devlete sızmasında gafletinden ötürü siyasi iktidarı, ‘Cemaat hoşgörüsü’nden ötürü de dindar kitleleri suçluyor. İyi de, bu noktaya gelinmesinde, Hidayet Şefkatli Tuksal’ın dediği gibi suçlayanların hiç mi suçu yok? Dindar kesimleri, normal koşullarda ahlakî açıdan mahkûm edecekleri bir fiil (‘sızma’) karşısında ‘takdir’ hissiyle dolduran toplumsal-siyasi atmosferin müsebbiplerinin rolünü hesaba katmadan, bu noktaya nasıl geldiğimizin mufassal ve hakkaniyetli bir dökümünü yapabilir miyiz?

Devletin kapılarının, onun sahibi olduğunu öne sürenler tarafından tutulması muhafazakâr kesimlerde ‘Helal olsun şu Cemaat’e, nasıl da ustalıkla sızıyor devlete’ ruh haline yol açarken, somut iktidar kademelerinde de derin bir çaresizlik duygusu hüküm sürüyordu. Çünkü AK Parti, 2002’de iktidarı almadan önce Millî Görüş geleneğinden gelen bir hareket olarak, Cemaat’in tersine açık ve şeffaf bir siyaset izlemiş, devlete sızma ve orada gizlenme gibi bir stratejiden uzak durmuştu. İktidara geldikten sonra, kendi anlayışına yakın kadrolarla çalışabilmeyi ummuştu. Ne var ki mevcut bürokrasiyi değiştirmek bir yana, o bürokrasi silahlı ve silahsız kanatlarıyla daha ilk günden AK Parti’yi geldiği gibi gönderme hedefine kilitlenmişti. ‘Yüzde 36 ile geldiler, Parlamento’nun üçte ikisini kontrol ediyorlar’ eleştirileri, kısa bir süre sonra ‘yüzde 99 da alsalar ülkeyi yönetemezler’ noktasına varacaktı.

Seküler-modern ‘sivil’ toplum da bürokrasiyle aynı çizgide hizalanmıştı ve oradan gelen ‘elini taşın altına koyma’ çağrılarına hiç sektirmeden icabet etmekle meşguldü.

AK Parti’nin 2002’de içine düştüğü deniz, işte böyle bir denizdi.

Hatırlamanın faydaları

O denizde olup bitenleri şimdi hatırlamanın sayısız faydası var... Böyle bir hafıza tazelemesi her şeyden önce, yaşadığımız melanetin panzehirini, darbe yapmanın imkânsız olduğu bir Türkiye’de değil, darbe yapma hakkının sadece Kemalist askerlerin uhdesinde bulunduğu ‘eski’ Türkiye’de görenlerin yakın geçmişlerini ortaya serecek. Onları yakın geçmişleriyle birlikte mütalaa etmek, bize, şimdiki ‘demokrat’ pozisyonları hakkında daha gerçekçi bir değerlendirme yapma imkânı verecek.

Öte yandan bu hafıza tazelemesi, devleti felç eden Cemaat faaliyetine karşı yer yer devlet içindeki eski Türkiye unsurlarıyla ittifaka yönelen AK Parti için de çok önemli... Reel siyaset bazı alanlarda böyle bir ittifakı zorunlu kılabilir. Mesela ben, AK Parti’nin ordu içindeki tasfiyeleri böyle bir çaresizlikle sınırlı tuttuğuna inanıyorum. Keza, darbenin bütünüyle Cemaat kadrolarının işi olduğu algısına halel getirmemek için, darbe girişimine katılan Cemaat dışı askerlerin varlığının özellikle öne çıkarılmadığını düşünüyorum.

Bu türden stratejiler ve taktikler siyasetin mantığı içinde kabul edilebilir, anlaşılabilir; neticede siyaset salt ilkeyle yürüyen steril bir alan değil... Fakat belirli bir dönemde birlikte yürünen güçlerin gerçek doğaları ve eğilimleri hesaba katılmaz, tam tersine hesapsız bir iyimserlik içine girilirse, o ittifak bir süre sonra infilak eder.

AK Parti’nin, devlet alanını kendisi için cehenneme çeviren Kemalist ablukaya karşı Cemaat’le kurduğu ittifak 7 Şubat 2012’de (Hakan Fidan’ın tutuklama girişimi) lav püskürtmeye başladı, 15 Temmuz 2016’da da infilak etti.

AK Parti şimdi de devlet alanını kendisi için cehenneme çeviren Cemaat’e karşı Kemalist asker ve bürokratlarla bir ittifak kurmuş durumda. Şayet bir önceki ittifaktan gerekli dersler çıkarılmamışsa, bu ittifak da günü gelince infilak edecek. Meğerki AK Parti yakın geçmişte içinde yüzdüğü denizi unutmasın ve ‘yeni’ Türkiye’nin ‘eski’nin güçleriyle ittifak ederek kurulabileceğine inanmasın.

Şimdi 2002’den başlayarak o denizin içinde ilerlemeye, unuttuğumuz ayrıntıları hatırlamaya başlayalım...

AK Parti iktidarına karşı daha ilk aylarında darbe planları yapıldığı ortaya çıktığında pek rağbet gören bir argüman vardı: “Programı bile belli olmayan partiye karşı darbe mi yapılırmış?” Bu kişilerin anlamadıkları, anlamak istemedikleri ya da anlamaz göründükleri şey şuydu: AK Parti, yapıp ettiklerinden ya da yapıp edeceklerinden, yani programından dolayı değil, kimliğinden dolayı devrilmeyi hak ediyordu ve programını beklemeye hiç gerek yoktu!

AK Parti iktidarının hangi koşullarda Gülen Cemaati’yle ittifak kurduğunu anlamak için, 2002’den itibaren karşılaştığı düşmanca atmosferin kronolojik bir dökümünü yapmaya başlamıştık...

3 Kasım 2002 seçimlerinden birkaç gün önceydi (tam olarak 31 Ekim 2002)... Dünyaya gözlerini açalı henüz birkaç ay olmuş Vatan gazetesi, dört gün sonraki seçimlerin “tatsız” bir biçimde sonuçlanması durumunda beş yıl sonra ortaya çıkacak bir “tehlike”ye işaret ediyordu...  

 “DİKKAT! Yeni cumhurbaşkanını yeni meclis seçecek” başlıklı haberde, şayet seçimleri Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) kazanırsa, 2007'de yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçiminde, bu partinin parlamentodaki gücünü kullanarak kendi istediği birini Çankaya'ya çıkartabileceği hatırlatılıyordu.

Haber, “Çankaya'nın önemi arttı” manşetinin hemen altında, onunla bağlantılı olarak düzenlenmişti. “DİKKAT” sözcüğü “tehlike”yi daha iyi vurgulayabilmek amacıyla kırmızı zemine oturtulmuş, altı da özenle çizilmişti...

Şimdi diyebilirsiniz ki, bunun neresi haber; yeni cumhurbaşkanını tabii ki yeni meclis seçecek... Bugünden bakıldığında tuhaf görünebilir ama, 2002 seçimleri yaklaşıp da AK Parti’nin birinci parti olması ihtimali belirdiğinde, onun neyi ne kadar yapacağı, sınırlarının ne olduğu hususunun altını çizen bu türden “uyarı-haber”ler, dönemin merkez medyasının standart haberleri arasında yer alıyordu.

Bakın bu ilginç “uyarı-haber”in devamında neler vardı: “Cumhurbaşkanı Sezer'in görev süresi 16 Mayıs 2007'de bitiyor. Anayasa'ya göre Sezer'in ikinci kez seçilme şansı yok. Kasım'da oluşacak yeni meclis, bir erken seçime gidilmezse, 2007 Kasım'ına kadar görev yapacak... Bu durumda Mayıs 2007'de göreve gelecek Cumhurbaşkanı'nı da bu meclis seçecek. Cumhurbaşkanında milletvekili olma şartı aranmadığı için, yasakları kalkarsa Tayyip Erdoğan'ın da cumhurbaşkanı seçilme şansı var.”

Daha seçimi bile kazanmamış bir partinin, beş yıl sonrasına dair muhayyel ve meşru bir adımını “tehlike” alarmıyla karşılamak hiç şüphesiz çok ilginç bir gazetecilikti... Tabii bir yandan da “öngörülü” bir haber-yorum olduğu söylenebilirdi. Çünkü böylece Türkiye'de 2007'de gerçekten kıyametin kopacağını ve bazı "irade"lerin hareketlerini 2007'ye endeksli olarak düzenleyeceklerini beş yıl öncesinden “öngörmüş” oluyordu.

2002-2007 arasında gerçekten de kıyamet koptu.

Bazı “irade”lerin genel stratejisi belliydi: 2007'ye kadar bu iktidarın “takiye”leri ortaya çıkarılmalı, “gerçek yüzü” teşhir edilmeliydi... O kadar ki, 2007 seçimleri geldiğinde -eğer o tarihe kadar iktidarda kalabilmişse- AK Parti, bir AK Parti'liyi “Atatürk'ün makamına” çıkarmaya cesaret edemesin...

Programı bile belli olmayan iktidara darbe girişimi

3 Kasım 2002 seçimlerinin hemen sonrasından itibaren AK Parti etrafında örülmeye çalışılan ablukanın, darbe planlarını da içerdiği yıllar sonra ortaya çıktığında, pek fazla rağbet gören bir argüman vardı: “Programı bile belli olmayan partiye karşı darbe mi yapılırmış?”

Bu kişilerin anlamadıkları, anlamak istemedikleri ya da  anlamaz göründükleri şey şuydu: AK Parti, yapıp ettiklerinden ya da yapıp edeceklerinden, yani programından dolayı değil, kimliğinden dolayı devrilmeyi hak ediyordu ve programını beklemeye hiç gerek yoktu!

Bunu, en açık ve en dürüst bir biçimde ilk ifade edecek olan siyasetçi Doğu Perinçek olacaktı, hem de 3 Kasım 2002 seçim sonuçlarının belli olmasından sadece birkaç saat sonra...

3 Kasım 2002 gecesi, Ulusal Kanal

3 Kasım 2002 seçiminin gecesinde herkes gibi ben de öncelikle seçime katılan altı büyük partinin (Demokratik Sol Parti, Doğru Yol Partisi, Anavatan Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi) oy oranlarını merak ediyordum. Fakat kişisel olarak ben bir de Doğu Perinçek’in İşçi Partisi’nin durumuyla ilgiliydim. Çünkü bu partinin televizyonu Ulusal Kanal, seçime birkaç hafta kaladan başlayarak Genel Başkan Doğu Perinçek'in ağzından “İşçi Partisi'nin barajı geçtiğini, Millî Güvenlik Kurulu'nun yaptırdığı anketle de bunun kesin bir şekilde doğrulandığını” duyurmuştu izleyicilerine... Merakım bundandı...

Seçim gecesi İşçi Partisi’nin her zamanki gibi yüzde sıfır virgüllü bir oy aldığı anlaşıldığında, ben de kalemi kâğıdı alıp Ulusal Kanal’ın karşısına geçtim; Doğu Perinçek’in bu sonucu nasıl tevil edeceğini not edecek, sonra da bu notlardan faydalanarak bir yazı yazacaktım. Bunları söylüyorum, çünkü aşağıda okuyacaklarınız, işte alınmış o notlara ve sıcağı sıcağına kaleme alınmış o yazıya dayanıyor; zihnimde kalanlara değil.

 “Meşru değilsin, 3-5 aylık ömrün var”

Umulanla bulunan arasındaki kahredici fark, seçim gecesinde kanalda garip bir isteksizliğe yol açmıştı. Hatta saat 22.00 civarında alakasız klipler, eğitim programları falan görülmeye başladı ekranda. Bundan bir süre sonra da İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek çıktı sahneye. Format, Perinçek'in kendisine soru soran iki kişiyi cevaplandırması esasına dayandırılmıştı.

Sorular, “Biz size güvendik, İşçi Partisi geliyor neşriyatı yaptık, şimdi ne olacak, nasıl ayıklayacağız bu pirincin taşını” mealindeydi ve ilki de şöyleydi: “Siz seçimlerden önce AK Parti'nin de CHP'nin de iktidar olamayacağını söylemiştiniz, şimdi ortaya çıkan manzaraya ne diyorsunuz?”

Perinçek, “Olamayacaklar, hep birlikte göreceğiz” dedikten sonra, üç-beş aylık bir iktidarın mümkün olduğunu, ama “Millî Kuvvetler”in kesinlikle onları devireceğini söyleyerek başladı cevabına. Perinçek, “Seçim sonuçlarına saygı duyma, halkın iradesi” gibi itirazların geçersiz olduğunu söyleyerek devam etti sözlerine: “Milletler de gaflete düşer, yüzde 35 gaflete düşmüştür, zaten o yüzde 35 birkaç ay sonra İşçi Partisi'ne gelecek ve elimiz kırılsaydı da onlara oy vermeseydik, diyecek...”

Bu sözleri, o geceden “üç-beş” ay sonra nelerin olduğunu yıllar sonra öğrendiklerimizle birleştirerek hatırlamalıyız: 3 Kasım 2002'den “üç-beş ay” sonrası, tam olarak Birinci Ordu'daki Balyoz semineri günlerine (3-5 Mart 2003) denk geliyor!

Doğu Perinçek’in “Milli Kuvvetler”den neyi kast ettiği artık anlaşılabiliyordu.

Perinçek, “Kurulacak yeni hükümetin önünde tek bir yolun, sadece 'ihanet yolu'nun kaldığını, bu nedenle millet iradesine saygı göstermeyeceklerini” tekrarladı ve “İşçi Partisi olarak Atatürk'ten aldığımız ilhamla yarından itibaren bunları yıkmak üzere çalışmaya başlıyoruz” diyerek bağladı sözlerini...

Devlette ve toplumda seçimleri meşru görmeyen, ortaya çıkan “millet iradesi”ni saygıya layık bulmayan milyonlarca insan vardı o günlerde.

Askeri vesayetin bütün ağırlığıyla ülkenin üzerine çöktüğü o dönemde, askerlerin artık sivillerin de “ellerini taşın altına sokma” çağrıları boşuna değildi. Bu çağrı, “bu defa birlikte hal’edelim” anlamına geliyordu ve zaten devamı da öyle geldi.

 

HABERE YORUM KAT

1 Yorum