1. YAZARLAR

  2. Fethi Kılınç

  3. Dinmeyen Sömürgeciliğin Anatomisine Bakış

Dinmeyen Sömürgeciliğin Anatomisine Bakış

Nisan 1998A+A-

Beyaz adam geri döndü
Gözleri
Parlıyor karanlıkta
Yel vurmuş korlar gibi
Kocaman elleriyle koparıyor
Enari'nin gerdanlığını
Remeie'nin oklarını
Chirimica'nın eteğini
Camo'nun hamakçığını
Ağlatıyor ürümeleri küçük kızı
Anası Camo'yu göğsüne bastırıyor
Ve "Bırakın bizi" diyor

Piaroa Şarkısı (Amazonya)1

İçerisinde yaşadığımız dünyanın büyük bir köy halini aldığı pek çok kez ifade edilir olmuştur. Gerçekten de XXI. yüzyıla girerken, teknolojinin ve iletişim ağlarının almış olduğu mesafeye bakıldığında global bir köy içerisinde yaşanıldığı fikri pekişmektedir. Fakat özellikle dünyanın çok çeşitli bölgelerinin büyük bir köyün farklı arazileri olarak algılanmasının gerisinde, Avrupa merkezli ekonomik ve kültürel sömürgeciliğin kendisi ile bu olguyu ve oluşumu doğuran dinamikler yatmaktadır. Dünya küçülmüştür, çünkü Batı'nın temsil ettiği emperyalizm teorik ve pratik bütün veçheleriyle dünyanın her tarafına saldırmakta, yağmalamakta, nüfuz etmekte ve insanları, toplumları ve hayat tarzlarını kendi istediği biçimde yönlendirmeye çalışmaktadır. Dünya küçülmüştür, çünkü Batılı ve modern değerler dünyanın her tarafında hayat bulabilmekte, fikre ve amele sirayet edip tayin edici olabilmekte ve Avrupa'nın başını çektiği sömürgecilik dünya halklarının zenginliklerini tarumar edebilmektedir.

Kuşkusuz emperyalizm rastgele ve kendiliğinden gelişen bir olgu değildir. Modern Batı'nın dünya hakimiyetinin arkasında yoğun bir çaba ve mücadele söz konusudur. Ciddi bir felsefî, kültürel, bilimsel ve teknolojik bir arka plana sahip olan Batı, gücünden güç alarak kendisini ta başından beri dünyanın merkezi ve efendisi olarak görmüştür. En iyiye, en doğruya ve en güzele yalnız ve yalnız kendisinin sahip olabileceği vehmi ve kibri içerisinde müstağni bir tavra bürünen "beyaz adam", "ötekisini, yani kendi dışındaki toplumları eğitme ve "adam etme" misyonunu "tabii bir hak" olarak telakki etmiştir. O halde merkezinde Batı'nın ve Batılı değerlerin olduğu bir dünya tasavvurunun bütün zihinlere kazınması ve bu çerçevede "yüce efendi"ye itaatin sağlanması zarureti hasıl olmaktadır; İnsanlık bütün gücüyle globalizasyon politikalarını uygulamalı, dünya büyük bir köy olmalıdır.

Yakın zamanlarda ortaya konulduğu biçimiyle aslında ne Fukuyama'nın "tarihin sonu" tezi, ne de Huntington'un "medeniyetlerin çatışması" iddiası yeni bir Avrupa-merkezci ve sömürgeci bakış tarzını ifade etmektedir. "Aklın ve özgürlüğün düşünürü ve aynı zamanda insan haklarının, dünya vatandaşlığının ve sonsuz barışın ilan edicisi olan"(!) Kant'ın, başka kültürlere yaklaşımı ele alındığında Fukuyama ve Huntingtoncu düşüncenin en azından XVIII. yüzyıla kadar giden bir boyuta sahip olduğu ve bunun Aydınlanma Felsefesi ile onu izleyen Alman idealizmi sistemleriyle açık bağlantısı görülebilir.

Kant'ın zenciler ve beyaz-olmayan başka ırklar hakkında söylediği bazı sözleri konuyla ilgili alarak oldukça ilginç ve bir o kadar da manidardır. Kant'ın (Fiziksel Coğrafya, Güzel ve Yüce Olan Duygusu Üzerine Gözlemler, Ahlak Metafiziği, Dünya Vatandaşlığı Amacıyla Genel Bir Tarih Düşünüsü, Sonsuz Barış Üzerine gibi) bir kısım eserleri incelendiğinde görülmektedir ki, zenci, hiç bir eğitim inceliği olmayan bir yabanidir ve o, yabanî olan insan doğasının kötülüğünün maddi olarak serimlenmesine hizmet eder. Ten rengine "insan soyunun gözle görünür bir biçimde çeşitli sınıflara ayrılmasını haklılaştıran" adeta metafizik bir anlam atfedilmektedir. Ona göre "insanlık en büyük mükemmelliği ile beyazların ırkındadır. Sarı hindilerin bile daha az bir yetenekleri vardır. Zenciler daha da aşağıdadırlar ve en dipte Amerika kavimlerinin bir kısmı yer almaktadır". Kant, köleciliğin öncelikle Afrika'da gerçekleşmesini makul görmektedir. Çünkü zenciler, en iyi köle olmaya yatkındırlar. Bir zenci, "ne de olsa güçlü-kuvvetli, etli-butlu ve kemiklidir, Ama ana vatanının zengin kaynakları yüzünden tembeldir, pısırıktır ve kararsızdır". Dolayısıyla onun bu tembelliği "yönetme ve zor yoluyla, ölçülü" hale getirilmelidir. Suç işlediğinde acımasızca cezalandırılmalıdır. Onların "kalın derileri vardır" ve arzulanan etkinin yaratılabilmesi için onları "katlanmış kamışlarla kırbaçlamak" zorunludur. Kant'a göre köleciliğin olması için önce bir suçun olması gerekir. Kölecilik, "işlenen suçların cezalandırılmasının özel bir biçimi, bir eğitim aracı"dır2.

Batı'nın dünyanın merkezi olduğu ve Batı dışı toplumların her ne pahasına olursa olsun "eğitilmesi" ve "adam edilmesi" gerektiği saplantısı yalnızca Aydınlanma düşünürü Kant'a özgü değildir. Büyük bir sistem filozofu olan ve Fukuyama'nın selefi Hegel de farklı perspektiflerden yola çıkmış olsa da Kant ile aynı paralelde düşünmektedir.

Tarihi, "Tin"in (Ruh/Geist) kendi özünü diyalektik bir süreç içerisinde açtığı ya da dışa vurduğu bir yer olarak gören Hegel, yabancılaşma pahasına Tin'in önce doğa olarak nesnelleştiğini, buradan özlediği özgürlüğe kavuşmak için veya yabancılaşmadan kurtulmak için tinsel değerler dünyasına ya da kültür alanına geçtiğini ve bu aşamada çeşitli biçimler kazandığını belirtmektedir. Sürekli bir ilerleme ve gelişme içerisinde olan Tin, önce bireyle, öznel tin olan insanla kendisini gösterir. Tek bir insanda henüz eksik olan Tin burada kalmaz ve daha bir ileriye giderek nesnel tın olan toplum, devlet ve tarih olarak kendini açığa vurur. Son olarak sanat, din ve felsefe Tin'in mutlak gelişim evresi olarak ortaya çıkar3.

Devleti, Tin'in kendisini evrensel varoluşa taşıyacak organize bir görünümü olarak tanımlayan Hegel, devletleri de, halkları da Tin'in bir bütüne doğru ilerleyen kendini açma sürecinin birer aracı, bir bütünün birer parçaları olarak görmektedir. Bu açıdan bakıldığında o, Hristiyan-Cermen devletini (Prusya) Tin'in kendisini açmasının son evresi olarak görmektedir. Hegel'e göre Tin'in kendini açma sürecinin ilerlemesiyle Hristiyan-Cermen devletinin gücü ve bu devletin hukuku altında yaşayan bireylerin sayısı da artacak, sonuçta aynı anda hem insanın özgürleşmesi, hem de Hristiyan-Cermen devletinin mutlak egemenliği sağlanmış olacaktır. Böylece "Tanrısal Akıl", tarih ve kültür içerisindeki özgürleşmesini tamamlayarak, ilk haline dönecek ve tarihin sonuna gelinmiş olacaktır4.

Anlaşılacağı üzere Hegel'in felsefi sisteminde, kendisinin de egemenliği altında yaşadığı Prusya devleti, Tin'in kendini açmasının son evresi, yani en mükemmel hali olarak ortaya çıkmakta ve insanın özgürleşmesi de Prusya devletinin genişlemesi ve Onun hakimiyeti altına girmekle gerçekleşmektedir. O halde başka ülkeleri ve bu ülkeler üzerinde yaşayan insanları sömürmek tabii ve makul bir durum olarak açığa çıkmaktadır. Zira farklı coğrafyalarda yaşayan insanların "özgürleşme"sinin bir bedeli olsa gerektir ve bu da ancak Hristiyan-Cermen devletinin mutlak hakimiyetine girmekle ödenebilir.

Aydınlanma düşüncesinden devraldığı ırkçı önyargılara sisteminde yer veren ve bu sistemden yola çıkarak bunu meşrulaştıran Hegel, sömürgeciliği, erken kapitalizmin ekonomik dinamiğiyle açıklamaktadır. Onun Hukuk Felsefesinin Ana Hatları kitabındaki "burjuva toplumu" analizine göre, bu toplumda genel büyümeye karşın, örneğin zengin ve fakir arasında kesin çelişkiler gelişiyor. Bu tür çelişkileri aşabilmek için, Avrupa ulusları, sınırlarının ötesinde denize açılıyorlar. Denizaşırı bölgeler sayesinde deniz yolculuğu ve ticaret canlanıyor. Hegel'e göre, sömürgeler de deniz gibi, bu büyümenin yayılma alanıdır. Orada, kendi bölgelerindeki hakları çiğnenecek ve ellerinden alınacak olan insanların yaşıyor oluşu, Hegel'in aklına gelmiyor. Önemli hammadde kaynaklan ve yeni pazarlar bulunan ülkeler söz konusu. Sömürgeleştirilen bölgeler, ancak işgalciler orada sürekli olarak yerleştikleri ve yabancı topraklarda bir parça Avrupa gerçekleştirdikleri zaman bir önem kazanıyorlar. Bunun Hegel'deki en iyi örneği halihazırdaki Kuzey Amerika'dır5.

Kendi felsefî sistemine dayalı olarak ne Asya'nın ne de Afrika'nın dünya tarihinde rol oynayabileceği görüşünü benimseyen Hegel, Kant'ta olduğu gibi köleliği haklı çıkarma yoluna gitmektedir. Hegel'e göre çok yaygın olduğu söylenen ve daha ayrıntılı olarak yanıtlanmayan "İnsan eti yeme" adeti, Afrika'daki "insanın değersizliğini" ve "bütünüyle aşağılanmasını" açıklamaktadır. Böylelikle, "köleliğin Afrika'da temel hukuk ilişkisi oluşu açıklanmaktadır". Bu bağlamda kölelik "kendinde ve kendi başına haksızlık" olduğu halde, Avrupalıların köle ticaretine büyük ölçüde katılmaları haklı görünüyor. Bu tabirdir de, zira Hegel, son kertede Avrupalılar tarafından köleleştirilen ve mal olarak satılan insanları gerçek özgür insani" varlıklar olarak görmemektedir6.

Avrupa merkezci düşüncenin ve sömürgeci "mantık"ın mazisine ilişkin daha pek çok çarpıcı örnekler verilebilir7. Fakat şurası bir gerçektir ki, Batı'nın güttüğü felsefe ve politikalar sayesinde XIX. yüzyıla gelindiğinde "beyaz" ırkın üstünlüğüne kesinlikle inanılır olmuştur. Artık dünyayı uygarlaştırmak "beyaz adamın yükü", dünya imparatorluğu da ödülü olacaktır. Hiç kuşku yok ki emperyalizm çağı, Batılılaşmanın beyaz biçimi olmuştur8.

Beyaz adamın "yükünü yüklenmesiyle" birlikte, 1800'de Avrupa teorik olarak yerkürenin % 55'ini denetleyen ve yüzölçümünün %35'ini etkin bir biçimde kullanan bir duruma geldi. Bu durum ileri ki yıllarda sürekli gelişen bir olgu olarak devam edecek ve beyaz adam bir yandan eğitilmeye mahkum insanlara geniş bir "eğitim" ve "adam olma" imkanı verirken, bunun bedeli olarak da sürekli arttırdığı ve genişlettiği topraklarının zenginliklerine sahip çıkacaktı. Aşağıda ve yan sayfada verilen tablolarda bu yayılmacılığının gelişim seyri izlenebilir ve sömürgecilerin sahip olduğu coğrafya ve hakimiyeti altında tuttuğu nüfus açık olarak görülebilir9.

Batı'nın içerde ve dışarıda yaşadığı siyasal, sosyal, ekonomik vb. çelişkiler ile iki dünya savaşının bıraktığı sonuçlar, eski tip "kaba sömürgecilik"in devamını imkansız hale getirir. Bununla birlikte beyaz adam ipleri kesinlikle bırakmak niyetinde değildir. Yaptığı iş sadece sahne gerisine çekilmek olur. Artık Batı'nın zaferi, daha aldatıcı olan ve fakat daha az sorgulanabilir simgesel güçlere dayalıdır. Bu egemenlikte yeni aracılar bilim, teknik, ekonomi, ve bunların üstüne kurulu olduğu düşsellik, yani gelişme değerleridir. Bilim, teknik ve refaha kavuşma arzusu bir imana dönüşür ve bütün bunlara sahip olan Batı, kendiliğinden, Batı dışı toplumlar tarafından "bilge-efendi" olarak algılanmaya başlanır. Zaten bu "yüce olan"a erişme arzusu "gönüllü köleliksin de ana unsurunu oluşturur. Bütün bunlar "kültürel istila"yla birleşince Batılılaşma ve globalleşme düşüncesi, yani sömürülme temayülü temel bir kimlik halini alır.

Kültürel istila, (ekonomik ve siyasal gibi diğer tür) sömürgeleşmeye istidadın ideolojik çerçevesini belirlemek yanında modernitenin bir hayat tarzı olarak içselleştirilmesinin ve pratikte yaşanmasının da en önemli amili sayılabilir. Bu bakımdan Batı, kültürel istilayı gerçekleştirmek için bütün yolları dener ve bu amaçla hiçbir maddi yatırımdan kaçınmaz. Tek yönlü kültürel hamleler, Merkez ülkelerinden (sanayileşmiş ileri ülkeler) yola çıkar ve bütün gezegeni kuşatır. Görüntüler, sözcükler, ahlaki değerler, tüzel biçimler, siyasal yasalar, yeterlilik ölçütleri vb. hususlar kitle iletişim araçlarıyla (gazeteler, dergiler, radyolar, televizyonlar, filmler, kitaplar, plaklar, videolar) bunları yaratan birimlerden dünyanın diğer bölgelerine doğru akar. Dünya "göstergeler" üretiminin önemli bölümü Kuzey'de yoğunlaşır ya da onun normlarına ve tarzlarına göre onun denetlediği yerlerde üretilir. Haber pazarı ise hemen hemen dört ajansın (Associated Presse ve United Presse (ABD), Reuter (İngiltere), France-Presse) tekelindedir. Dünyanın bütün radyoları, bütün televizyon kanalları, bütün gazeteler bu ajanslara abonedir. Dünya "haberleri"nin % 65'i ABD kaynaklıdır. Televizyon yayınlarının % 30-% 70'i Orta Avrupa'dan alınmaktadır. Bir örnek vermek gerekirse, Fransa, Afrika radyolarının ve televizyonlarının haber "hizmet"ini uydular aracılığıyla bedelsiz alarak karşılamakta, her gün dünyadan ve Afrika'dan on dakikalık aktüalite programları ve belgeseller vermektedir. Ayrıca bu kıtaya yılda 5200 saatlik bedelsiz program göndermektedir. Nihayet bu ülke Fransız filmleri dağıtmakta ve Fransızca konuşulan Afrika ülkelerinde sinema üretiminin % 80'inin sübvansiyonunu üstlenmektedir10.

Kuşkusuz Batı ve dünya egemenleri bütün bu hizmetleri "bedelsiz" yerine getirirken, aslında tıp ki klasik sömürgecilik döneminde olduğu gibi, dünyanın elinde kalan zenginlikleri de gasp etmeye devam etmektedir. Ve bu durum kültürel ve ideolojik istila ile birlikte oldukça gizli ve tartışılamaz hale getirilmiştir. Bir yandan halkların kollarından şişelere kan doldurulurken diğer yandan başlan öte tarafa çevrilip meyve suyu içirilmektedir. Bu talan Zbigniew Brezinski'nin dediği gibi, "tarihin arenasında doymak bilmez tüketici ile, açlıktan gözleri dönmüş izleyiciyi birbirine girdirebilir".

Klasik sömürgeciliğin, adı ne olursa olsun yeni bir tarzda devam ettiğinin ve Batı dışı halkların bu yeni dönemde de sömürülmeye elverişli hale getirildiğinin oldukça önemli bir göstergesi, ileri kapitalist ülkelerin ürettiği sanayi ürünlerini nerelere ve ne miktarda pazarladıklarında açığa çıkmaktadır. Bir avuç sanayileşmiş ülke eski sömürgelerini büyük bir pazar olarak kullanmaya ve onları sürekli kendilerine bağımlı kılmaya devam etmektedir. 1980ıde az gelişmiş ülkeler, sanayileşmiş ülkelerin sanayi ürünlerinin % 40'ıni ithal eder duruma gelmişlerdir. 1970'li yılların sonlarında İngiltere'nin inşaat malzemelerinden % 42'si, yeni uçakların % 33'ü ve tekstil makinalarının % 32'si az gelişmiş ülkelere yönelmişti. Öte yandan ABD'de 1970-1980 aralığında yaratılan istihdamın % 80'inin az gelişmiş ülkelere dönük ihracat sayesinde gerçekleştirildiği kaydedilmektedir11.

Emperyalist ülkelere karşı girişilen "bağımsızlık" hareketlerinin sömürgeci pazarı daraltmadığı, aksine genişlettiği noktasında, pek çok örnek sıralanabilir. Sadece somut ve müstakil bir örnek bile bu görüşü doğrulamaya yeterlidir. Mesela Cezayir Kurtuluş Hareketi, Afrika ve Asya'nın öteki ülkelerine göre radikal bir kurtuluş hareketiydi. Kurtuluş savaşı sekiz yıl sürmüş ve yaklaşık bir milyon insan hayatını kaybetmişti. Bağımsızlık, büyük ve zorlu bir savaşın sonucunda kazanılmış olmasına rağmen, bağımsızlığı izleyen yıllarda Cezayir, hiçbir zaman Fransa'nın kaybettiği bir pazar olmadı. Nitekim Cezayir halkının bir milyona yakınını katletmesine rağmen Fransa'nın bu ülkeye yaptığı ihracat yıllar içerisinde artmaya devam etmiştir. Sadece 1972-1974 yılları arasında Fransa'nın Cezayir'e yaptığı ihracat 2.5 kat artarak 1972'de 2.38 milyon franktan, 1974'te 6.2 milyar franga yükselmiştir12.

Yeni tip sömürgecilikle birlikte gelişen bu perdeli ve aldatıcı süreç, küreselleşme-eşitsizlik kokteylini artık patlayıcı bir kokteyl haline getirmiştir. Tablo aşikardır. 1960 yılında, zengin ülkeler yoksul ülkelerden 30 kat daha zengin iken 1990'a gelindiğinde aralarındaki uçurum öylesine açılmıştır ki, zengin ülkeler yoksul ülkelerden tam 150 kat daha zengin hale gelmiştir13. Yine Dünya Bankası raporlarına göre, yoksul ve çok yoksul ülkeler tarafından kontrol edilen servetlerin yüzdesi, 1980'den 1988'e % 23'ten % 18'e düşmüştür. Dünya Bankası'nın 1990 raporuna göre, "gelişme yolundaki ülkeler"in 1989'da sanayileşmiş ülkelere aktardıkları zenginlikler yeni bir rekor kırmıştır. Borçların geri ödemesi, anaparayı 42. 9 milyar dolar aşmıştır. Bu ise, 1988 yılına kıyasla, 3 milyar dolarlık bir artış demektir. Bu on yıl süresince zengin ülkelerin anaparaya katkıları ise en alt seviyesine düşmüştür14.

Globalizasyon süreci ile birlikte üçüncü dünya halklarının ekonomik olarak daha kötü bir konuma geldiği bugün açık bir hal almış bulunmaktadır. Bunun aksini belirten iddialar ise tamamen aldatıcıdır. Nitekim 1996'da PNUD (Birleşmiş Milletler Gelişme Programı) Başkanı James Gustave Speth, "Le Monde" gazetesine verdiği bir demeçte şunları söylemektedir: "Savaşılması gereken bir efsane vardır, o da, dünya ekonomisinin küreselleşmesi sayesinde, on beş kadar ejderhanın güdümü altında gittikçe daha iyiye gidecek olan gelişme halindeki bir dünya efsanesidir. Gerçekte yüzden fazla ülkede, kişi başına düşen milli gelir, bugün onbeş yıl öncesinden daha düşüktür. Açıkçası yaklaşık 1.6 milyar insan, 8O'li yılların başındakinden daha kötü bir hayat sürmektedir"15. Tabii durum sadece bundan ibaret değildir. Globalizasyon süreci sonucunda bugün 350 kişi, dünyadaki 2.5 milyar insanınkine denk bir gelire sahip bulunmaktadır. 1993'te dünyamızın tabii kaynaklarının 5'te 4'ü, dünya sakinlerinin 5'te 1'i tarafından kontrol edilmekte ve tüketilmektedir. Ve eşitsizlik durmadan artmaktadır: Birleşmiş Milletler Gelişme Programı'na göre son otuz yılda Kuzey'in varlıklı ülkeleri ile Güney'in soyulmuş ülkeleri arasındaki uçurum iki katına çıkmıştır. Afrika'nın dünya gayri safi milli hasılasındaki payı % 1.9'dan % 1.2'ye düşmüştür16.

Kuşkusuz dünya emperyalizmi bu sömürü düzenini, aslında üçüncü dünya ülkelerinde oluşturdukları siyasal ve sosyal hiyerarşi ile kendilerine bağlı işbirlikçi "yerli" kadrolar sayesinde sürdürebilmektedir. Onlar kendilerine ideolojik ve kültürel olarak bağladıkları bu yerlilere tabii ki hizmetlerinin karşılığını da vermeyi ihmal etmemektedirler. Elde ettikleri sömürü payından yerli işbirlikçilere de belirli bir pay bırakan dünya egemenleri, böylece talan paylarını hem arttırabilmekte hem de sürekli hale getirebilmektedirler. Bugün sanayileşmemiş ya da yarı sanayileşmiş ülkelerdeki gelir dağılımı dikkatle incelendiğinde bu ülkelerde yaşayan İnsanlar arasındaki gelir adaletsizliği, "düzen"i muhafaza etmek için küçük bir azınlığa nasıl peşkeş çekildiğini ortaya koymaktadır. Bu adaletsizlik adeta sanayileşmiş ülkelerle sanayileşmemiş ülkeler arasındaki adaletsizliği yansıtmaktadır.

Aşağıdaki tablo17, bazı yarı sanayileşmiş ülkelerdeki gelir dağılımını gösteriyor. Rakamlar ve oranlar, az gelişmiş ülkelerde gelir bölüşümünün ne kadar adaletsiz olduğunu açıkça ortaya sermektedir. Brezilya'da hane halklarının en yoksul % 2O'si toplam gelirin % 2'sine el koymaktadır. Hane halklarının süper zengin % 10'u ise, toplam gelirin % 50.6'sına sahiptir. Gelir dağılımı adaletsizliği bakımından Türkiye baştan üçüncü sırada yer almaktadır. Türkiye'de hanelerin en yoksul % 2O'si toplam gelirin % 3.4'ünü alıyor; en zengin % 20, toplam gelirin % 56.5'ine, süper zengin % 10'u da toplam gelirin % 40.7'sine el koyuyor.

Gerek uluslararası gerekse ona bağlı olarak icraatta bulunan yerli sömürü ağını parçalamanın yegane yolu öncelikle iman ve amelde gerçekleşecek bir ıslah ve inkılaptan geçmektedir. Malik b. Nebi, sömürgeciliğin aşılabilmesini sömürgeciliğe müsait olma durumunu aşmaya bağlamaktaydı. Aristoteles yaklaşık iki bin yıl öncesinden bir etkenin etki oluşturabilmesi için o etkiyi alabilecek bir potansiyeli, yani etkilenme potansiyelini öngörmekteydi. O halde bugün bir sömürüden ve bu sömürüyle orantılı olarak ekonomik ve ideolojik bir köleleştirmeden söz ediliyorsa bunu aşmanın yolu öncelikle halkların kendilerini değiştirmeleri ve köleliğe müsait olma durumundan kurtulmalarını zorunlu kılmaktadır. Bugün toplumlar hala köleleşme potansiyellerini besleme konumundadırlar. Böyle bir negatif potansiyel, değişme ve başkaldırma potansiyeliyle yer değiştirmedikçe ve bu potansiyel bilfiil hale getirilmedikçe globalizasyon ve yeni dünya düzeni gibi emperyalist projelerin uygulamada kalması mukadder görünmektedir.

Ciddi anlamda köklü bir dönüşümün ve silkinişin gerçekleşmesi evvel emirde Batılı paradigmanın kuşatmasından kurtulmayı gerekli kılmaktadır. Batılı değerler manzumesi eğitim kurumları ve medya gibi beyin yıkama mekanizmaları tarafından sürekli olarak öncelikli ve temel değerler halinde dünya halklarının zihinlerine sürekli olarak pompalanmaktadır. Bu değerlerin özünde Aydınlanma düşüncesi ve ideolojisi yatmaktadır. Marksist, postmodern ve diğer seküler muhalefet esas itibariyle Batı merkezli olduklarından gerçek bir muhalefet oluşturamazlar. Nitekim şu anda Marksist muhalefet gerek Batı'da gerekse Batı dışı toplumlarda tamamen dünya-sisteme entegre edilmiş ve H. Marcuse'un dediği gibi "evcilleştirilmiş"tir. Postmodern muhalefet türleri ise gerçek bir muhalefet olmak ve bir alternatif üretmek bir yana esas itibariyle tepkiselliği ve çözümsüzlüğü ifade etmektedir. O halde kendisiyle Batılı ya da modern paradigmanın dışında düşünülebilecek, tamamen sahih bir dünya görüşü oluşturulabilecek farklı bir paradigmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Bu da ancak vahye dayalı bir kalkışla temin edilebilir.

Bugün Sovyetler Bloku'nun çökmesinin ardından İslâmi muhalefetin ve uyanışın tüm dünyada birincil tehlike olarak listenin ilk sırasına konması egemenlerin İslamî direniş ve diriliş potansiyelini çok iyi bir biçimde tanımış olmalarından ileri gelmektedir. Huntington'un medeniyetler çatışması projesinde İslam'ı Batı karşısındaki çatışmanın öteki ve öncelikli kefesine koyması tesadüfi değildir. Aynı şekilde NATO'nun varoluş sebebini kızıl tehlikeden yeşil tehlikeye kaydırması da oldukça manidardır. Gerçek manada İslami muhalefetin oluşmasını engelleme ve böyle bir potansiyeli yok etme çabası emperyalizmin baş hedefi konumundadır. Bunu gerçekleştirmek için egemenler yerli işbirlikçiler başta olmak üzere her türlü aracı ve yolu kullanma konumundadırlar.

O halde öncelikli olarak İslâmi muhalefet, egemenlerin dayatması ötesinde zihinsel bir netliğe kavuşmalı, düşüncesini ve pratiğini belirleyen vahiy dışı unsurlardan arınmaya çalışmalıdır. Ayrıca neye ve kime muhalif olduğunu da iyi tesbit etmek durumundadır. Statükoculuk, bireycilik, pragmatizm, tüketimcilik ve dünyevîleşme gibi kendisini bekleyen acil tehlikelerden kesinlikle uzaklaşarak ve mücadele ettiği egemen yapının oldukça örgütlü bir yapı olduğunu unutmaksızın köleliğe karşı savaşımını örgütlü hale getirmelidir.

Dipnotlar

1- J. Meunıer ve A. M. Savarin, Massacre en Amazonie (Paris 1970), s. 65; nakleden: Serge Latouche, Dünyanın Batılılaşması (İstanbul 1993), çev. Temel Keşoğlu, s. 70.

2- Heinz Kimmerle, "Kültürlerin Çoklu-Evreni (Multiversum):Çağdaş Avrupalı-Batılı Felsefenin Başka Kültürlerin Felsefelerine Yaklaşımları", Dünya Kültürü (İstanbul 1996), yayıma haz.: Vedat Çorlu, çev. Mustafa Tüzel, c. I, s. 25-26.

3- Geniş bilgi için bk. Alfred Weber, Felsefe Tarihi (İstanbul 1991), çev. H. Vehbi Eralp, s. 344-370.

4- Deniz Gürsel, "Nostalji Değil Yenilenme: Batı'nın Büyük Çatlağı", Tezkire (Ankara 1996), IX-X, s. 29. Ayrıca bk. Tülin Bumin, Hegel (İstanbul 1987), s. 136,148 vd.

5- Heinz Kimmerle, a. g. m., s. 26.

6- Heinz Kimmerle, a. g. m., s. 27-28.

7- Batı öylesine bir emperyalist "kendi" ve "öteki" ayırımına sahiptir ki, "ilkel" ya da "barbar" halklara "medeniyeti götürürken her hangi bir muhalefet ya da baş kaldırma durumunda her tür şiddeti meşru addetmektedir. Çünkü "onlar" (ötekiler) en iyi güç ye şiddetten anlamaktadırlar. "Onlar" "kendileri" gibi değildir ve bu yüzden de güdülmeyi hak etmektedirler. Geniş bilgi için bk. Edward Said, Culture and Imperialism (Great Britain 1993), Giriş, XI vd.

8- Serge Latouche, Dünyanın Batılılaşması (İstanbul 1993), çev. Temel Keşoğlu, s. 41.

9- Verilen istatistikler, Serge Latouche'in adı geçen eserine dayanmaktadır (s. 23-24).

10- Serge Latouche, a. g. e., s. 34.

11- Fikret Başkaya, Azgelişmişliğin Sürekliliği (Ankara 1995), s. 153.

12- Fikret Başkaya, a. g. e, s. 88.

13- Pascal Boniface, Güçsüzlük isteği: Uluslararası ve Stratejik Tutkuların Sonu mu? (İstanbul 1997), çev. Alp Tümertekin, s. 184.

14- Roger Garaudy, Çöküşün öncüsü ABD (İstanbul 1997), çev. Cemal Aydın, s. 93.

15- Roger Garaudy, a. g. e., s. 95.

16- Roger Garaudy, a. g. e., s. 128,154.

17- Turkish Ekonomy 1981 (TUSİAD), s 14. Nakleden: Fikret Başkaya, a. g. e., s. 118-119.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR