1. YAZARLAR

  2. Ali Bulaç

  3. Türkiye Okuma Fakiri -2

Türkiye Okuma Fakiri -2

Temmuz 2002A+A-

Batılılaşmayla bir kırılma yaşanıyor. Günümüzde en nihai anlamıyla Türkiye Cumhuriyeti okur yazarlık oranını artırmaya çalışıyor. Buna rağmen, Türkiye toplumu çok okumayan bir toplum. Türkiye'de okumayı negatif etkileyen faktörler nelerdir? Bu bağlamda da MEB'de bireylere verilen okuma alışkanlığı nasıl değerlendirilebilir? Bu alanda yetersizlik ideolojik bir kültürsüzleşme politikası ile alakalandırılabilir mi?

Günümüze geldiğimizde, harf devriminin okur-yazarlık oranının düşmesinde önemli bir payı var. Bir bakıma toplumun hafızasının sıfırlanması söz konusu. İnsanlar bir sabah uyandı ve kendilerinden önce, yüzyıllarca üretilmiş, yazılmış her şeyi okuyamaz hale geldiler. Toplum sıfırdan başladığı için kültürün devamında da büyük bir kesinti meydana geldi. Yeni harflerle okuma yazma öğrenenler, onlar da çok sınırlı sayıdalar. Örneğin Darulfünun dergisinde İzmirli İsmail Hakkı'nın yayınladığı bir tefrika var; ona bakarsanız durumu anlarsınız. İzmirli İslam harfleriyle yazıyor fakat diğer bir sayıda latin harfleriyle çıkıyor ve yaptığı hatalar koskoca bir profesörün bugün bir ilkokul öğrencisinin yaptığı hatalara benziyor. Zaten bu başlı başına bir sebeptir okuma yazma oranının düşmesinde. İkinci önemli sebep elbette ekonomiktir. Kitap çok pahalı, birkaç sene önceki istatistiklere baktığımızda kitap 163. sırada ihtiyaç maddesi. İnsanlar kazandıkları parayla önce ekmek, yağ, şeker, zeytin vs. şeyler alacaklar; 163. olarak kitaba sıra gelecek. Ama yine de ekonomik sebep etkileyendir, belirleyen değil. Asgari ücretle çalışan bir insan ayda bir kitap alabilir mi? Önce bu insanın kitabın içinde bulunduğu" insanlık dışı durum"dan kurtuluşun bir aracı olduğuna inanması lazım. İstanbul'da 6 milyon insanın aylık geliri 350 milyonun altında. 4 kişilik bir ailenin 200-300 milyon liralık gelire sahip olduğunu düşünün. Zaten tabii ihtiyaçlarını karşılamakta zorluk çekiyor. İlave olarak kitaba kaynak ayırması güç. Üçüncüsü, medyanın etkisinden söz edebiliriz. Görsel medya okuma oranını büyük ölçüde düşürüyor. Zaman ve ekonomik maliyeti yok. İnsan oturduğu yerden televizyonu seyrediyor. Eline bir kitabı alıp okumak başka bir şey. Okuyan için emektir. Televizyonu açıp bir tartışma programını, şunu, bunu seyretmek başkadır. Bilgilendiğini zannediyor. Neden? Çünkü yapılan araştırmalar şunu gösteriyor ki, televizyon izleyicisinin zeka yaşı ortalaması 12'dir. Televizyonda yapılmış bir programın hedef kitleye ulaşabilmesi için 12 yaş seviyesinde bir dilin kullanılması lazım. Öyle konular var ki siz bunları 12 yaş zeka diline indirgeyemezsiniz. Medyanın bir dil ve araç olarak kullanımı kültürü popüler hale getiriyor ve bir bakıma kültürü  değersizleştiriyor. Bugün modern dünyada kültür çok istenen, aranan ve sahip olunmak istenen şeydir; ama aynı zamanda değersiz şeydir. Kültür dediğiniz şey tüketim, televole, magazin, spor, şarkıcıların hayatı vs. Asıl kültürü inşa edici olan unsurlar ve bunların meydana getirdiği yüksek kültür ortadan kalkıyor, toplum kültürsüzleşiyor. Bence Şeriati'nin dediği gibi, gelir düzeyi yüksek olan insanlarda zihin müstaz'af hale geliyor. 12 yaş düzeyindeki şeyleri almaya alışmış olan beyin daha yüksek düzeydeki şeyleri algılayamaz hale geliyor. Bu gelecekte sürüye ait olan şeyin her şey olduğu anlamına gelmesi demektir. Toplum kitle haline geldi, kitleler sürü gibi determine edilmektedir. Milyonlarca ve milyarlarca insanın merkezden denetlendiği, kumanda edildiği, yönlendirildiği bir kitle toplum. Küresel toplum böyle bir toplum olacak muhtemelen.Bu süreçte ruhi ve zihni farkını koruyan, elitist değil ama değerli şeyleri korumasını bilenler sürüyü, kitle toplumunu yönlendirme avantajlarına sahip olacaklardır. Şimdiki durumda medya, kitle kültürü ve eğitim gibi kurumlarla insanın elinden değerli olan her şey alınmak istenmektedir. Mesela anne-babaya çocuğu dahi bırakılmıyor. Eğitim kurumları, okul çocuğu alıyor, kendine özgü bir eğitim sürecinden geçiriyor. Modern dünyada ebeveynin, kendi çocuğu üzerindeki hakları bile tartışmalı hale gelmiş bulunmaktadır.

Türkiye'de okuma yazma oranı  yüzde 85; yüksek. Eski Sovyet toplumlarıyla mukayese ettiğimizde daha geri mesela. Ortadoğu'yla mukayese ettiğimizde veya Asya'nın bazı bölgeleriyle mukayese ettiğimizde biraz daha iyi sayılır. Ancak Batı'daki okuma oranıyla mukayese ettiğimizde de çok geri. Fakat bence bu da sağlıklı bir mukayese değil. Mukayesede temel alınmış unsur nicel şeylerdir. Hani denir ya "Japonya'da, Fransa'da, Amerika'da, Batı'ya gittiğiniz zaman trende, metroda her yerde insanların okuduğunu görürsünüz". Doğrudur. Ben de şahidim, sahiden herkesin bir kitap vardır ve okur. Burada da kimsenin elinde bir kitap bile yok. Ancak bu insanların çok nitelikli şeyler okuduğu anlamına gelmiyor. Çok sıradan, insanın zihnine hiçbir şey katmayan, tam aksine onun zihnini determine eden, daha kolay yönlendirilebilir hale getiren şeylerdir okudukları. Çoğu aptalca şeyler, beyaz diziler, bestseller kitaplar. Bilimsel, entelektüel kitaplar da basılıyor bol miktarda. Ancak bu piyasayı mümkün kılan şartlara yakından bakmakta fayda var: Birincisi, fikir hayatı üzerine bir baskı yoktur. İnsanlar özgürce yazabildiklerini yazıyorlar. Ne kadar eleştirsek de başkanını, yönetimini, bizdeki gibi şu şu madde diye yasak koymuyor. Zaten dinamizmini de ordan alıyor ve bir adam Amerikan devletine küfrdiyorsa hemen onu alıyor, ayda şu kadar bin dolar veriyor, şu kürsüde bana küfretmeye devam et diyor. Onun küfretmesinden yarar sağlıyor. Hem onu sistemin içine katıyor, hem de ne dediğini alıp analiz ediyor, onlara çözüm getiriyor. İkincisi; İngilizce kitap basıyor. Dünyanın en yaygın dili İngilizce. Okuyucu alanı çok geniş. Milyonlarca okuyucusu var dünyanın her tarafında. Yalnızca Hindistan ve Pakistan'ı alsanız, bu topraklarda 1.5 milyar İngilizce okur var, alıcı var, müşteri var. Bu tür kitaplar dünyanın birçok kütüphanesi tarafından zaten alınıyor. Her üniversitenin bir kütüphanesi var. Bundan dolayı orda kitaplar çok basıyor. Fakat kaç kişi okuyor, ne kadarını anlıyor, ne kadarından bir üretim çıkarıyor, bu ayrı bir konu. Bizde mesela iyi bir kitap 3 bin basıyorsa bu 3 bin insandan 500 kişi okuyor, 500 kişiden de 50 kişi gerekli olanı, anlıyorsa bence bu kazançtır. Burada nitelik çok önemli, nicelik önemli değil. Elbette daha çok okunmasında fayda var. Fakat burada insanlar neden doğru düzgün okuyamıyor? Zaten düşünce hayatı üzerinde düzenli bir baskı var. Her zaman kendi kendimizi sansür ediyoruz. Ben bu cümleyi yazdım ama ya 312'den ya 159'dan dava açılırsa, diye kendime soruyorum. Ben Pazartesi günü beraat ettim, git gel mahkemeye hem de bir cümle söylüyorum, ağır cezada yargılanıyorum. Benden önce yargılananlar listesine bakıyorum. Kasten adam öldürme, gasp, cinayet, yaralama, hırsızlık ve 159'dan, devlete hakaretten dava açılıyor. Düşünebiliyor musunuz? Böyle bir şey olabilir mi dünyada? Benden önce iki adam cinayet davasından 36'şar yıl hüküm giydiler. Ben onlardan sonra giriyorum, aynı mahkeme beni yargılıyor. Bu düşünce hayatını gerçekten etkiler. 60-70 milyon insan. Bunun ne kadarı okur? İnsanların ekonomik sıkıntıları var. İnsanların kitaba para ayırabilmesi için önce 162 tane şey almaları gerekiyor. Sonra para artarsa kitap alacaklardır.

Kültürsüzleştirme politikası sistemin kasıtlı olarak yaptığı, insanların siyasal alandan sıyrılmasını amaçlayan bir şey midir?

Eğitim politikaları çok önemlidir. Fransız ihtilali devletle kilise arasındaki kapışmanın sonuçlarından bir tanesi. Modern devletin dinden ve kiliseden elde ettiği, kopardığı en önemli alan eğitimdir. Parasız ve mecburi eğitim. Eğitimin parasız, zorunlu ve laik olması Fransız ihtilalinin formülüdür. Modern devlet eğitim konusunda çok kıskançtır. Çünkü kendine uygun tek tip insan yetiştirmek ister. Eğitimden amaç tek tip bir ulus inşa etmektir. Bunun en önemli aracı da eğitimdir. Dolayısıyla eğitim üzerinden üç şey gerçekleşiyor:

1- Seküler bir dünya algılayışı

2- Mesleki bir formasyon

3- Zihni ehlileştirilmiş itaat eden insan

İnsan eğitilemez. Bu insana bir hakarettir. Kimler eğitilir? Hayvanlar eğitilir. Dinler eğitmez, öğretir. Öğretim getirir. Peygamber bir muallimdir. Öğretmek, tebliğ etmektir. Bir mesaj bir bilgiyi birinden diğerine aktarmaktır. Onu kabullenmek, bireye ait bir şeydir. Eğitimse onu bir işlemden geçirmektir. Onu dönüştürmektir ve bu, modern zamanlarda ortaya çıkmıştır. Küçük yaştan itibaren alıyorsun çocuğu, kendi iradesi, ebeveyninin iradesi dışında, ona rağmen alıyorsun ve bir eğitim sürecinden geçiriyorsun. Modern dünyada ebeveyn, kendi çocuğu üzerinde velayet hakkına sahip değil. Mesela ben çocuğuma bugün okullarda okutulan müfredatın öğretilmesini istemiyorum. Fakat benim müfredata müdahale hakkım yok. Hatta çocuğumu okula vermeme hakkım bile yok. Bu konu temel haklar çerçevesinde ele alındığında şu soruyu gündeme getiriyor: Çocuğun velisi kimdir? Anne babası mı, devlet mi? Modern anlayış bu hakkı önce devlete veriyor. Çocuk anne babasına ait olmaktan önce devlete aittir. Ve bu çok dehşet verici bir düşüncedir. Bütün dinler bana veriyor bu hakkı, sorumluluk da bana aittir.

İnsan yetiştirme politikasına baktığınızda TC'yi nasıl değerlendiriyorsunuz?

TC kurulduğunda kendine batı modernleşmesini referans aldı. Model olarak da Fransa'yı aldı. Bu Batı modernleşmesine baktığımızda modernlik öncesi dönemde, devlet monarşilerden, krallardan ibarettir. 14. Lui "devlet benim" diyor. Osmanlı'da da siyaset katldir. Siyasi alan hanedana ait kabul edilmiştir. Fakat modern şehirde, modern devlet ortaya çıkınca bu konuda iki mücadele verdi. 1. Monarşiye karşı demokrasiyi ortaya çıkardı. 2. Teokrasiye karşı, kiliseye karşı da laikliği ortaya çıkardı. Modern devletin en çetin verdiği mücadele kiliseyle olan çatışmadır. Bu çatışmanın da özünde eğitim vardır. Kim eğitecek? Kilise mi, devlet mi? Parasız, laik, zorunlu eğitim Fransız ihtilalinden sonra modern devletin kiliseye karşı geliştirdiği, kazandığı haklardır. Parasız, laik, zorunlu eğitim bu hakkı kilisenin elinden aldı. Fakat bütünüyle de alamadı. Bir kısım okullarda kilisenin elinde kaldı ve halen de devam ediyor. Mesela Fransa'da Katolikliğe ait çok sayıda okul vardır. Şimdi, Türkiye cumhuriyet kurulduğu zaman iki problemle karşılaştı.1- Bir ulus meydana getirecek, millet inşa edecek. Milleti yok Osmanlı'nın, milletler var. Biri İslam ümmeti. İslam ümmeti bir İslam milletidir aynı zamanda. Bunun dışında da Hıristiyan milleti vardır. Hıristiyanların kendi içlerinde milliyetleri vardır, protestan, ortadoks. Ortadokslar kendi içlerinde iki millete ayrılıyorlar. Rum ortadoksları, Ermeni ortadoksları. Yahudiler vardır. Katolikler vardır. Cemaatler vardır, tasavvuf tarikatleri vardır. Geniş aşiretler, kabileler vardır. Büyük aileler vardır. Bütün sorun bunların dağıtılıp, homojen, yekpare bir ulus devlet meydana getirmek. Bu da toplumla mümkündür. Toplumda çoğulculuk olmaz. Toplumda cemaat olmaz. Aşiret olmaz, kabile olmaz. Bir eritici kazandır toplum. Ne yapacaksın? İşte oradaki insanı eğiteceksin. Eğitim oradan geliyor. Yeni bir insan, ulusun bir parçası, topluma ait bir insan. Bu hem Batı modernleşmesinde böyle olmuştur, hem Türk modernleşmesinde. Dolayısıyla burada eğitim en önemli araçtır.

2- İnsana mesleki bir formasyon kazandırmak.

3- İtaat eden bir yurttaş meydana getirmek.

Türkiye'de eğitimin 3 amacı vardır. Geleneksel olandan, dini olandan çıkıp modern bir ulusa dönmenin aracıdır, mesleki bir formasyon kazandırma, itaat eden yurttaş etme aracıdır.  İki bakanlık vardır milli olan. Milli Savunmak Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı. Bu iki faaliyet sahası eş değerde tutulmuştur. 1924'te saltanatın ilga edilmesi, Şeriye ve Evkaf vekaleti yerine Diyanet Başkanlığı'nın kurulması ve Tevhidi Tedrisa kanunun çıkarılması. Tevhid-i Tedrisat, tek eğitim yoluyla tek tip insan yetiştirmek demektir. Başörtülü öğrenciler, modern eğitimin niteliğini tartışmıyor. Üniversiteyi sorgulamıyor. Okulu, okul sistemini sorgulamıyor, sadece başörtülü olarak oraya gitmek istiyor. Bu, cumhuriyetten beri sürdürülen, üzerinde çok ısrar edilen projeye, sembolik düzeyde aykırı olduğu için, buna bile izin verilmiyor.

Eğitim böylesine üzerinde ısrar edilen bir konu. Burada özel eğitim kurumlarının ortaya çıkması demek alternatif eğitim sisteminin ortaya çıkması demek değildir. Özel okullarda, özel eğitimde devletin uygun gördüğü, öngördüğü müfredatı okutuyorlar. O da sahici bir alternatif değildir. Benim kanaatime göre eğitimi sivilleştirmek lazım. Sivil eğitim, hükümet dışı, devlet dışı olmalı. Herkes istediği gibi eğitim görebilir. Uc, olmayacak örnek vereyim. Ben astronomi değil, astroloji öğrenmek istiyorum, kimya değil, simya öğrenmek istiyorum. Bu benim hakkım. Osmanlı tarihine baktığımızda eğitimin bugünkünden daha sivil bir karakter taşıdığını görüyoruz. Bütün büyük filozoflar, alimler, müçtehitler, müfessirler, hepsi sivil kurumlarda ortaya çıkmıştır. İslam tarihinde ilim hayatı ne zaman kırılmaya uğramış, gerilemeye başlamış? Nizamülmülk'ün Nizamiye Medresesi'nin kurulmasından sonra. Kurulduktan sonra büyük bir zeka yetişmemiştir. Gazali, nerede tahsil görmüş? İbni Teymiyye, Farabi, İbni Sina, Ebu Hanife, İmam Şafii gibi büyük zihinler hepsi kendi semasında tek yıldız olan insanlar. Kimin okulundan mezun oldular? Devlet işin içine girince kendine ait politikalar yapar. Bu yönüyle modern eğitim insan bilincini sakatlıyor. Eğitim insan onuruna hakarettir. Kimse bir başkasını eğitme hakkını kendinde görmemeli. Modern insan de devletin eğitilebilir nesnesi olarak görülüyor. Biz müslümanlar bunun yeterince farkında değiliz. Devletlerin denetimindeki hiçbir üniversite özgür değildir. Modern dünyada hakim paradigmanın dışında bir alternatif kurulmasına izin vermezler, pek mümkün değildir. Sovyetler Birliğinde muhalif fizikçiler, bilim adamları akıl hastası kabul edilirdi. Bilim ideolojinin doğruladığı şeydir. Türkiye'de öyle, dünyanın her tarafında da öyledir. Hepsi insanın denetlenmesine yöneliktir.

Değişen siyasi konjonktürün okuma üzerine artan ya da azalan bir etkisinden söz edebilir miyiz? (80'li yıllar ve 28 Şubat sonrası toplumsal daraltmalara gittiğinde daha fazla siyasallaştığı dolayısıyla daha çok okunduğu yönünde bir görüş var.)

Dönemlere göre değişir. 80'lerden sonra okuma oranı çok yükselmiştir. Bizim kesim, bir sene içinde basılan kitapların yüzde 60'nı basıyordu. Zaman içinde bu biraz daha geriye doğru çekildi. Güneydoğu'da çatışmaların meydana gelmesi, güvenliğin ortadan kalkması bu oranı düşürdü. Güneydoğu'da çok kitap satılıyordu. Kitap merkezleri, kitabevleri vardı. Kitap alıyor, dağıtıyor, satıyorlardı.28 Şubat'ın da etkisi oldu. Kritik dönemlerde insanlar korkuyor. Yayınevleri politika değiştiriyor. Bu şudur: Yayınevleri kendi davaları konusunda çok da kararlı değildirler. Hem piyasa korkusu vardır; satamam, alıcısı kalmadı, satan kitap bulacak, ilk olarak ayakta kalması önemli. İkincisi siyasi bir korku da var. Üçüncüsü bizim medyamız, İslami medya da asıl davasını bırakıp reyting derdine düşmüş, sistemin güç odakları nezdinde meşrulaştırma çabası içinde. Sol ve liberal aydınlar İslami medyanın ekranlarından düşmüyor; başka hiçbir kanalda tek bir cümle söyleme şansı olmayanlar İslami medyada saatlerce konuşuyor.  Müslüman yazarlara ve kanaat önderlerine karşı sert, hırçın ve sorgulayıcı, laik sol ve liberallere karşı son derece nazik, hoşgörülü ve destekleyici bir tutum içinde. İslami medya aynı zamanda büyük bir zihin karışıklığı içinde, genel akıma savrulduğunu gösteriyor. "Takipçilik yapan" bir yayın politikası hakim; güzel olabilir formatlar, ama hiçbir zaman özgün değil. Son yıllarda medyanın artan etkisi okumayı olumsuz yönde etkiledi. İnsanlar televizyon izleyerek bilgi ve kültür sahibi olacaklarını sanmaya başladılar. Oysa bu sadece bir illüzyondur. Dünyayı anlamak için okunması gerekir. Zaten 12 Eylül siyasetsizleştirme politikası bu ülkede hala devam ediyor. Asıl belirleyen iç dinamiklerdir. Bizde okuma oranının düşmesini asıl iç dinamiklerimizde aramalıyız. Yayınların kalitesindeki düşüşün sebebi biziz. Bu bizim direncimizin noksanlığını gösterir. Bu bizim zaafımızdır.

Yasaklanan kitaplar daha çok ilgi görüyor Cihan Aktaş'ın son kitabı yasaklandı ve daha çok satıldı Kanal 7 ve yasaklar okumayı etkiliyor.

Genel olarak bütün dünyada okumanın aleyhinde de bir trend var. Medya özellikle görsel medya, televizyon ve internetin yaygınlaşmasının etkisiyle kitabın, derginin aleyhinde bir trend ortaya çıktı. Bana gazeteden bir CD hediye ettiler. 13 hadis kitabı ve şerhleri, 130 cild bir CD'nin içinde. 130 cild evde bir duvar tutar. Bu, kitabın aleyhinde teknolojinin gelişmesidir. Tabii bu da kitap satışını etkiler. Bence yine aslolan kitaptır. Bir CD'den bir şeyi okumak başka, bir kitabı eline alıp, okuyup üzerinde tefekkür etmek başka bir şeydir. İnternet, TV, CD aracılığıyla basit düzeyde malumat sahibi olabiliriz. Tefekküre konu olacak bilgi elde etmek ancak kitapla mümkündür, diye düşünüyorum. Uzun vadede insanlar tekrar dönecektir, dönme ihtiyacını hissedecektir. Bu geçici bir konjonktür gibi geliyor bana.

İki görüş var. 1- Bastırılan hareketler daha güçlenerek gelir. 2- Baskı çok alan kaybettirir. İnsanlar bezerler, okuma da azalır.

Sizce baskı gerçekten okumayı negatif mi etkiler, yoksa insanları siyasal konulara daha çok yönlendirir ve okumayı artırır mı?

Negatif etkiler benim kanaatime göre, baskı hiçbir zaman iyi bir şey değildir. İnsanlar ne kadar özgür olursa doğruyu bulma imkanları daha fazla olur. Tartışma ve müzakere ancak özgür ortamlarda mümkün olabilir. Farabi şehirleri üçe ayırır: 1- Zorba şehirler. Bunların başında tiranlar vardır. İnsanlar baskı altında yaşarlar. 2- Özgür şehirler. Bunlar fasık şehirlerdir. Günahın da çok olduğu şehirlerdir. 3- Erdemli şehirler. İnsanın kemalde olduğu şehir. Bunların başında da filozoflar vardır. Diyor ki: erdemli bir şehre ulaşmak kolay değildir. Genellikle de ulaşılmaz. Ona ulaşmanın yolu baskının hakim olduğu tiran'dan geçmez. Fasık da olsa, günahkar da olsa özgürlükten geçer. O halde daima özgürlük tarafında olmak lazım. Peygamber efendimiz, 13 senede 40 kadar insanı toplayabildi. Fakat özgür bir ortama, Medine'ye geçtikten sonra orda devlet ve toplum oldu. Sovyetlere de baktığımızda insanlar 70 sene hiçbir şey yapamadılar. Ne zaman ki sistem çözüldü, şimdi orada çok güzel hareketler doğuyor. Doğu Avrupa'da, Balkanlar'da da öyleydi. Baskı rejimleri insanları dejenere eder, insanlar yılar. Bu herkes için söz konusu olmaz. Direnen, devam eden insanlar da var, fakat bunların sayısı giderek azalır. Okuma oranının Türkiye'de düşme sebeplerinden biri bence baskıdır. Son yıllarda uygulanan baskıdır. 90'larda daha yüksekti okuma oranı, çünkü görece daha özgür bir toplum vardı. İnsanlar tartışıyor, konuşuyor, değişik gruplar bir araya geliyordu. Müzakere oluyordu. İyi bir demokrasi, iyi bir rejim de müzakereyle kurulur. Aynı şekilde düşünmeyen insanlar bir araya gelir, müzakereyle bir nokta üzerinde ittifak ederse o onların bir arada yaşamalarını sağlıyor.

Peki bunda niteliksel ve niceliksel bir ayrımınız var mı?

90'larda niteliksel bir okuma vardı ve daha yaygındı. Şu anda niceliksel olarak belki daha fazla kitap satılıyor. Fakat Orhan Pamuk'un Kar kitabının okunmasının kime ne faydası var?

Bu tür süreçlerde edebiyata yönelimin arttığı gözleniyor. Popüler kitapların ve edebiyat kitaplarının satışında bir artış gözlemleniyor. Edebiyata, özellikle de romana olan bu ilgiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Popüler şeyler. Dünyada çeşitli milletlerden insanlar nobel alıyor. Türkiye'de Nobel konusunda büyük bir istek var; buna hazırlanan insanlar var. Yaşar Kemal, Orhan Pamuk gibi.

Türkiye pusulasını şaşırdığı gibi İslami kesim de pusulasını şaşırdı. İslami kesimde tefekkür adeta tehdit altında. Müslümanların başında olduğu televizyon kanalları tefekküre karşı yayınlar yapıyorlar.  Az önce değindiğimiz gibi aydınlarını başka kriterlere bağlamış. Fakat Türkiye'de fikri hayatın zenginliği Müslümanlar sayesinde mümkün olmuştur. Dünya ölçeğinde isim yapmış bir sol veya liberal sanatçı gösterin bana. Sol bir teorisyen gösterin dünyada bilim hayatına katkıda bulunmuş bir bilim adamı. Edebiyata, sanata dünya çapında katkıda bulunmuş, var mı? Yok.

Bizde Bediüzzaman var, 20. yüzyılın en büyük zihinlerinden biridir. Elmalılı var müthiş bir zeka. Mehmet Akif büyük bir zeka. Kendimize, İslam'a döndüğümüzde orada entelektüel hayatın geliştiğini görüyoruz. Neden? Çünkü din içinde entelektüel olursunuz. Sizin eğer dini bir inancınız yoksa entelektüel olamazsınız. Bir ateist nasıl entelektüel olur? Dünyası kapalı. Bu dünyadan başka bir dünyaya inanmıyor. Bir laik nasıl entelektüel olur? Olamaz. O tüketici olur. Bizim laiklerimiz de tüketicidir. İkinci, üçüncü sınıf bilgilerle, fikirlerle burada var olabilirler. Türkiye 80'lerden beri Türkiye'nin fikri hayatı müslümanların elindedir. Onlar tartışıyor. Zenginlik müslümanlar arasında. Düşünen, araştıran, kavga eden onlar. Bugün de hala öyledir. Müslümanların fikri hayatı çok zengin, ancak bu televizyonlara yansımıyor bir türlü. Bunun sebeplerine inmek istemiyorum. Ben 159'dan yargılanıyorum, tek bir muhabir gelip benim duruşmamı takip etmiyor; ama aynı akşam bizim televizyonumuzda iğrenç bir müstehcenlikten dolayı kitabı toplatılmış bir bohem "fikir suçlusu" olarak haber yapılıyor, canlı yayına çıkarılıyor.

Orhan Pamuk çok satıyor ama okunmuyor deniyor. Bu örnekten yola çıkarak popüler kitapların çok sattığı ama az okunduğu kanaati hakkında ne düşünüyorsunuz

Orhan Pamuk'u da Ahmet Altan'ı da çok okunur kılan müslümanlık. Orhan Pamuk, Cevdet Bey ve Oğulları diye bir kitap yazdı. Aslında bu Necip Mahfuz'un "Sülasiye"sinin Türkçeye uyarlanmış şekli. Kuşaklar arası çatışma Ortadoğu'da daha önce çok ele alınmış bir konu. O bunu Türkiye'ye uyarladı. "Kar" kitabında İslamcı temalar, Müslümanların acıları var. Türkiye'nin gündemine atıflarda bulunuyor. Latife Tekin, en iyi kitabı Arsız Ölüm'dür. Orda da müslüman halkın inançları, gelenekleri var. Ahmet Altan'ın en çok satılan ve okunan kitabı "İsyan Günlerinde Aşk"ta 31 Mart, müslümanların sorunu ele alınıyor. O kesimlerde dahi iş yapan müslümanlıktır, dindir. Fakat Orhan Pamuk'ta seziyorum, emin değilim. Orhan Pamuk modernliğin ne olduğunu anlamamış ki, postmodernliğin romancısı olsun. Modernlik analiz edilip kritik edildikten sonra post modernlik olabilirdi. Nobel alması için farklı olan, bize ait olan farklı bir şeyi satması lazım. Şimdi dünyada ödül alan filmlere, kitaplara baktığınızda iki şey görürsünüz:

1- Yazarlar veya romancılar, kendi toplumlarının ilkelliğini anlatırlar. Ödül alan filmler Doğu Anadolu'nun ilkelliğini anlatır. Büyük bir kadın kendisinden küçük biriyle, küçücük bir kız kendisinden çok büyük biriyle evlendirilmiş. Sokaklar pis. Köy hayatı, aşiret hayatı vs... Bu oryantalist ve antropolojik bir bakıştır. Siz bir filmi yaparken ya da bir romanı yazarken antropolojik bir göz, bakış açısı kullanırsanız Batıda ödül alırsınız.

2- O günkü siyasete, uluslararası siyasete denk düşecek bir şey yapacaksınız. En son Hintlinin aldığı edebiyat ödülü. 11 Eylül'den sonraki global politikalara denk düştü. Müslümanların ilkelliğini anlatıyor. Selman Rüşdi'nin bir versiyonu.

Sanki bana öyle geliyor ki birileri bu ödülü almak için müslamanlık üzerinden, ilkelliğimizi, toplum üzerinden de müslümanlığın ne kadar berbat bir şey olduğunu anlatmak, yazmak zorundalar ki bu ödülü alabilsin.

Harry Potter daha önce Dost Yayınları'ndan çıktı ve hiç kimse duymadı. Daha sonra Yapı Kredi Yayınları'ndan çıktı. Reklam oldu ve çok satıldı. Bir sektör haline gelen kitabın satılması reklamla doğru orantılı. Bu bağlamda medyanın kitap ve okuma üzerindeki etkisinden bahseder misiniz? (Orhan Pamuk'un Kar örneği ve Harry Potter örneklerinde olduğu gibi.)

Bu kitabın çok reklamı yapıldı ve en çok da bizim müslümanların gazete ve televizyonlarını kullanarak reklam yaptılar. Hem ucuz ve etkili reklam. Bence edebi olarak da iyi değil. Bir reklam furyası ile gelir geçer. O arada 50 bin 100 bin satar.

Harry Potter'ın yazarının doğduğu bölge cadı kültürünün çok yaygın olduğu bir bölgedir. O kendi kültüründen modern bir hikaye üretiyor, bu çok doğal. Bizim cadı kültürümüz yok. Bizim masallarımız vardır. O masallardan hareketle, iyinin kötüye karşı mücadelesi var. Devler, şahlar var, prensler, şehzadeler var. Hepsi dinidir. Orada maruf var, münkeri temsil edenler de kötülerdir. İyi ile kötü, haklıyla haksız arasında bir mücadele var. Fakat cadı kültürü farklı bir şeydir. Cadı Yunan tanrılarının bir türevi gibi insana karşı, insanla mücadele eder. Peki bu toplum Harry Potter'a niçin bu kadar ilgi duyuyor? Bu, toplumun ne kadar kimliksiz olduğunu gösterir. Ne yapacağını, neye tutunacağını bilmediğini gösterir. Medyanın da ne kadar güçlü olduğunu gösterir. İnsanlar alır, okur, bir yana atar.

Bunların çocuklara zararlı olduğu söyleniyor. İntiharlar, süpürgeye binip uçmak isteyen çocuklar oldu.

Evet, bir arkadaşın çocuğu Kurban Bayramı'nda neden bunu kutluyoruz, bizim bayramımız cadılar bayramı diyormuş. Ancak bu geçicidir. Çok da korkmamak, endişelenmemek lazım.

Bizim alternatifini üretmemiz gerekiyor herhalde.

Evet, kendi masalımızı yazmalıyız; varsa, yazılabilecekse, mümkünse kendi şiirimizi yazmamız lazım.

Bir kitabınızda okuma çeşitlerinden bahsediyorsunuz. İsim vermek gerekirse, Nilüfer Göle'nin okumasıyla diğer bir insanın aynı metin üzerinden okuması aynı değildir, demişsiniz. Türkiye üzerinden, akademisyenlerin okuması, toplumun önünü açacak, üretici bir bilgi oluşturabilir mi?

Okumada bilimsel yöntem uygulandıkça doğru bir bilgiye ve bilginin bizi yönlendirdiği hakikate ulaşmak mümkün değil. Okumanın çeşitleri var. Antropolojik, semantik, sosyolojik okuma biçimleri var. Bir müslüman nasıl okur? Müslüman akademisyen buna cevap vermeden, Weber gibi okursa bundan bir şey çıkmaz. Akademisyenler, üniversiteler özgür değildir. Eğer kendimize ait bir yöntemimiz yoksa, yöntem bizi kendisine benzetir. Örnek verelim: İlahiyat çevresi hermenötik diye bir şey getirdi. Kur'an'ı hermenötik açıdan okuyabilir miyiz? Bunu Avrupa'da protestanlar geliştirdi. Neye karşı geliştirdi? Elindeki İncil'i bu şekilde okumak için. İncil'in orijinali yok, çevirisi var. Başka bir dilde inmiştir. Hangi dilde indi belli değil. Hz. İsa'dan 50, 60 sene sonrasında toplanmıştır. Bizde siyere tekabül eder, hadislere tekabül etmez. Şimdi bir Hristiyan İncil'i anlamak için önce "Tanrı ne dedi?" diye soruyor. Biz öyle demeyiz. Biz Allah'ın ne dediğini biliriz, ama "Allah ne demek istedi?" diye sorarız. Siz şimdi Kur'an'ı elinize alırsınız. Ne dedi sorusuna cevap arayıp uyguladığınızda farkında olmadan Kur'an'ı İncilleştirmiş olursunuz. Bu yöntem sizi kendisine dönüştürecektir. Topluma da sosyolojik verilerle baktığınızda, insanı ve topluluk hayatını nesnelerden ibaret, denetlenebilir, yönlendirilebilir, toplum haline getirilebilir okursunuz. Bunun ilk olarak ciddi manada farkına varan Nilüfer Göle oldu. Nilüfer Göle'nin yöntemi biraz daha farklı. Birebir ilişki kurar. Bu bilimsel değil aslında. 19. yüzyılda formüle edilen bilimsel yöntem değil. Bu biraz sufilikte izleri olan birebir ilişkidir. Sujenin objenin içine girerek onun gibi görmeye çalışması. Bu yöntem işe yarar ve olayları yönlendiren hakiki amillerle ilgili sonuç vermez. 1- Suje objenin içine giremez, bu mümkün değil. Empati yaparak anlamaya çalışmak. 2- Sosyologdur, iyi bir sosyologdur. Bütün sosyolog, antropolog ve İslamologlar Müslüman aktörün dışa yansıyan davranışlarını temel alıyorlar. "Müslüman niçin İslami harekete katılır?" Bunu soruyorlar. İslami hareket içindeki dışa vuran davranışlarını esas alır. Bir Müslüman belli sebep ve saiklerle İslami hareketin içindedir. Niçini öğrenmesi için İslamiyeti öğrenmesi gerekir. O da zor bir şey.

Birgün Şerif Mardin birgün beni çağırdı. Dedi ki "Ali Bey, ben Bediüzzaman'ın neden Van bölgesinde tutunduğunu anlıyorum. Orada protestanlar var, misyonerler var, buna karşı bir tepki oluşmuş. Dolayısıyla Bediüzzaman da Ezher gibi bir üniversite düşünüyor. Fakat Isparta çevresinde tutunmasını anlayamıyorum. Orada onun tutunmasını gerektiren bir sebep görünmüyor." Neden anlayamıyor? "Çünkü bunu besleyen maddi toplumsal bir faktör olması gerekir" diye düşünüyor. Fakat bir mümin, her yerde imanının gereğini yapar. Orda kitaplarını yazıyor, gelenlere anlatıyor, öğrenci toplamaya çalışıyor. Bunu besleyen bir dış faktörün belirleyici rolde olması gerekmez. Bir Müslüman her yerde ve her şart altında dinini tebliğ etmek ve kurallarına göre yaşamak zorundadır.

Filistin herkesin gözü önünde. Karşı tarafın elinde, tanklar var. Apachi helikopterleri var, hatta nükleer silahları var. Öbür tarafta da Filistin'in eli var. O el, taş tutabiliyor. Çocuğu taş atıyor ve öbürü gidip bedenini silaha dönüştürüyor. İnsan eğer iman ederse öyle inanılmaz bir güce sahip olur ki, bütün o silahlar bir noktadan sonra senin önünde iflas eder.

Bir Müslümanın davranışlarının niçin böyle tezahür ettiğini dıştan bakarak anlamak mümkün değildir. Bence bu kuşağın içinden ilk defa Nilüfer Göle bunu farketti ve epsitemolojik düzeyde rahatsız oldu. O farklı bir şey düşünmeye başladı. Onun entelektüel bir namusu var. Ancak o paradigmanın içinde nereye kadar yol alabilir, onu bilemem.

Müslüman akademisyenlere gelince bunların bazısı, hepsi demiyorum, İslam'ı çok iyi bilmiyorlar. Yazarların, gazetecilerin büyük bir kısmı da aynı durumda. Kurban tartışmasında İslam hakkında çok konuşan bir zat çıktı "kavurma bayramı" dedi, yüzyıllarca süren bir ibadeti aşağıladı. O tartışmada bir gazeteci yazar "Bu dini bir konudur, Kur'an, sünnet bilmek gerekir, ben bunları bilmem" dedi. Bakar mısınız trajediye! Sen mademki bunları bilmiyorsun, peki yıllardır Müslümanlara ne anlatıyorsun, üstelik bir şeyler anlatmaya çalışanlara da "müçtehit taslakları" deyip aşağılıyorsun?

Amerikan sosyolojisinde, vakıa yerinde gidip görerek incelenir.

Bunu Türkiye'de ilk defa Nilüfer Göle yaptı. Birgün Nilüfer Göle beni aradı. Sizin mekanınızda çalışma yapmak istiyorum, dedi. Ben de İz yayınlarında duruyorum. Tabi dedim. O yıl da Recep Tayyip Erdoğan seçimleri yeni kazanmıştı. Geldi, öğrencileriyle bizim orada ders yaptı. Sorular sordu. Ben de katıldım. Sonra ders bitti, teyibi kapattı. Daha sonra "size bir soru sormak istiyorum", dedi. "Siz hakikaten inanıyor musunuz?" dedi. Ben de "evet, inanıyorum", dedim. "Neye inanıyorsunuz?" dedi. Ben de "Allah'ın birliğine inanıyorum", dedim. "Peki", dedi. "Bunun hayatınızdaki pratiği nedir?" dedi.  "Mesela günde beş vakit namaz kılıyorum. Yemeğe besmeleyle başlıyorum. Unuttuysam hatırladığım noktada çekiyorum. Bu sabah hanımla, yağmur yağsın diye dua ettik" dedim. O gün de Mahmut Efendi'nin müritleri de Yuşa tepesinde yağmur duasına çıkmışlardı. "Peki", dedi, "gerçekten yağmur yağacağına inanıyor musunuz?" dedi. "İnanırım", dedim, "haketmişsek Allah verir", dedim. Tam o sırada yağmur yağmaya başladı.

Çok hoş bir şey oldu. Belki beni İslamiyet konusunda kendini yetiştirmiş bir "aydın-entelektüel" görüyordu. Benim içinse İslam'la ilgilenmek bir iman konusu ve bir iman sorumluluğudur. İman farklı bir şey, iman en büyük dönüştürücü güçtür. İman Allah'ın bir imtiyazıdır. Seçkin ruhlar buna sahip olur. Bence Allah nasıl bir peygamberi seçiyorsa mümini de seçer. Bundan dolayı iman herkese nasip olmuyor. Kur'an zorla iman ettirmeyi ve zorla hidayete dahil etmeyi reddediyor; ne yaparsan yap istediğin kimseyi, en sevdiğini iman sahibi yapamazsın. Peygamberimiz Efendimiz'in amcası Ebu Talip için ne kadar uğraştığını hatırlayın. Mü'min olduğum için kendimi çok şanslı ve imtiyazlı biri olarak görüyorum.

Sonuç olarak, kitaba değin sizin kelimeleriniz?

Sesli düşünmek, sesli düşünmek, sesli düşünmek...

Röp: Gülşen Demirkol, Leyla Tunalı

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR