1. YAZARLAR

  2. Murat Ural

  3. Yeni Bir Takrir-i Sükûn'a Doğru

Yeni Bir Takrir-i Sükûn'a Doğru

Nisan 1998A+A-

Takvimler 1925'i göstermektedir. Henüz yeni kurulmuş olan TC, daha kuruluş aşamasında varlığına ilişkin birçok ciddi sorunla karşı karşıyadır. Bu sorunlardan biri olan ve TC'ye karşı ilk önemli kitlesel muhalif hareketi oluşturan Şeyh Sait ayaklanması, Fethi Okyar hükümetini zor durumda bırakır. Cumhuriyet Halk Fırkası tarafından gerekli önlemleri almamakla suçlanan hükümet, baskılara fazla dayanamaz ve istifa eder.

Yeni kurulan ismet İnönü hükümetinin ilk icraatı Takrir-i Sükûn Kanun tasarısını Meclis'e sunmak olur. 4 Mart 1925Jte kabul edilen kanun, hükümeti "gerici, isyancı ve ülkenin sosyal düzeni ile huzur ve sükûnunu ve güvenlik ve asayişini bozan ya da bozmaya yeltenen bütün kuruluşları ve bu doğrultudaki yayınları, Cumhurbaşkanının onayıyla yasaklamaya" yetkili kılıyordu. Ayrıca bu tür girişimlerde bulunanlar, İstiklal Mahkemeleri'nde yargılanıyorlardı. Yasanın kabulünden sonra Şeyh Sait ayaklanmasıyla dolaylı ya da dolaysız bağlan gerekçe gösterilerek muhalefete karşı harekete geçildi. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı destekleyen gazete ve dergiler kapatıldı. Muhalif gazeteciler İstiklal Mahkemeleri'nde yargılandı. Yine aynı kanuna dayanılarak TCF de kapatıldı. Bütün muhalefet odakları sindirildi. Tartışma ortamı yok edildi. Devrim kanunlarının yerleştirilmesi için gerekli şartlar böylece sağlanmış oldu ve fonksiyonunu tamamlamış olarak 4 Mart 1929'da kendiliğinden yürürlükten kalkan Takrir-i Sükûn Kanunu, arkasında bir ölüm sessizliği bırakarak, tarih içindeki yerini aldı.

Cumhuriyeti korumak ve Cumhuriyet Devrimi Kanunları'nı yerleştirmek adına gerçekleştirilen bu uygulama, aradan geçen 70 yılın ardından aynı ad altında olmasa da aynı gerekçelerle yine sahneye konmak istenmekte. "Cumhuriyet Devrimi Kanunları Uygulansın" afişlemesiyle gözlenmeye başlanan ve 28 Şubat'ta kendini "resmi" olarak ifade eden sürecin askeri ve sivil temsilcileri, Cumhuriyet tarihinin en büyük reformunun(!) yapılmasının şart olduğunu düşünmekteydiler. Zira ilk dönem başarıyla uygulanan birçok devrim, zaman içinde, onları koruyan yasalar yürürlükte olmasına rağmen, fiilen hayatları silinmiş, halk bir türlü istenilen forma girmemiş, yani bir türlü akıllanmamıştı. Ama mücadeleden vazgeçilmemeli ve gerekirse tıpkı Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi köklü bir devrim gerçekleştirilmeliydi. 1960'dan bu yana yapılan kısmi reformlar, sistemi biraz daha deforme etmekten başka bir işe yaramamıştı.

Hem edinilen tecrübeler hem de konjonktürel şartlar yeni bir tarzı zorunlu kılıyordu, işte bu yeni tarz arayışı, kimilerinin "post-modern darbe" dediği ve hali hazırda içinde bulunduğumuz süreci beraberinde getirdi. Askeri vesayet altındaki bir sivil yönetimle gerçekleştirilmesi düşünülen bu köklü (!) reformun en önemli altyapı hazırlığını, yeni TCK ile yapılması düşünülen değişiklikler oluşturmakta. Bu bağlamda meclise sunulan yeni TCK tasarısı 1920'li yılların Takrir-i 5ükûn Kanunu'nun fonksiyonuna benzer bir misyonu üstlenmeye hazır gözükmekte.

Dosya içindeki diğer yasalar bu alt yapı hazırlığını siyasi, hukuki ve sosyal açıdan geniş bir biçimde değerlendirmekte. Biz de yazımızda hem yeni bir Takrir-i Sükûn Kanunu diyebileceğimiz TCK tasarısının hem de içinde bulunduğumuz sürecin basın ve iletişim özgürlüğü açısından kısa bir değerlendirmesini yapmaya çalışacağız. İçinde bulunduğumuz sürece bakarsak henüz yasal çerçevesi çizilmemekle ismi konulmamakla birlikte birçok sınırlayıcı girişimin fiilen yürürlükte olduğunu görüyoruz. Yapılması düşünülen reformun önündeki en büyük güçlüklerden birisi, nisbi de olsa bir iletişim özgürlüğünün varlığı olunca, gerekli yasal düzenlemeler beklenmeden bazı icraatlar yapılmaya başlanmış durumda. Bu icraatlara yasallık kazandıracak düzenlemeler ise yeni TCK tasarısının içinde bulunuyor.

İletişim özgürlüğünü kabaca iki alanda ele alabiliriz. Birincisi sesli ve görüntülü, iletişim, ikincisi ise yazılı iletişim. Sadece 1920'lerle değil 6O'lı, 70'li, 80'li yıllarla günümüz arasındaki en büyük farklardan birisini görüntülü ve sesli yayıncılıkta gelinen nokta oluşturuyor. Özel radyo ve TV'lerin ülke çapındaki etkinlik alanları' bu tarz bir köklü reform isteğinin hem temel sebeplerinden hem de önündeki engellerin en büyüklerinden birini oluşturuyor.

Cumhuriyet tarihi boyunca resmi ideolojiye vurulan en büyük darbelerden birini oluşturan özel radyo-TV'ler önce RTÜK ile kontrol altına alınmak istendi. Ancak mevcut yasalar RTÜK'ün getireceği kontrolün etkisini azaltıyordu. TCK'da suç olmayan bir fiili gerçekleştiren, örneğin "irticai propaganda" yapan kuruluşları, RTÜK'ün yasal çerçevede engellemesi çok zordu. Özel radyo-TV'leri denetlemenin ötesinde, onlara yasal kimlik kazandıracak olan lisansları verme yetkisini elinde bulunduran RTÜK'ün, bu amaçla açması gerektiği frekans ihaleleri bahsi geçen zorluktan ötürü sürekli ertelendi. Kendi tüzüğüne göre kuruluşundan itibaren 4 ay içinde ihaleleri açması şart olan RTÜK, 4 senedir bu ihaleleri aç(a)madı. İhalelerin açılmamasından dolayı bütün özel TV ve radyolar halen "gecekondu" statüsünde bulunuyorlar. Ruhsat verilmeyen gecekonduları yıkmak yasal açıdan her dönemde mümkünken, ruhsatlı evleri yıkmak ancak "olağanüstü" şartlarda mümkün olabilir. Olağanüstü bir dönem oluşturmak en azından konjonktür açısından bir hayli zor olduğundan, radyo-TV'lere lisans verme işlemi birtakım güç odakları tarafından sürekli ertelettirildi. Frekans ihalelerinin tarihini açıklamaya cesaret eden tek RTÜK Başkanı olan Orhan Oğuz ise bu kararından dolayı ağır bir baskı altına girerek geçtiğimiz Aralık ayında istifa etmek zorunda kaldı. Bu hususta gelinen son nokta, açılan frekans ihalelerinin gerekçesiz bir şekilde iptal edilişi ve 2 Mart 1998'den itibaren süresiz olarak ertelenişi.

İhalelerin yapılışını -yasal açıdan- gerekçesiz erteletenler şu sırada yasal gerekçelerin tesisi için çalışmaktalar. İhalelerin ertelenmesi için MGK tarafından ileri sürülen gerekçelerden biri olan, ihaleye katılma hakkına sahip bazı özel radyo ve TV'lerin "irticai propaganda" yapıyor oluşu, mevcut ceza kanununda karşılığını bulamamakta idi. 163. maddenin kaldırılmasıyla laiklik karşıtı eylemler, propaganda düzeyinde suç olmaktan çıkmıştı. Yasalar nezdinde suç olmayan bir fiilden dolayı ihaleyi iptal kararı verdirenler, gerekli düzenlemeler yapılana kadar erteleme işini sürdüreceklerini açıkça ifade ettiler. Ve işte şimdi bu yasal düzenlemelerin vakti gelmiş bulunuyor. Yeni Ceza Kanunu Tasarısı'nda yazılı ve sözlü yayın kuruluşlarını da yakından ilgilendiren maddeler var. Örneğin laiklik karşıtı faaliyetler, 163. maddenin yerine ikame edilen 363. madde kapsamında Terör Suçu olarak değerlendiriliyor ve bu faaliyetlerin yazılı ve sözlü propaganda ile işlenmesi 5 yıla kadar hapisle cezalandırılıyor. Eğer bu yeni madde yürürlüğe girerse, frekans ihaleleri sorunu da kendiliğinden çözülmüş olacak. Laiklik karşıtı yayın yaptığı tespit edilen kuruluşlar ihaleye alınmayacak, alınıp da yayın izni kazananlar ise sürekli bu madde uyarınca kontrol altında bulunacaklar. Post-modern bir darbeye de böylesi bir yasal düzenleme yakışırdı zaten...

Tabii bu yeni Ceza Kanunu sadece radyo-TV'leri değil yazılı basın organlarını da doğrudan ilgilendiriyor. Gerek radyo-TV'ler, gerekse gazete ve dergiler yeni Ceza Kanunu ile toptan ceza kıskacına alınmış bulunuyorlar. İletişim özgürlüğünü etkileyen diğer maddelerden biri olan 356. maddenin 3. fıkrası, "devletin bağımsızlığını azaltmaya teşebbüs" sayılacak türden propaganda nitelikli yayın yapmayı 3 yıldan 5 yıla kadar hapisle cezalandırmayı öngörüyor. Tasarının, bu acayip ifadedeki gibi tanımı açık olmayan ve alabildiğine geniş alanlı suçlar meydana getirerek iletişim özgürlüğünü tam bir keyfiliğe maruz bırakıyor oluşuna. Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi dahi tepki gösterdi.

Bu arada basın ve iletişim alanını yeni bir ölüm sessizliğine boğmaya matuf bazı uygulamaların, yeni Ceza Kanununu beklemeden şimdiden usul usul yürürlüğe sokulmakta olduğunu görüyoruz, örneğin, RTÜK Mart ayının son haftasında yayınladığı yazıyla, hangi amaca yönelik olursa olsun, yayın yoluyla dinin, dini duyguların ya da dince kutsal sayılan değerlerin istismar edilmesine izin verilmeyeceğini açıkladı. Böylece mevcut ceza kanununda yer almayan eski 163. maddenin RTÜK yönetmeliğinde bir yayın ilkesi olarak bulunduğu da ortaya çıkmış oldu. Bu açıklamadan yaklaşık bir ay önce de Gebze'de yayın yapan Mesaj FM mezkur ilkeye aykırı olarak yaptığı yayınlardan dolayı 1 ay kapatma cezası almıştı. Yine RTÜK Mart ayı başında yaptığı açıklamada TV ve radyoların, izinsiz gösteri görüntülerinin ardından ertesi günkü eylem yerini bildirmesinin, eylemlere destek sayılacağını bildirdi. Ve yine RTÜK Mart ayı içinde Ulusal TV kuruluşlarının yöneticilerini toplayarak "yayın hedefleri" konusunda bazı telkinlerde bulundu, RTÜK'ün gerçekleştirdiği bütün bu icraatlar, belki de yeni Ceza Kanunu sonrası uygulamaları için bir ısınma niteliği taşımaktaydı.

Bu arada yazılı basına yönelik baskılar da giderek artış göstermekte. Selam gazetesi 15 gün süreyle kapatılırken. Yazı İşleri Müdürü Aydın Koral 1 yıl 8 ay ceza aldı. Akit gazetesi yazarı Yaşar Kaplan askeri mahkemece tutuklandı. İslami basın organları temsilcileri başörtüsü eylemleri sırasında İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından "misafir" edildi ve kendilerinden daha sorumlu yayın yapmaları "rica" edildi. Baskılar sadece İslami basınla sınırlı kalmadı. Radikal gazetesinde, özellikle Susurluk ve derin devlet ile ilgili muhalif yazılarıyla dikkati çeken K. Düzgören üst düzey bir talimatla işten atıldı. Yine bu alanda ısrarlı yayın yapan Gazete Pazar, Doğan grubunca kapatıldı. Akşam gazetesi yazarı Nazlı Ilıcak "şer güçlerce" gazeteden uzaklaştırıldı. Sol basın üzerindeki baskılar ise had safhalara ulaştı. Bütün bu sükûn verici icraatların yanısıra gazete manşetlerinde ve bazı kalemşörlerin köşelerinde; İslami radyo-TV, gazete ve dergilerin ne kadar zararlı yayın yaptıkları, halkın beynini yıkadıkları ve çoğunun örgüt bağlantısı olduğu şeklinde haberler boy göstermeye başladı. Muhtemelen, oluşturulmaya çalışılan bu atmosfer de yine önümüzdeki dönemdeki basına yönelik radikal baskı ve operasyonlara hazırlık niteliği taşımakta.

Görülen o ki, gerçekleştirilmesi düşünülen köklü reformun siyasi, hukuki ve sosyal alt yapısını oluşturma noktasında en büyük katkıyı sağlayacak olan yeni Ceza Kanunu tasarısı, tıpkı Takrir-i Sükûn Kanunu gibi hükümete, daha doğrusu hükümeti yöneten güçlere son derece keyfi ve geniş bir yetki alanı bırakmakta ve iletişim ve basın özgürlüğünü cendere altına alarak yapılacak bilumum uygulamaların fazla gürültü (!) çıkarmadan gerçekleştirilmesini mümkün kılmayı hedeflemekte.

İrtica ile mücadele adı altında, Başbakan'ın ifadesiyle, askeri dönemlerde dahi uygulanmaya cesaret edilemeyen, İslam'ı toplumsal dokudan topyekün kazıma planlarının, kuvveden fiile geçirilme aşamasına geldiği bir dönemde sesli, görüntülü ve yazılı iletişim organlarına yönelik sinsice başlatılan bu kuşatmaya karşı uyanık ve tedbirli olmak gerekiyor.

Yeni bir Takrir-i Sükûn yasasına karşı müslüman kamuoyunu bilgilendirmeli ve sesimiz kesilmeden sesimizin çıktığı kadarıyla haykırmalıyız. Aksi taktirde sesimizin kesildiğini dahi duyurmamız mümkün olmayacak.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR