Mehmet Emin Kazcı

Yazarın Tüm Yazıları >

Sözleşme

Kasım 1997A+A-

Kardeşlerimizin çıkardığı her dergi beni heyecanlandırmıştır.

Yazarlarının çoğunu tanısam ve fikirleri hakkında bir hayli bilgi sahibi olsam bile, yine de yeni bir derginin o yazarları da aşan bir boyutu olduğunu düşünür, adeta sürpriz bekleyenlerin duyduğu bir heyecanla okurum. Sözleşme de öyle oldu. Gündüz elde ettiğim ancak okumak için sabırsızlıkla akşamın olmasını beklediğim dergiyi bir gecede okudum.

Dergiyle ilgili kafamda oluşan çeşitli soru işaretlerini belirtecek olmam, dergiyi beğenmediğini anlamına gelmez kuşkusuz.

Zaten zihinsel yoğun bir derginin eleştirilmesi, varlık sebepleriyle de örtüden olağan bir durumdur.

Dergiyle ilgili kaygılanın dışındaki tüm hususlar, derginin olumlu yanlarını oluşturacağından, övgülerimi ayrıca saymaya gerek olmadığı kanaatindeyim.

Dergi yöneticilerinin de vurguladığına göre "Sözleşme, düşünce eksenli teorik bir dergi."

Yine kendi deyişleriyle. "Babil Kulesi misali her kafadan bir ses çıkan", "derin entellektüel kriz" yaşanan bir ortamda -belli ilkeleri gözetmek kaydıyla- söyleyecek sözü olanlara sayfalarını açmış bir dergi. İşte tam da bu noktada, bu türden düşünsel ağırlıklı teorik dergileri bekleyen en ciddi handikap ortaya çıkıyor:

"Sözleşme" türü dergilerin; toplum fertlerine çeşitli zihinsel açılımlar, yeni felsefik boyutlar sağlama gibi avantajlar yanın da kafaları daha da karıştırma, yumak haline gelmiş düşünsel vasatı Büyük İskender'in kılıcının bile kesemeyeceği bir mukavemete sahibi kılma gibi bir işleve teşne olma riski de vardır.

Bu teşne olusun asla murat edilmediği halde ortaya çıkmasının, çok büyük bir önemi de yoktur.

Kaldı ki zihinsel çabaların, "sadece soyut bir alanda muhafaza edilebilmesi gibi bir yetenekten mahrum" bir yaratılışımız var.

Çünkü tüm pratiklerimiz, son tahlilde zihni ya da teorik birikimlerimizin izlerini taşımak durumunda.

Düşüncelerimiz; zaman itibariyle eylemlerimizi önceleyen bir karaktere sahip olsa da yine de fiillerimiz, vücut bulmuş fikirler cümlesinden başka birşey değil.

Ancak amellerdeki bir mahzuru anında gözlemleyip kınayabilmekteki kolaylığı, eğer henüz fiile dökülmemişse düşüncelerde tesbit edip tashihine yönelmek göreceli de olsa daha zor ve sürelidir. Bu bağlamda, teorik dergilerin göreceği yanlış bir işlevin vebali, çiğ bir amelin vebalinden daha az değildir.

"Sözleşme"nin, düşün enflasyonu yaşanan, bir kaygan zeminde çok titiz, çok özenli ve çok dikkatli adımlar atması gerektiğine inanıyorum.

Dergide sıkça altı çizilen, "serbest düşünce ve bireysel özgürlük" telakkilerinin, özellikle "biz"ler açısından her türlü ortak paydayı dinamitleyecek bir silaha kolaylıkla dönüşebilici mahzurlarını bir an bile gözardi etmeden sorumlu ve bilinçli bir yaklaşım içinde olmamız gerekir.

Bu uzun girişten sonra "Siyasal İslam"ı konu edinen ilk sayıyla ilgili kafamda oluşan bazı istifhamları dile getirmek istiyorum.

Öncelikle yazıların genelinde dikkatimi çeken bir şey oldu:

Yazarlar, Siyasal İslam üzerine çeşitli görüşler bildirdikten sonra yazıların sonlarına doğru! "esas tartışılması gereken şudur" gibi ibarelerle okuyucuyu bir kavşak noktasında bırakıyorlar. Birçok tesbitler yapılıyor, ancak vakayla ilgili esas can alıcı çözümlemeler epey müphem bırakılıyor.

Bir şeyin "ne olmadığını" ortaya koymaktaki maharetin "ne olduğu" konusunda ortaya konulamadığını görüyoruz.

Belki esas çözümlemeler "aslında tartışılması gereken husus şudur" cümlelerinin esrarında saklı, ancak, yazı bitmeye yakın, bir tesbit olarak tartışmanın gerekliliği vurgulandığı için, o ana kadar okuduklarınızı niçin okuduğunuzu tam olarak anlamlandıramıyorsunuz.

Özellikle "biz" bölümleri için sergilenen mübalağalı özgürlük yaklaşımları, müslümanların homojen düşünen insanlar olmadığına yapılan "aşırı" vurgu, fikir çeşitliliğinin zenginlik olarak kabul edilmesi gerektiğini fazla hamasi üsluplarla dile getirmek, -nötr insanın zaafları da gözönüne alınırsa- mitoz bölünmeleri daha da hızlandırıcı bir işlev güder gibime geliyor.

Bu kadar fazla renkliliğin, renksizlikle sonuçlanacak bir toplum oluşturmasından endişe duyuyorum açıkçası..

Kaygılarımı örneklerle açıklasam meramımı daha iyi anlatabilirim herhalde.

Özellikle Metiner kardeşimizin "Allah dikseydi siz tek bir ümmet yapardı" ayetinden yola çıkarak "Allah yeryüzü galaksisinde tek tip düşünen bir ümmet olsun istemiyor, o halde Allahın dilemediği bir şeyi Allah adına siyasal bir proje haline dönüştürerek dilemek, Allahın adını kirletmektir" şeklindeki satırlarında tazyik derecesinde vurgu yaptığı bireysel özgürlüğü savunan aşın cümleler, belki yazanın da kasdını aşan yorumların cenderesine düşürüyor insanı.

Allahın -eğer dileseydi- insanları tek bir ümmet haline getirmesi olayı, onun gücünün ve kuvvetinin yüceliğine ve bir de insanların başkalarını zorlamamalarına işaret içindir.

Ancak Metiner kardeşimiz bunu öyle bir üslupla söylüyor ki sanırsınız Allah insanların arasında çeşitlilik olmasını istiyor, renklilik olsun istiyor, tekdüzeliğin sıkıcılığına vurgu yapıyor...

Oysa Allah, insanları sadece ve sadece kendisine kulluk edilmesi için yarattığını belirtiyor, öyle olmasa o renkli renkli insanlara niye öbür dünyada istedikleri gibi kullandıkları özgürlüklerinden dolayı azap etsin ki!

Müslümanların tüm insanlığın tek bir ümmet haline gelmesini istemesi de çok doğal bir şey. Doğal olmayan bunun zorla yapılmaya çatışılması.

Oysa Metiner kardeşimiz "Allahın dilemediğini dilemek" demek suretiyle neredeyse bunu dilemenin bile suç olduğu izlenimi uyandıran aşırı heyecanlı bir üslup kullanıyor.

Sonuçta belki kendi maksadını da aşıyor.

Dikkatimi çeken bir diğer nokta. Siyasal İslam konusunda o kadar farklı yaklaşımlar var ki neden bilmem bu düşünsel zenginlik karşısında biraz umutsuzluğa düştüm sanki.

Tabi ki bu benim sübjektif düşüncem!

Bir çok yazar değişik bir yaklaşımla Siyasal İslami değerlendirirken örneğin Okçu kardeşimiz, böyle bir kavramın tipik bir oryantalist indirgemeciliğin sonucu olduğunu söyleyerek olaya bambaşka bir boyuttan yaklaşıyor.

Yine derginin birçok yerinde "ne İslami ne de başka türlü İdeolojisi olmayan bir devlet" istendiği gibi kasdi aşabilecek üsluplarla kafalar iyice karışıyor.

Yani aslında bir İslami devlet yaklaşımı var da o mu beğenilmiyor, yoksa İslam zaten ideolojisi olmayan bir devlet öngördüğü İçin sonuçta yine İslami bir devlete mi vurgu yapılmış olunuyor?

Gerçi Metiner kardeşimiz bu konuda aslında İslam'ın da ideoloji öngörmeyen bir organizmadan yana olduğunu izah etmiş ama yine de kullanılan kavramların meramın anlaşılmasını en çok sağlayacak şekilde titiz seçilmesi daha iyi olabilir.

Çünkü birçok kişi ne İslam, ne laik ne başka türlü bir devlet tezi değil "ideolojisi olmayan apayrı bir devlet" türü sayıldığını zannedebilir.

Bu arada Siyasal İslam kavramının Ulus-devlet telakkilerine bir tepki olarak suni bir şekilde doğduğunu ve bu bağlamda aslında "devlet" denen yapılanmanın İslam'da yeri olmadığını söyleyen bazı yazar kardeşlerimiz, zaten ne peygamber devrinde ne de halifeler döneminde böyle bir kavramın asla kullanılmadığına dikkat çekerek, "devletsiz" bir yönetimden yana olduklarını vurguluyorlar.

Eğer devlet kavramının asr-ı saadette kullanılmamış olmasını tezlerinizi güçlendirici bir delil olarak ele alıyorsanız, neredeyse her satırda kullandığınız demokrat ve demokrasi kavramlarıyla yaptığınız izahları nereye oturtacaksınız?

Çünkü devlet kavramının literatüre girmesi her ne kadar çok sonraları olmuşsa da, demokrasi kavramına göre bir hayli kıdemli bir kavram olduğu da söylenebilir.

Kafamdaki bir diğer istifham noktası da şu:

Yüce Kitabımızda "Allah ve rasülü bir konuda hüküm verdiği zaman müslümanlara düşen 'dinledik ve itaat ettik' demeleridir" buyruluyor.

Bir başka ayette "Ulu-l Emr" kavramı da zikrediliyor.

Bu çerçevede bu ayetleri sadece Peygambere has bir itaatlilik olarak mı. değerlendirmeliyiz, yoksa bu ayet, müslümanların zihni disiplini açısından peygamber varisi olan alimleri de kuşatıcı, çağlara şamil bir hüküm müdür?

Sözleşme'deki "zaten İslam, müslümanları da homojen bir grup olarak kabul ermez, onların fikri zenginlikleri 'olumlanan' bir durumdur" şeklindeki yaklaşımlarla yukarıdaki ayetler arasında nasıl bir uyum sağlayabiliriz?

Metiner kardeşimiz "bir devlette herkes müslüman olsa da bir tane hristiyan olsa, o bir tek kişi benini sahip olduğum tüm hak ve özgürlüklere sahip olmalıdır" eliyor.

Tabi bu görüş, o hristiyanın özgürlük olarak talep ettiklerinin neler olduğunu bilmeme varsayımına dayanarak, ilk bakışta kabul edilebilir bir yaklaşım olarak görülse de, ben dünya üzerinde böyle bir devletin varlığından daha haberdar değilim ve büyük bir ütopya düşünemiyorum.

Demokrasiyi en kamil manada uygulayan toplumlarda bile böyle bir özgürlük telakkisinin varlığına asla şahit olmadım.

Savunduğumuz demokrasi mi yoksa onu da asan bir düzen mi?

Bir Hristiyanın yasam tarzı, insan olması hasebiyle korunmalıdır, doğru..

Peki, soyut özgürlükler bağlamında olaya bakacak olursak, herkes istediği kadar müslüman olmakta da özgür olmalı mı?

Bir hristiyan için düşünülen özgürce yaşama hakkini: kendisini, kendi algıladığı şekilde müslüman olarak telakki eden bir "müslüman"a da verecek misiniz?

Çünkü madem sık sık "benim İslam'dan anladığım budur" şeklinde vurgular yapılıyor. o halde biri de kalkıp "arkadaş benim İslam'dan anladığım da budur" deyip, size göre İslam sayılmayan -ancak bireysel özgürlük bağlamında bunun hiç bir önemi de yok, çünkü herkes doğuştan düşünme, yorumlama ve yaşama hakkına sahiptir- bir dini, istediği gibi yaşayabilecek midir, yoksa siz resmi bir İslam ortaya koyup "ya sev ya terket" mi diyeceksiniz?

Dininizle hiç bir ilgisi olmayan birine gösterdiğiniz hoşgörüyü: dininizin, size göre yanlış bir versiyonunu uygulayanından mı esirgeyeceksiniz?

Eğer esirgemeyecekseniz, o zaman bu kadar renklilik sıkletini hangi tanzim edilmiş kamusal alan terazisi kaldıracaktır?

Sonra yazılarda sık sık vurgulanan "biz" ve "ötekiler" ayrıştırmasında "ötekiler"e nispeten algılayabiliyoruz da "biz" kimiz?

Ötekilerle sözleşme imzalamadan önce "bîz"i iyi ortaya koymak gerekmez mi?

''Biz"im sözleşmemiz var mı, ya da nasıl olmalı?

"Biz" var mıyız?

Sözleşmenin tarafı olabilme ehliyetine sahip bir "biz" nerede?

Aslında herkesin: hristiyan – müslüman - dinsiz, ne olursa olun, her türlü hak ve özgürlüğünün teminat altına alınması veri kabul ediliyorsa, "biz" kavramı, doğal olarak renk cümbüşünün tamamını ihtiva etmiyor mu?

Ayrıca bir bölümlenmeye niye gerek kalıyor?

Eğer "İslam'dan anladığınıza göre" gerek kalıyor ve "biz" denilenler de kendi aralarında heterojen bir renk zenginliğinin gonca gülleri ise, kamusal alanın herkesin özgürlüklerine cevap veren mucizevi bîr alan olması gerekmiyor mu?

Aslında kafamız epey karışık.

İtiraf etmeliyim ki, Sözleşme'nin ilk nüshasındaki rengarenk bir çok yazı, kafamdaki karışıklığı daha da artırdı.

Bu kadar çeşitli düşünsel zenginlik karasında sevinçten ziyade umutsuzluk duyduğumu başta belirtmiştim.

Aşırı zengin toplulukların refahtan şımarıp yok olma belasına müptela olduğu gibi biz de aşın düşünce zenginliğinden dolayı daha çok zillet ve boyunduruklara düşmeyelim istiyorum.

Siyasal İslam konusunda bu kadar farklı ve renkli görüşler okuyup yığınla soruyla baş başa kalınca, kendimi bir çok yolun kesiştiği bir kavşakta yapayalnız hissettim nedense

Belki okuyucu tepkilerine göre, yetkin arkadaşlar, ikinci sayıda gerekil cevapları verilebilirler.

Sözleşmeyi çıkaran kardeşlerimize basanlar diliyor, çok dikkatli bir yayıncılık yapmalarını, acizane bir kardeşler; olarak bir kere daha hatırlatıyorum.

Allah hepimize zihin açıklığı versin. Kalplerimizi birbirine yaklaştırsın!

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR