1. YAZARLAR

  2. Gonca Özden

  3. Dünyanın Balkonundaki İsyancılar

Dünyanın Balkonundaki İsyancılar

Temmuz 2002A+A-

Küreselleşme, yeni dünya düzeni, enformasyon toplumu, sınırların ortadan kalktığı kutupsuz bir dünya vb... geç kapitalizm çağının büyücüleri "bilim adamları" ve "modern" medya tarafından piyasaya sürülen yeni kavramlar.

... "Gerçekten bir dünya düzeni var mıydı ve gerçekten yeni miydi? Bu yeni kavramlar hangi güçler tarafından ortaya atılmıştı? Kavramı ortaya atanlar da kavram gibi yeni miydi? Dünya sahnesine yeni biri çıkmıştı da insanlığa kendi "yeni düzeni"ni mi teklif ediyor? Elbette bunların hiç biri söz konusu değildi. Yeni olmak bir yana, insanlığa yeni diye teklif edilen dünya düzeni, yüzünü 19. yüzyıla çevirmiş şu bildik düzendi..." (s. 10)

İşte piyasaya "bilim fetişizmi"nin sözde objektif verileri ile sunulan (dayatılan) bu kavramların sınırlarını belirlediği yeni (!)dünya aslında yine sömürünün, savaşların, emperyalist-militarist müdahalelerin, soykırımların, açlığın, yoksulluğun, adaletsizliğin, kısaca kapitalizmin değişmeyen o bildik endamı ile dünya üzerinde boy verdiği gerçeğinden başkası değildi. "Yeni"nin sebeplerine baktığımızda zaten sonuç hep yaşanan bir vakıaydı ve böyle kaldıkça kutuplaşma kaldığı yerden yoluna devam ediyordu. Yalnızca yeni görüntüler altında, büyücüler tarafından üretilen yalan, medya tarafından tüm dünyaya yayılıyor ve "modern büyü" küreselleşiyor, kutuplaşma/sömürü derinleşiyordu.

"Kuzey/güney kutuplaşması kapitalizm açısından dönülmez bir noktadır. Güneydeki (yani geçmişte Doğu) "fukaralığın kökleri" Kuzeyin (Yani geçmişteki Batının) talanına uzanır..." (s. 35) Ve bu kutuplaşmanın yönü yeni olsa da amaç ve hedef çok eskiye dayanır.

... Küreselleşme ideolojisi, kapitalist işleyişin ortaya çıkardığı yıkıcı sonuçları gizleme, olup bitenleri çarpıtma, insanların kafasına gerçek dışı bir versiyonu sokma amacı taşıyan, dünyanın her yerindeki emekçilere, kapitalisizmin yoksullaştırıp dışladığı büyük insanlığa yürüttüğü bir saldırının adıdır. Söz konusu süreç sadece toplumsal sonuçları itibariyle mahkum edilmesi gereken bir şey de değildir. Aynı zamanda ekolojik dengeleri de bozan çok yönlü bir yıkıcılıktır..." (s. 24)

... Evet, haksızlık, zulüm ve şiddet Yeni Dünya Düzen(sizliği)nin, eskimeyen ve değişmeyen gerçek adıdır. Emekçi insanlığın iliklerine kadar sömürüldüğü ve emekçi insanlığa küresel bir ceza anlamını taşıyan bir vahşet.

Bu yeni kavramların sebep olduğu sonuçları irdelediğimizde, Dünyada "ekmeğin ve suyun" bu denli eşitsiz dağıtıldığı kesitte haksızlıklar cezasız kalırken, "yasa koyan" tek güç "orman kanunları" olup çıkmış ve yoksulluk bir "kadermiş" gibi sunulur olmuştur. Haksızlık sözcüğünün lugatlardan silindiği ve ahlak, vicdan, onur, dayanışma kavramlarının bir değer ifade etmediği "Orman yasaları"nda yoksulluk cezası çekilmesi zorunlu bir başarısızlık olarak sunulur olmuştur..." (s. 29)

Ismarlama üzerine üretilen ideolojik tezler, Batılı rantiyelerin yağmasını "bilimsellik" görüntüsüyle meşrulaştırmaktı... Eğer bu söylemlerin ideolojik bulanıklık yaratma amacıyla ürettiği sahte örtü kaldırılırsa, küreselleşme, kapitalizmin içine girdiği yapısal krizden çıkmak için yaptıkları, yapmaya çalıştıkları olarak anlaşılabilir.. YDD ve küreselleşme retoriğinin gizlediği gerçek durum işte budur. Aslında tüm bu hedeflerin ötesinde duran gerçek, büyük insanlığa önemli bir mesaj içeriyordu ve önemli olan da saldırının sunduğu bu mesajdı. Özetle söylenen şu idi; "Toplumu değiştirmeye dönük çabalar boşunadır. insanın iradi müdahalesinin yapabileceği bir şey yoktur. Eşitliği, özgürlüğü, dayanışmayı vb. hedef alan girişimlerden hiçbir sonuç çıkmaz. Madem ki, karşı konulamaz bir süreç söz konusudur, o halde sana olup biteni kabullenmek "zorunluluğu"nu sineye çekmek düşer.."

Küreselleşmeyle ilgili olarak ortalama insanın bilincine enjekte edilmek istenen; "Küreselleşme dönemine girilmiştir ve bu herkes için iyidir. Küreselleşme karşı konulmaz bir süreçtir, küreselleşmeye karşı çıkanlar mutlaka kaybedeceklerdir..."

İşte, değişmeyen yeni dünya düzensizliğinin sınırlarını, tanımını ve sonuçlarını kısaca belirttiğimiz bu süreçte gerçek bir "yeni"nin olabilirliğine işaret eden bir kitap: TOFV (Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı) Kitaplığının ilk eseri: "Dünyanın Balkonundaki İsyancılar". Kitap, Fikret Başkaya, Temel Demirer ve Sibel Özbudun tarafından kaleme alınmış. Kitap on bölümden oluşuyor. Önsöz'de ve ilk bölümde Neo-liberalizmin yeni olmayan marifetlerinden, YDD kapitalizminden, Güney/Kuzey ikileminin boyutlarından, bu düzen(sizliğin) "güneydekilere" dayattığı yeni (!) sömürü ve yaşam koşullarından, yaşanan somut örneklerle; yine bu ülkelerin yaşadığı krizlerden kurtulma projeleri çerçevesinde sunulan "istikrar, yapısal uyum programları..." gibi reçetelerin sebep olduğu kuşatmaları geleceğe dönük yaygınlaştıran çıkmazlarından bahsediliyor. Kitabın iki, üç ve dördüncü bölümlerinde yeni olmayan bu dünya düzensizliğine karşı yeni umutların, kapitalist yağma ve talan cephesinin (çetesinin) hevesini kursağında bırakacak yeni bir mücadelenin mayalanabileceğini ve dünya çapında uluslar üstü bir karşı hattın oluşabileceğinin örneği sunuluyor.

..."Ezilen halklara ve emekçilere yönelen bu saldırı karşısında bizim için asli sorun soyut ve öznesi belirsiz "iyi/kötü" söylevleri yerine, dünya çapında ezilenlerin direniş ve mücadelelerini örmek yolunda adımları atmaktır, mücadele somut ve politik-pratiğe ilişkin/içkin olmalıdır." (s. 183)

İşte kitabın özellikle çerçevesini belirleyen de bu küresel kuşatmaya karşı bir mücadeleyi somutlaştıran halklardan biri; yeni olmayan bu dünya düzensizliğine bugünlerde sesini çokça duyuran "huzur bozucu bir ses, "Güney Meksika yerli halkının sesinden, mücadelesinden bahsediyor. Meksika'nın tarihinden, işgale karşı daha önce verdikleri bağımsızlık savaşlarından, atalarının sömürüye karşı beş yüz yıl önce başlattıkları köklü direnişlerinden, Amerika'nın asıl sahiplerinden ve bugün postmodern işgalin adı olan kapitalizmin geldiği -globalleşme, liberalizm, yabancı sermaye-, sürecine karşı yürütülen bir direnişin kimliği ve etkinliği sunuluyor.

Meksika halkının da bizzat içinde bulunduğu, desteklediği, bir tarih yazmaya azmetmiş EZLN (Zapatista Ulusal Kurtuluş Örgütü)'nin komutan yardımcısı bu hareketi şöyle tanımlıyor:

..."Bu ülke, yerlileri ve yabancıları tarafından "Meksika" olarak tanınır. Tarihi, onun kendi olma arzusu ile onu başka bir bayrağa boyun eğdirmek isteyen yabancı güçler arasında uzun bir savaşın adıdır. Bu ülke bizimkidir... Üstelik diğerleri daha büyük ve daha güçlüyken, kendimizi savunmak için tarihimizden başka bir şeyimiz ve ölmemek için birbirimize tutunmaktan başka çaremiz yoktu. Sonra bizim için neredeyse bir alay niteliği taşıyan o tarihsel dönem geldi. Çünkü sadece bir ülke, paranın ülkesi tüm bayrakların üstüne yerleşti. Böylece "globalizasyon"dan bahsetmeye başladılar. Ve biz anladık ki, bir ülkeden, paranın ülkesinden başkasına hizmet edilmediği, sınırların kardeşlikten, dayanışmadan dolayı değil, milliyetsiz güçlüleri besiye çeken bir kan kaybetmeden dolayı kaybolduğu bu saçma düzene "globalizasyon" diyorlar... Çok uluslu şirketler ve onların adamları için "sınırlar gerçekten ortadan kalkıyor" sermayenin en ucuz olan yerde üretilip, en pahalı olan yerde satılabilmesi için sınırların ortadan kalkması gerekiyor... Yalan, uluslararası para haline dönüştü. Bozulma ve sahtekarlık ülkemizin en temel maddeleri oldu. Ya biz? Bizler unutulmuştuk. Ve artık var olmadığımızı anladık... Kendisini böylesine bırakan bir ülke bedbahttır. Tarihini böylesine kaybeden bir ülkenin geleceği olamaz. Bu yüzden silahlarımızı aldık ve hayvanlar gibi yaşadığımız şehirlere girdik ve güçlülere şöyle demeye girdik; "Buradayız." Ve tüm ülkeye bağırdık; "Buradayız..." Geleceğimiz olsun diye bugünümüzle oynadık ve yaşayabilmek için öldük..."

EZLN, yerel ölçekte ve uluslararası ölçekte YDD'nin antitezi olma iddiasını taşıyor. Meksika'dan başlayarak tüm dünyaya "Biz buradayız" umudunu, direncini yaygınlaştırma azmini yaşıyor.

Zapatistalar, neo-liberalizmin yarattığı çaplı hayal kırıklıklarına karşın, insanlara umut kaynağı oldular ve "şerefli bir yaşam için, özgürlük ve adalet için" özgürlük mücadelesi sancağını yerel ve enternasyonal ölçekte yükselttiler.Bu uğurda "paranın sahip olduğu gücün sınırlar ötesinde onuru alçattığı, dürüstlüğe hakaret edip, onuru öldürdü, insanlık durumu yerine borsa haberlerinin sunulduğu, onurun yerini globalleşen sefillik, umudun yerini boşluğun doldurduğu bir dönemde Neo-liberalizmin sunduğu uluslararası insansızlaştırmaya karşı bizim de uluslararası umudu kurmamız gerekiyor diyen Zapatistalar, neo-liberalizme karşı kıtalar arası toplantılar düzenleme kararı aldı.

Zapatistaların önemi "YDD'nin politik, askeri, ideolojik ve kültürel saldırısı altında umudun pratik olarak hala sürdürülebilir olduğunu kanıtlamasında yatıyor.. Böylesi bir ortamda, Zapatistalar insanlara kendi elleriyle yaratabilecekleri özgürlük -eşitlik düşü için, başkaldırabilmelerinin mümkün olduğunu anımsatan bir çağrı çıkarmıştır.Yani Zapatistalar, Tarihin sonu yalanını pratikte tekzip ederken, insanlara ve toplumlara kendi tarihinin iradesine sahip olabilecekleri bir hareketin yolunu işaret etmişlerdir.

Evet, Zapatistaların mücadelesi bir halkın haklı bir kimlik ve onur mücadelesidir...

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Zapatistalar küreselleşmeye karşı duruşun salt yerel olmaktan çıkıp uluslararası bir platformda daha da etkin bir cephe oluşturması gerektiğine inanıyor. Bu amaçla Zapatistalar 1996 yılının ocak ayında Neo-liberalizme karşı kıtalararası umudu yaygınlaştırmak için kıtalararası toplantılar düzenleme kararı alır.

Bu kararlar doğrultusunda da Amerika'da, Afrika'da, Asya'da, Avrupa'da, Avustralya'da toplantılar gerçekleştirir. Kitabın diğer bölümlerinde bu toplantıların içeriğinden, konuşulan konulardan, katılımcılardan, alınan kararlardan, tespitlerden, karşı cephe oluşturma noktasında gerekli yöntemlerden, Zapatistaların Komutan yardımcısı Marcos'un yaptığı konuşmalardan, Meksika halkının taleplerinden ve küreselleşmenin boyutları, hayatın somut sorunları çerçevesinde çok boyutlu bir şekilde sunuluyor. İşte bu, Umut Enternasyonalinde Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı adına Temel Demirer de katılımcı olarak yer aldı ve toplantıda TOFV'un bu noktadaki düşüncelerini, Türkiye'de bu noktada yaşanan sorunları ve çözüm önerilerini, toplantı ile ilgili eleştirilerini, orada yaşananları gün gün tuttuğu notlarla kitaba aktarmış. Konferansta kendi düşüncelerini ve çözüm önerilerini sunan TOFV adına Temel Demirer; Mücadelenin yönünü devrimci-Marksist-devrimci mücadeleden bahsedilmemesini önemli bir eksiklik olarak dile getiriyor. Çünkü Zapatistalar mücadele hattını, toplumsal muhalefetin bütünü kucaklamayı amaçladıklarını, tarihsel önderleri Emiliano Zapata'nın "Halkın davasına düşman olanlar dışında herkesle dostuz" stratejisi gereği; "başkaldıran her şey bizimle ve biz onlarlayız" şeklinde, daha evrenselden yana tavır koyuyor.

Kitabın birçok bölümünde, halkların haklı direnişi maalesef sosyalizmin içinde bulunduğu sorunlar çerçevesinde tartışılıyor ve indirgeniyor. Bu evrensel direniş söylemi, sosyalizmin kimliğinin tartışıldığı bir alana taşınıyor ve bu hareket sosyalizmin bir sorunu ve konusu olarak belirginlik kazanıyor. Yine sunulan çözümlerde sosyalizmin kendi çeşitliliği içinde bir birlikteliğin nasıl oluşacağı ile ilgili bir çözüm yolu sunuluyor ve onanıyor. Ayrıcı TOFV adına Temel Demirer'in çözüm yolu olasılığı olarak İslam'a daha doğrusu Refah Partisiyle bütünleştirdiği İslam'a bakış açısı şöyle:

YDD'nin önüne  üretken bir yükseliş imkanı sunduğu Refah önümüzdeki süreçte tüy dökecek mi? Ya da umutsuzluk, yoksulluk ve kaotik koşulların büyüttüğü Refah'ın, ütopyaların (burada ütopyadan kastedilen Marksist-devrimci hareket) ağır bir darbe yediği uluslararası konjonktürdeki tırmanışı durdurabilecek mi?... İslami hareket popülerleşiyor. Umutsuzların İslam'a yönelişi söz konusu...

Güney'de bir süre önemli roller oynayan "sömürgecilik" sonrası dönemin ulus-devletin modernleştirici baba figürünün yerini İslam alıyor. Ama bu elbette İslam'ın dönemin ihtiyaçlarını yanıtlamasından değil, solun basiretsizliğinden. İslam solun başarısızlığının kefaretidir... İslam'a karşı ordu destekli pozitivisit laik politikalarının açmazına karşı toplumcu bir laik programı yaratmak gerekir. Aksi taktirde İslam büyüyecektir ve bu da Türkiye toplumuna kaçınamayacağı bir kavgayı getirecektir... Bu yüzden sosyalizm enkaz altından çıkıp YDD'ni yerle bir etmedikçe, radikal İslam potansiyel bir tehdit olarak var olacaktır..." (s. 144)

... Küreselleşme ve postmodernizmin halkların kültürlerini, kimliklerini, tarihlerini, geleceklerini yok edici etkisine karşı halkların kültürlerine, geleceklerine,tarihlerine ve bunları besleyen kimliklerine bu gücün etkisine karşı sahip çıkmaları ve bu şekilde bir direniş ve hat oluşturulabileceği kitabın başından beri, Mekiskalı halkların atalarından, giyim tarzlarından, danslarından, dillerinden, tapınaklarından bahsedilerek; küresel kuşatmanın yıllardır bir halkın kendine ait/öz kimliklerini nasıl yok etmeye çalıştıkları ve Meksikalı halkın bu değerlerine sahip çıkarak kendi öz savaşlarını nasıl verdikleri anlatılmaktadır.

İslam, Ortadoğu ve Türkiye halkı için en önemli ve en kuşatıcı değerdir. İslam, özellikle dünyanın bu bölgesindeki halklarının kimliğinin, kişiliğinin, geleceğinin, geçmişinin, tarihinin, yaşamının, dilinin, ölümünün ve savaşamının neredeyse tek adıdır. Bu ülkelerdeki halkların yıllardan beridir sömürüye karşı verdiği ve vermekte olduğu tüm savaşı da "İslami harekette" olmuştur. Türkiye ve Ortadoğu Formu Vakfı Formu olarak Ortadoğu ve Türkiye'deki halkın temsilcisi komundaki bir düşüncenin, Türkiye ve Ortadoğu deyince tek anlam ifade eden ve halkların kimliğini oluşturduğu İslam'ın bir tehdit olarak görülmesi ve değerlendirilmesi küreselleşmeyi yalnız kendi boyutuyla ve yarım fark eden bir zihnin çelişkisi olarak değerlendirilmelidir. Özellikle 11 Eylül'le birlikte (daha meşru bir zemine oturtularak) bu kimliğinden dolayı dünyanın "en ötekisi" ilan edilmiş, yerel anlamda da 28 Şubat süreciyle birlikte yok edilmeye azmedilmiş bir halkın bu kimliği kimin için tehdit olabilir?

Ayrıca sosyalizmin kendisiyle hiçbir ilgisi olmayan tarihteki uygulamaları çerçevesinde değerlendirilmesinden yakınan T. Demirer'in İslam'ı Refah Partisi üzerinden değerlendirmesi de bu noktada eksik bir hassasiyettir.

İslam'ın birçok değerinin tarihi süreç içerisinde statükocu, muhafazakar, milliyetçi idareciler tarafından muhalif hareketlere karşı kullanılması, sadece İslam'a özgü bir muzdariplik değildir. Eğer böyle olsaydı bizim de sosyalizmi, Stalin'in despot, faşist sosyalist söyleminden ya da bugün Türkiye'de iktidarı paylaşan bir sol parti üzerinden değerlendirmemiz kaçınılmaz olurdu.

Bugün İslam'ın popüler olması sosyalizmin gerilemesinden değil, küreselleşmeye karşı gerçek anlamda uluslar üstü bir bütünlüğü kendi içinde taşıdığı "ümmet" anlayışı ile ve yetimin, yoksulun, emeğin ve hakkın "tevhid ve adalet" ahlakıyla gerçekten tek alternatifinin olduğu anlaşıldığındandır. Çünkü İslam'ın temel kültürü olan hacla, namazla, zekatla ve Kur'an'ın oluşturduğu ortak dille (yani tasavvurla), İslam zaten yüzyıllar ötesinin emperyalist kuşatmacılığına karşı alternatif bir enternasyonali çok daha özgün ve özgür bir duruşla kendi içinde taşıyordur. Ve İslam'ın bu potansiyeli her geçen gün daha çok hissediliyor. Bu güç İslam'ın kendi özündedir; yıkılan ve gerileyen bir ideolojinin kefareti değil. Fakat müslümanlar olarak bizlerin emperyalizmi kavramış -müslüman olsun ya da olmasın- tüm halkların haklı direnişinde ortak bir cephesi mevcuttur, taki kendi özgün kimliği ve ilkeleri doğrultusunda, bu noktada tüm umudun yanındadır.

Bize Ait Bir Değerlendirme

Küreselleşme kendi çemberini genişletirken mutlaka kuşatmayı hedeflediği değerlerin halkasını daraltması gerekir. Küreselleşmenin bu gelişim sürecine baktığımızda ümmet bütünlüğünün ulusal bağımsızlık anlayışıyla nasıl daraltıldığı malumdur. Bugünse küreselleşme, çemberini daha da genişletebilmek için toplumları bir arada tutan tüm unsurları -bu unsurlar zaten küreselleşmenin halklar üzerindeki parçalayıcı politikasının geride bıraktığı bir enkazdı- yeniden atomize etmek için şimdi de ulus anlayışını/kültürünü ortadan kaldırmak istiyor. O dönemde ümmetin parçalanması gerçeğini örtmek için "ulusal bağımsızlık" söylemi ne kadar gerçekçi ise bugün de zaten bağımsızlığını hiç kazanamamış uluslar için medeniyetler arası diyalog (monolog), sınırların kaldırılması ve kültürel zenginlik iyimserliği ile bunu farketmiş bazı çevrelerin ulus kültürüne, birliğine umut bağlaması o kadar gerçekçidir.

Bu noktada müslümanın yöntemi, zaten küreselleşmenin süreçte dayattığı ve parçaladığı ulusal, folklorik, değerlere /geleneklere sıkı sıkıya bağlanmak ve küreselleşmeye bu cepheden bir alternatif üretmek için -hatta bazı İslami çevreler yerelsellik, Türk İslamlığı... gibi tezlerini de bu çerçevede meşru bir zemine oturtabilir- zaten küreselleştirmenin bizi köşeye sıkıştırdığı bu arenada değil, kendi kavgamızı çok önceden kaybettiğimiz daha geniş ve özgün bir mevzide "ümmet olmanın anlamında" vermemiz gerekir.

SONUÇ

Kitap bir umuda ve direnişin olabilirliğine inancı çoğaltmaya dönük bir çağrı niteliğinde.

... "İnsanlara "refaha", "barışa", "kurtuluşa" kalkan bir küreselleşme treninden söz ediliyor. Ve trene binme şansını yitirenlerin sonunun hüsran olacağı mesajı veriliyor. Sanırsınız ki, Nuh'un gemisi kalkıyor da gemiye atlayabilenler "kurtulacak". Oysa kapitalizmin tarihini az çok bilenler, birilerinin trene binmesinin koşulunun çoğunun dışarıda kalması olduğunu da gayet iyi bilirler. Bu öyle bir süreçtir ki, her seferinde trene binmeyenlerin sayısını arttırıyor. Amaç, trene binmeleri mümkün olmayanları binme yarışına sokmak ve o yarıştan kar etmektir. Tren ilerledikçe felakete yaklaşıyor ve bu felaket sadece "dışarıda kalanları" ilgilendirmiyor..." (s. 24)

... Bir başka yerde sömürünün derinleşmesi kaçınılmaz olarak sizin olduğunuz yerde de sömürünün derinleşmesi sonucunu doğuruyor. Başka ülkelerde emekçilerin kaybettiği mevziler, sizin de mevzi kaybetmenizin koşullarını yaratıyor... (s. 25)

İşte bu yüzden tüm halkların yerini Dünyanın Balkonunda; "Biz buradayız" diyerek alması gerekiyor.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR