1. YAZARLAR

  2. Kadrican Mendi

  3. "Bu Bir Pipo Değildir" ya da Bir İfade Aracı Olarak Futbol

"Bu Bir Pipo Değildir" ya da Bir İfade Aracı Olarak Futbol

Temmuz 2002A+A-

"Son günlerde dünya kupası vesilesiyle sıkça yapılan haber programlarından birinde futbol tartışılıyordu. Muhalif tarafın, futbolun spor olmasının dışında / ötesinde birşeyler ifade ettiğini söylemeye çalıştıkları ilk yarım saat sonrasında top futbolcular tarafına geçti. 'Kadınlar, erkekler kadar güzel (!) futbol oynayabilir mi?' sorusu işinin uzmanları tarafından ayrıntılarıyla izah edildi. Maskulen bir akademisyenin konuk olarak gelen bayan futbolcuya "Siz hiç röveşatayla gol attınız mı?" sorusuna "Tabii ki, hem de birkaç defa" cevabını vermesi, herkesin yüreğine su serperken akademisyenin "hımm ilginç" intibaını uyandıran dudak bükme jesti seyirciler üzerinde hoş bir empati yarattı. Sorunun bu şekilde çözülmesi ve ayrılık gayrılığın ortadan kalkması herkesi mutlu etmişti. Yerinde sıkıntıdan terleyen futbol muhalifi sendikacının bir gazete yazısı tarikiyle bu huzur ve asayiş ortamını provake edici çabası, futbolcuların en kıdemlisi olduğu anlaşılan, ağarmış saçları, gülmeyen çehresi ile görkemli bir anıt gibi oturan futbol alimini çileden çıkardı. "Biz sizin sendika ağalarınızı da biliriz, açtırmayın benim ağzımı" sözleri seyircilerin nefretle irkilmelerine ve tiksintiyle kısılan gözleriyle, sendikacı futbol düşmanını hapsetmelerine yol açtı. Bilge futbolcu arkasından da "Yaşasın futbol... Yaşasın futbol..." sloganlarıyla zaten cuş'û huruşa gelmiş kitleyi cezbeye geçirdi. 3/4'lük başörtüsüyle halkın her kesiminin "kesim" kısmını temsilen oraya gelen bir teyze insanlık dışı tutumlarından dolayı futbol düşmanlarını iz'ana davet ederek onları vıcık vıcık şefkatine buladı..."

Yukarıdaki paragraf bir anti-topiadan alıntı değil, her gün karşılaştığımız ama kanıksadığımız için ancak italik olarak gördüğümüzde ayırdına vardığımız yaşanana ilişkin bir şey. Okunduğunda garip, ama izlenildiğinde olağan karşılanan kurgusal bir gerçeklikle karşı karşıyayız.

Rene Magritte otuzlu yıllarda "Bu bir pipo değildir" isimli sürrealist tablosu ile, resmedilmiş gerçekliğin çok başarılı dahi olsa gerçekliğin kendisi olmadığı konusunda "seyirci"yi uyarır. Altında "Bu bir pipo değildir" yazan tabloda vurgulanan; görülen "şey"in bir pipo değil, bir pipo resmi olduğudur. Yazılı uyarı görsel gerçekliğin büyüsünü bozar.

Bu nokta da denilebilir ki futbolun kendisi görünürdeki gerçekliğin çerçevelenmiş halini yansıtmaktadır. Görünür gerçek; futbol olarak resmedilen şeyin; bir spor, bir sağaltım vasıtası, bir eğlence, bir aidiyet unsuru ve sonuçta da hayatın bir rengi olduğu şeklindedir.

O halde görünür gerçekliğin çerçevelenmekten kurtarılması aynı zamanda izleyicinin de manipülasyondan/yönlendirilmekten kurtarılması anlamına gelir. Yazılı ikaz seyirliğin büyüsünü bozar.

Tartışmanın iki boyutu olduğunu söyleyebiliriz; ilki, yukarıdaki çerçevenin içeriğinin sorgulanması, ikincisi ve belki daha önemlisi olarak futbolun neden bu kadar etkili olduğu sorusuna ilişkindir.

Birinci tartışma nispeten daha oylumlu bir alana, yani (Althusser'in kemiklerini sızlatacak ama) bir ideolojik aygıt olarak futbolun kullanımına tekabül eder. Bu konuda söylenebilecek bol miktarda teorik malzemeye sahibiz. Ancak sadece Diyarbakırspor olayından bile hareketle yeterli esas ve ayrıntıyı yakalayabiliriz; Gaffar Okkan öldürüldüğünde holdingli bir gazete, bir yazı dizisinde Okkan'ın vatana hizmetlerinden bahsederken Diyarbakır'a geldiğinde ilk iş olarak şehri ışıklandırması, gece kulüpleri ve birahaneleri sabaha kadar açık tutması, yeni eğlence yerleri ve diskoları teşvik etmesi yanında Diyarbakırspor'a da özel bir ihtimam gösterdiğinden bahsediyordu. Politize olmuş bölge gençliğinin sistem tarafından bu şekilde törpülenmesi ve çerçeveli gerçeklikler dünyasına yönlendirilmesi, futbolun ya da onun da dahil olduğu paparazzi kültürünün ideolojik bir aygıt olarak nasıl umarsızca kullanıldığını gösteren temsil yeteneği yüksek bir örnek.

Bu yazıda futbol denen sihrin tüm alt başlıklarına girmemiz mümkün değil. Futbolun bir sektör olarak, üzerinde yükseldiği kokuşmuş zemin ve beslendiği müptezel "show" kültürü, gözlerinde perde olmayanlar açısından izaha gerek olmayan şeyler. Ancak tartışmanın ikinci boyutu, yani neden futbolun bu kadar etkin olduğu sorusu, bizi ilginç noktalara taşıyabilir.

Söze en son yapacağımız tespitle başlayabiliriz: "Futbolun bu kadar yaygın ve etkin olmasının nedeni yönetenler, aydınlar ve yönetilenler açısından bir ortak ifade aracı olarak işlevselleşmesidir. Futbola ilişkin tartışmaların yukarıda geçen birinci kısmı dünya ölçeğinde geçerliyken, ikinci kısmı daha çok Türkiye'nin özgül koşullarından (ya da başka İslam ülkelerindeki durum hakkında bilgi sahibi olmadığımız için Türkiye'nin diyelim) kaynaklanan bir etkileşimin sonucu...

Yönetenler açısından futbolun bir ortak ifade aracı olarak kullanılması, sistemin meşruiyet krizinin doğurduğu bir sonuç. Eğer bir ulus devlet insanları "meçhul asker anıtları" ile avutamıyor, Cumhuriyet Bayramları "tüm vilayetler ve yavru vatan Kıbrıs'ta halkın coşkun katılımıyla" kutlan(a)mıyorsa, toplumun aidiyet ve kimlik haritasını oluşturacak yeni ayinsel (!) düzenlemelere ihtiyaç var demektir. 90'lı yıllarda "Türkiye laiktir laik kalacak" yollu kitleselleşme çabaları ve 28 Şubat sürecinde "10. Yıl Marşı" seremonileri sistemin meşruiyet krizi ve halka yabancılaşmasını ortadan kaldırmaya yetmedi. Böyle bir ortamda siyasetçilerin, patronların (ki bunlara "müstakil" patronlar da katılmaya başladı), anchorman'lerin (medyayı temsilen) futbol kulüpleri üzerinden halkla özdeşlikler kurma teşebbüsleri ve ortak coşkuya katılmaları, bir "ulusal kült" olarak futbolda kristalize oldu ve Diyarbakırspor örneğinde de olduğu gibi sistem, bu uzlaşıyı bir manipülasyon aracı olarak kullandı ve kullanıyor.

Türkiye'nin geleneksel değerlerinden(!) "ev aydınları" ise "bil'hissi kablel vuku cihetinden" meydandaki yerlerini almakta gecikmediler. Sağ, sol, liberal, merkez sol, merkez İslamcı!.. Birçok kesimden okumuş yazmış hatta "prof olmuş şahıs" bu sosyolojik gerçeklik (!) karşısında secde ettiler adeta. Futbol, Türkiye'nin gerçekliğiydi, milyonları ilgilendiriyordu, görmezden gelinemezdi vs. Bu değerden arındırılmış steril tahliller futbolun ülkede yol açtığı kültürel ve psikolojik yozlaşmayı pekiştirmekten öteye gitmeyen ve insani olmayan açılımlar olarak orta yerde duruyor. "Ev aydınlarının" bu içgüdüsel tavırlarının arka planında ise konjonktürle (bu yazıda futbolla) ilintisi az olan daha yapısal sorunları aramak lazım. Sorun halkın gerçekliğinin futbol ya da güreş olmasından ziyade, milyonların edilgenleştirildiği bir vasatta sebeplerden ziyade sonuçların tasvirini yapmak; olması gereken üzerinde kafa yormak yerine, olanı anlatmak şeklinde bir algılama düzeyinin ev aydınlarının kapasitesini belirlemesidir.

Tarihi bağlamında aydının-entellektüelin iki vasfından söz edebiliriz; birincisi kurulu düzeni sorgulaması ve muhalif olması, ikincisi ise halka öncülük etmek gibi bir misyona sahip olmasıdır. Ancak coğrafyamızda hele postmodern dönemlerde, bu her iki özelliğin de kulağı tırmalayıcı ve sevimsiz şeyler olarak göründüğünün farkındayız. İşte bu yüzdendir ki muhalefet; "Karşı takım, falanca antrenör, hakem ya da milli takımın rakibi" şeklinde; halkın aydınlatılması misyonu ise "transfer haberleri, Avrupa Ligi ya da Hakan'ın mı İlhan'ın mı daha formda olduğuna dair" bilgilendirme olarak tezahür ediyor. Sistemle olan ilişkilerinde kritik eşiği bir türlü aşamayan ev aydınları, halk karşısındaki konumlarını entellektüelliklerinden taviz vermeden koruyabilmenin bir formülünü bulmuşa benziyorlar. Bu "köylü kurnazı" ev aydını tipi, tarihinde ilk defa halktan kopmadan, ona yabancılaşmadan kendini ifade etme imkanı elde etmiş oluyor; halka yabancılaşmadan ama kendine yabancılaşarak!..

Yönetilenler açısından ise durum hikayenin en dramatik yönü. Neden masa tenisi değil de futbolu bu kadar sevdiğinin farkında olmadan stadları ve sokakları dolduran, kitap okumayan bir toplum olarak düzenli bir şekilde "spor sayfası" okuyan, milli takımın her zaferinden (!) sonra yarın yine zam var diyerek mazohistçe bir aymazlık sergileyen, Franko'nun 3 F'sini her fırsatta bilgiççe birbirine aktaran (!) milyonların traji-komedisi... Geçim sıkıntısı ve yoksulluk yüzünden -dışarıya karşı tepki vermek yerine- kendi yaşamına son veren/intihar eden insanların yaşadığı başka bir ülke var mı bilmiyorum. Ancak bildiğim bir şey var ki mustaz'aflaştırılmış, işçisinden siyasetçisine üç yüz kelimeyle konuşabilen, "Baba Devlet Kültü"nden bağımsız düşünemeyen, muhalefete yönelik her türlü örgütlenmesinin yolları tıkanmış bir halkın, kendini milyonlar düzeyinde ancak futbol vasıtasıyla ifade edebilmeleri ya da ifade etmemeyi seçmeleri ve uyuşturucu müptelaları gibi yaşamayı, riske ve mücadeleye tercih etmelerinin ciddi bir toplumsal hastalık olarak karşımızda durduğudur...

Futbol üzerine yapılacak her eleştiri mantıksal olarak çoğunluk tarafından makul görülecek, ancak kitleler kendilerini iyi hissettikleri bu trans halinden kendi kendilerine vazgeçmeyeceklerdir.

Tablonun içine "Bu bir pipo değildir" yazmak önemli bir kalkış noktası olabilir; ancak "seyirciyi" bir aktör haline dönüştüremiyorsanız birileri başarılı tablolar yapmaya devam edeceklerdir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR