Gülşen Demirkol Özer

Yazarın Tüm Yazıları >

Benim Ülkem

Nisan 2012A+A-

Yabancıları sevmemden hoşlanmıyordu annem. Ona bir türlü anlatamadığım, adı başka dili başka bu insanların aslında yabancı olmadığıydı. Dinlediğim müziklerde, odamın duvarına astığım resimlerde bambaşka bir dil, bambaşka bir bağ vardı oysa onlarla aramda. Hiç gitmediğim ülkem vardı. Ruhumu her şehrinde gezdirirken bedenimin yaşadığı yerden daha çok benim olan bir ülke...

Sevdalanmış, romantik bir devrimci edasıyla sokaklarda yürürken bana eşlik eden, Alice'in harikalar diyarında yaşadıkları gibi olağanüstü hayallerim, gerçekle aklımın içinin bambaşkalığının ürünüydü. Bu tasavvurlardı beni güçlü kılan. Yaşadığım ülkenin gerçekleri karşısında dimdik kalmamı sağlayan. Yağmur bir bayrak diye başıma astığım siyahı ıslatabilirdi ama polisin su panzerleri asla. Bu fizik kurallarını aşan durumu anlayamazlardı. Kimse bilmezdi ‘Sultanlar Havuzu’na direnen bir halkın kararlılığının sinmiş olduğunu başımdakinin ilmeklerine. Benim ülkemin insanları önce kendi zindanlarını aşmış ve yönlerini cennete çevirmişlerdi.

Bir ülkem vardı. Legolarla dâhice planmış gibi kusursuz, gizemli detayları olan bir ülke. Kadını başka, çocuğu başka, toprağı başka. Şiir gibi adamların ülkesi. More'un ütopyası benim ülkem yanında sönük kalır. Üstelik hakikatti, ütopya kitaplarına malzeme değil. Gerçekliği halkının acısı, sabrı ve kararlılığı ile inşa edilmişti.  Bu yüzden Alaaddin’in sihirli lambasından çıkan cin beni bulsa üç dileğimin ilki benim canım ülkem olurdu.

Annem daha önce görmediği adetlerime kızıyordu. Bu da nerden çıktı diye bakış fırlatıyordu. Bu tarz kıyafetler, bu tarz müzikler, bu tarz kitaplar... İkimizin de tercümesini bilmediğimiz müziğin sesini kısarak tepki veriyordu. Oysa manaları içimde olan bu yabancı ezgiler benimdi, bizimdi, canım ülkemindi. Evde bir furya gibi fantastik şeyler anlatılıyordu. Kardeşimin de bir uzayı vardı. Hayalinde ne varsa uzayında mevcuttu. Orada bisikleti, çukulatadan çeşmeleri, son model oyuncakları olduğunu söylüyordu. Annemin almayı reddettiği herhangi bir şeye omuz silkiyor ve benim uzayımda var diyordu. Kimsenin görmediği ve görmesinin mümkün olmadığı bir uzayı vardı. Orada maddi isteklerinin hayali temsilleri vardı. Platon’un idealarını andıran bir kurguydu. Benimse ülkemde adalet vardı. İnsanları mutlu, huzurlu idi. Kimse kimseye haksızlık yapmazdı. Üstelik ben gidememiş olsam da benim ülkem gerçekten vardı. Oysa annem kardeşimin olmayan uzayına gülümserken bana kızıyordu. Acaba kardeşimin asla uzayına gidemeyecek olması, benimse bir gün gidebilme ihtimalim mi ürkütüyordu onu? Öyle de oldu!

Ülkem ülkem güzel ülkem. Toprağı, suyu, havası bambaşka. Aslında öyle başkaydı ki gittiğim ikinci gün hastalandı vücudum. Eğilip toprağını öpüyordum ama insanlarımın şüpheli bakışları başımı eziyordu. Ben onlardım, onlar bendi, bilmiyorlardı. Yabancı değildim oysa. Ben onları ta uzaklardan bağrıma basmıştım. Olsun, kardeşler arasında olur bu ama geçer. Ciğerlerime çektiğim havanın, benim canım ülkemin semalarında olması yeterdi. Bedenimin farklı tat ve havaya isyanı benim için kabullenilemezdi. Bitkin düşmüş, hastalanmıştım ama inadına şehirleri, binaları, çarşıları, nehirleri, camileri her şeyi ama her şeyi görebilmek için sürüklüyordum ayaklarımı. Herkese gülümsüyordum. Burada olduğum her an paha biçilmezdi.

Beni hayallerimin kusursuz ülkesine götüren uçan halı, toprağa ayak bastığım anda yıldızlı düşlerim gibi ardımda kalmıştı. Sanırım gerçek bambaşkaydı ama zihnim öyle profesyonel teviller yapıyordu ki, bu nedenle hiçbir kusur bu mükemmelliği tam olarak bozmaya muktedir olmuyordu. Her kötü kurulmuş cümle, görüntü, tuhaflık olsa olsa düşmanların bir oyunuydu. Çünkü ülkemin düşmanları çoktu ve her an onu yok etmek için fırsat kolluyorlardı. Bu yüzden duyu organlarımın beynime yolladığı sinyaller ne denli negatif olursa olsun algımı değiştirmeye yetmedi. Benim ülkem, benim güzel ülkem, dünyada kaçıp sığınabileceğim annemin göğsü kadar güvenli eşim, aşım, canım...

Havasını hiç solumadan âşık olduğum, zihnimin en süper yapımı. Yemeklerinin farklı tadına isyan eden dilime kızdım da her şeyi güzel ülkemin hiçbir özelliğine halel getirmedim.

Sokaklarını bir şaheser seyredercesine gezerken köşe başlarında satılan yasaklı tezgâhları çiçekçiye dönüştürdüm. İnancıma, samimiyetime dair sorulan tuhaf sorulara pür tebessüm ile memnun edici cevaplar ürettim benim ülkemin, benim sandığım insanlarına. Zulüm, hırsızlık, rüşvet diye hançerelerini yırtanlara hain düşman sözleri diye kulaklarımı tıkadım.

Büyüyordum. Zihnimde ülkeme dair anılar, kötüleri elenmiş ve iyileriyle idare edilen bir durumda yaşıyordum. Ülkem yine de benimdi. Ama galiba annem haklı çıkıyordu. Yabancılara güven riskli bir işti. Okuduğum kitapların birisinde “Yetiştiremediğin adam senin değildir.” diyordu yazar. Bense ülkemin beni yetiştirdiğini ve değerlerimin oradan ithal olduğunu düşündüğüm ters bir denklem kuruyordum. Sanırım uzaktan eğitim karşıtı olacağım. Kurduğum tüm denklemler eşitsiz, haksız, adaletsiz çıktı. Şiir yürüyüşlü adamların çocuklara doğrulan silahını gördüğümde ülkemde çok şiddetli bir deprem oldu. Bir çığlık attım. Annemin gözleri beni buldu. Kardeşlerim yanıma geldi. Onların elini tuttum. Her yerde kan vardı. Ülkemin elleri kana bulandı, ülkem katil oldu. Benim ülkem, canım ülkem, yıkıldı yerle yeksan oldu.

Çocuk ve kadın cesetleri arasında bir mezar açıldı. Ülkemin insanlarına zindanlardan kurtuluşu öğreten adam kitaplarını bir bir yırttı. Kerbela’nın mazlum çocukları bir bir tükürdü katillerin yüzüne. Babası öldürülen çocuklar, Habil’in Kabil’e baktığı gibi mahzun baktı ülkemin insanlarının yüzüne. Her şey çok acı oldu, ellerimizin birbirine kenetlenme umudu yok oldu. İllüzyon bitti. Zihnimde bir deprem oldu, ülkem yerle yeksan oldu.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR