1. YAZARLAR

  2. Sezai Arıcıoğlu

  3. Suriyeli “Ceylan”lar

Sezai Arıcıoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Suriyeli “Ceylan”lar

Nisan 2012A+A-

İnce ve hafifçe yağan bir yağmurun sonundan gelseydik sorun yoktu. Tepemizde rengârenk ebemkuşakları dolandırılsaydı rüyalarımızın içine; yine aynı şekilde, sorun yoktu. Bilmediklerimiz koca birer yalan olsalardı; yine de belki sorun yoktu. Üst üste yatan cansız bedenler bir müsamerenin ya da bir tiyatronun henüz yeni açılmış bir sahnesinden alınmış olsalardı ya da.

Gözüne isabet eden merminin yol açtığı körlük bir bebeğin, bizim buradakilerin (!) körlüğünden daha derin olsaydı keşke. Hep sapsarı yaprakların o tatlı hışırtısı çıksaydı ses olarak üzerlerine bastıkça. Hep mesai sonlarının o aldatıcı rehavetinde sürseydi hayat denen mengene. Bir seyahate başlayacak olmanın ıssızlığı gibi olsaydı hep yalnızlıklar keşke.

Direklerin altında ancak görülebilen geceden sızan yalanlar, gerçekten yalan olsalardı. Bir baş ağrısı ne bileyim migren belki de ya da en berbatı yeni nakledilmiş yüzümüzün oyuncak olması olabilir miydi birkaç züppenin kamerasında.

Babalarımızın anlattığı hikâyelerdeki gibi sürseydi mazi hep. Misakı Milli iyi bir şeymiş gibi anlatılmasaydı. En zirvesinden nasıl bakılırsa hayata dağların, hep öyle zirve gibi olsaydı hayallerimiz. Dilimiz küfrün karanlığına dönmeseydi. Acı bir tat hissettiğimizde bir hamlede tükürüp kurtulabilseydik. Acıyı çekene acımayı çok görüp üzerine basıp kendi gururlarına sermaye yapanlarımız kabul etselerdi haklarında verilecek hükmü. Limanını arayan avare bir gemi olsaydı keşke üzerimizi ıslatan sahil kenarlarında. Kışa ihanet etmeyen kupkuru ağaçlar kadar yalın bir halde durabilseydik kaderimize. Kalemlerimizi batırırken önümüzdeki kâğıtlara kan damlamasaydı keşke. 

Ama böyle mi oldu?

Sert, dondurucu, göz gözü görmez, yıldırtıcı bir kasırga ile sınandık. Tepemizdeki, “kararları belli mahkemelerin” yağlı ilmeklerinin yanında yıllarca durmadan yanıp sönen mavi kırmızı ışıklardı. Evimizden çıkamadık yıllarca korkudan. Sindirilmiş, bastırılmış kimliklerimizle oyun oynarlarken laik kumarbazlar, bizimkilerden bazıları da nöbet tutuyorlardı; sıra kendilerine gelsin diye.

Öfkeden önünü göremeyenlerimiz, analiz uzmanı edasıyla, bir zamanlar ölüsevici dediklerinin sayfalarına taşınıyorlardı, hem de pılıyı pırtıyı toplamadan.

Alıştırılmış reflekslerle sürdürülen hayatlarımızı sorgulamadık, inandırıldık, itaat ettirildik. Kasıtlı olmasa da icbar edilen zorunlu bir mürailikle boğuşmaktansa, risk almayız olur biter dedik. Sona eren her gün ile başlayacak olan yeni günün idrakine varamadan bitti söylemler ve peşinden eylemler. Ve bilmediklerimiz bildiklerimizden çok daha korkunçtular.

Sayılabilen çokluklara önem veren yaklaşımlar başarıya endeksli tutumlarıyla var olagelmişlerdir, bilirsiniz. Ve şunu da bilin ki ödendikçe bedeller, küçülürler katliama göz yuman alçaklıklar.

Şimdi hangi mevkide olduğunuzun, hangi köşeyi işgal ettiğinizin, hangi sayfaya resminizin konduğunun ne önemi var veya kaç kişiye hitap ettiğinizin. Şimdi adınız hiç anılmasa ne çıkar, köşeniz elinizden alınsa, resminize tükürseler adil şahitler oldunuz diye. Tabi mahallenize "jelâtinli" bir virüs musallat olmamışsa.

Şimdi adalet terazisinde kaçamak yapıp duruyorsa Suriyeli Ceylanların ölümlerine seyirci kalanlar ne çıkar veya "babaları" ile aralarındaki bağlar mutlaklaştırılmış bir itikadın uzantısı ise. Kaç çocuk cesedi koymalısın önüne kaç kadın, kaç yaşlı?

Şimdi ellerinize uzaktan kızıl bir alev uzatılıyorsa ne önemi var veya bunlar Allah deyip de zulme ortak oluyorlarsa. Veya “Âdem’den sonra” aniden barış elçisi oluvermeyi hatırlamışlarsa.

Günlerden somurtkan siyah bir grinin ıssızlığı. Aylardan bahara özenen şizofren bir yas günü. Sene ise yüz yıl önceki bu sene...

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR