1. YAZARLAR

  2. Ferid Aydın

  3. Rabıta mı, Meditasyon mu?

Rabıta mı, Meditasyon mu?

Aralık 1995A+A-

Epeydir üstü küflenmişken son zamanlarda yeniden gündeme getirilen konulardan biri de "rabıta"dır. Ancak bu kelimenin kavram olarak, ya da Nakşibendi Tarikatı'yla ilgili bir terim olarak ne anlama geldiği, geniş bir kesim tarafından etraflıca bilinmemektedir.

Kanaatimiz odur ki: Şu veya bu şekilde "müslümanım" diyen insanların vicdani planda ayrışma sürecine girdikleri günümüzde "rabıta"nın ne olup olmadığı artık çok kesin bir şekilde ortaya konması gerekir. Çünkü bu ayrışmayı belirleyen ölçülerden biri de belli bir kesim tarafından İslam'a mal edilmeye çalışılan, ancak kaynağının Kur'an olup olmadığı tartışılan bir takım yorumlar vardır ki bunların başında "rabıta" gelmektedir.

Bu noktada şunu bilmek gerekir ki, temel kural olarak İslam, -birbiriyle çelişen değil- aksine birbirini tamamlayan Kur'ani gerçeklerden örülü bir din olduğuna göre bir kavramın, bir yorumun, ya da bir düşünce şeklinin, ruhunu İslam'dan alıp almadığı, önce onun bu gerçekler manzumesiyle uyuşup uyuşmadığına bakılarak anlaşılır. Nitekim "rabıta"yı önce bu açıdan incelemek istediğimizde onun, İslam'a ait bir şey olduğu izlenimini uyandıracak en zayıf bir ışığa bile rastlayamıyoruz. Bilakis gerek tanımı, gerekse uygulanış biçimi bakımından Uzakdoğu'nun çok eski, karmaşık ve egzotik dinsel ritüellerini çağrıştırdığı açıkça görülür. Öyle ki İslam'ı vasat düzeylerde tanıyan ve inanç sistemlerinin evrimi hakkında az çok bilgi sahibi olanlar bile bu gerçeği anlamakta zorluk çekmezler.

Peki "rabıta" nedir?

İlginçtir ki bu soruya bir cevap bulmak şöyle dursun, "rabıta" kelimesini hayatında hiç duymamış yüzbinlerce müslüman vardır ki bu gerçek bile tek başına, "rabıta"nın İslam'la ne kadar ilişkili olduğunu açıklamak için yeterlidir. Evet mistik akımlardan belli bir kesimin aşırı bağlıları tarafından "rabıta" lehinde yapılan yoğun propagandalara rağmen, İslam'ı arı kimliği İçinde hazmedebilmiş yüzbinlerce, belki milyonlarca insanın, bu kavram hakkında hemen hiç bilgisi yoktur. Bununla birlikte "rabıta" denen tarikat kuralı, Nakşibendilerin ifadesiyle:"Müridin, şeyhini hayalinde canlandırmasıdır" diye en kısa bir tanım içinde sunulsa bile, selim tabiata sahip hiç bir müslümanın, bunu İslam adına bir değer olarak anlaması mümkün değildir.

Oysa Nakşibendilere göre "rabıta", ne yukarıdaki kısa tanıma sığabilecek gibidir, ne de Kur'ani gerçekler dışında bir şeydir.

"Rabıta"yı dayandırdıkları iki ayet-i kerime (5/35-9/119) üzerinde ise zaman ve mekan bakımından burada tartışabilecek imkanlara sahip değiliz. Şu kadarını ifade edelim ki, Asr-ı Saadet'ten günümüze kadar İslam alimlerinin bu iki ayet-i kerime hakkında yaptıkları açıklamalar ne birbirinden pek farklıdır, ne de Nakşibendileri doğrulayacak en ufak bir nüans taşımaktadır. Bunun tersi de zaten düşünülemez.

"Rabıta"nın kaynağına gelince onun, daha birçok tarikat kuralları gibi mayasını Patankalizm'den ve Sankara Felsefesinden aldığı hakkında çağımız ilim adamlarının artık hiçbir tereddüdü kalmamıştır. Çünkü gerek Budizm'in Arhani kültüne bağlı bir çok kavram ve disiplin pratiklerinin, gerekse başka dinlere ait kalıntıların, çeşitli sebep ve amaçlarla tarih boyunca İslam'a bulaştırıldığı -özellikle son zamanlarda yapılan derin ve güvenilir araştırmalar sonucu- artık kesinlik kazanmış bulunmaktadır.

Buna rağmen hâlâ büyük kalabalıkların, nasıl olup da Nakşibendî tarikatına rağbet gösteriyor olduklarının (bu insanların, gerek eğitim düzeylerine, gerekse onları daha çok psikolojik açıdan yönlendiren arka plandaki faktörlere, güç ve odaklara bakıldığında bunun) yukarıdaki gerçeği doğrulayan ayrı bir kanıt olduğu hemen anlaşılır. Çünkü zaten vaktiyle Budizm, Samanlık, Zerdüşt, Mani ve Mazdek dinlerinin, İran, Hindistan ve Türkistan'daki müslümanlar üzerinde etkili olması yine aynı nedenlere dayanmaktadır. Yani İslam Devleti'nin Kur'ani eğitiminden uzak cahil topluluklar, alimlerden daha fazla muhit yapmış bilgisiz bazı ruhanilerin peşinden sürüklendikleri için yüzyıllar önce bu sorunlar başlamış ve ağır birikimler halinde günümüze kadar sarkmışlardır.

İşte bu sorunlardan biri de "rabıta" adı altında İslam'a uyarlanmaya çalışılan Patankali Meditasyonudur. Bu meditasyon sistemi özellikle Budha'ya benzer bir tarzda yaşayan Hint'li ruhanilerden Habibullah Mazhar (1699-1781)'ın yaşam tarzında ısrarlı bir süreklilik göstermiş ve O'nun (öğrencisinin öğrencisi olan) Halid Bağdadi (1778-1826) tarafından da -günümüz Nakşibendiliğinde uygulanan şekliyle- belirgin kurallar üzerine oturtulmuştur.

Eğer Rabıta" özel bir saygıyı sembolize etmektedir, yani irşad makamında bulunan bilge kişiye karşı gösterilmesi gereken bir jest şeklidir, çünkü mürid, şeyhinin ilminden yararlanmak istemektedir, binaenaleyh "rabıta" onun şeyhine karşı uymak durumunda olduğu bir disiplin kuralıdır; bunun garipsenecek neresi vardır" diye savunulacak olursa hemen ifade etmek gerekir ki, esasen tüm cahili sızıntıların arkasında çoğu zaman bu türlü masum savunmalar vardır. Halbuki "rabıta"nın, şeyh ile mürid arasında bulunması gereken sıradan bir hoca-öğrenci ilişkisi olmadığı Nakşi kaynaklarından açıkça anlaşılmaktadır.

Üstelik "rabıta" ile Hint kaynaklı meditasyon sistemleri arasında bir karşılaştırma yapılacak olursa, aralarındaki inanılmaz benzerlikleri ve ortak noktaları rahatça saptamak mümkündür. Bunların başlıcaları şunlardır:

1-Vecd halini yaşamak, (yani gizli ve içsel bir coşku ile mistik bir hazza ulaşmak) için hareketsiz durmak,

2-Zihni belli bir nokta üzerinde yoğunlaştırmak ve bu nokta dışındaki tüm fizik izleme ve izlenimlerden sıyrılmaya çalışmak.

3-Solunumu kontrol altına almak.

4-Belli şekillerde oturmak.

Üstelik "rabıta" olsun, meditasyon olsun, her ikisi de Hindistan neşvesine sahiptir. Evet işte bunlar "rabıta" ile Patankali Yogasının ortak yanları, aynı zamanda temel kurallarıdır. "Rabıta"nın esasen arka plandaki portresi budur.

Onun için, rabıta ile yoga arasında, hem nasıl olur da tesadüfen bu kadar benzerlikler bir araya gelebilir, hem de "rabıta", buna rağmen hangi ilgi ve ilişkiyle ilhamını Kur'an-ı Kerim'den (yani Maide Suresi'nin 35. ve Tevbe Suresi'nin 119. ayetlerinden) almış olabilir? Nakşibendiler, İlim divanında bu iki soruya cevap bulmak zorundadırlar. Aksi halde şaibe altından çıkamazlar!

Şeyhin cismâni (fizik) varlığını zihinde canlandırmak ve bütün dikkati belli bir zaman kesiti içinde bu varlık üzerinde yoğunlaştırarak özel bir oturuş şekliyle hareketsiz durmak... Bunlar "rabıta"nın temel kurallarıdır.

Peki, şeyhe saygıyı bu duvarlarla örülü bir kalıbın içine yerleştirmeye çalışırken Nakşibendiler acaba kanıt olarak, yukarıda sözü edilen iki ayet-i kerimeye mi gerçekten tutunuyorlar? Eğer cevaplan "evet" ise, bu iki ayet-i kerimeyi 1500 yıldır, Nakşi ruhanilerinin anladığı şekilde anlamayan (başta sahabiler ve tabiiler olmak üzere) ümmetin büyükleri, müfessir ve alimleri ile onlara inanan yüz milyonlarca müslümanın kanaat ve inancı yanlış mıdır? Yani bütün bu insanlar dalalet içinde midirler? "Rabıta"nın, kaynağını kitap ve sünnetten aldığını, Hindistan'dan Nakşibendiliği buralara kadar taşıyan insanlar mı yalnızca biliyordu? Yani onların dışındaki İslam alimlerinin tümü basiretsiz ve Kur'an gerçeklerini anlayamayacak kadar bilgisiz mi idiler?

Nakşibendiler, sırf "rabıta" ile ilgili olarak bu ve daha bir düzine soruyu nasıl ve neye dayanarak cevaplayabileceklerdir? Doğrusu merak etmemek elde değil.

Şurası bir gerçektir ki, Nakşibendilerin, geleneksel Sünniliği temsil eden ve bu yüzden de pek ürkütmüyor gibi görünen dış dekorlarına rağmen bağlı oldukları Hint kaynaklı mistik felsefenin, batınîlik malzemeleriyle oldukça donatılmış iç cephesinde "rabıta", esaslı bir köşe taşıdır. Çünkü "rabıta", şeyhi doğaüstü bir varlık olarak müridin zihnine yerleştirmeyi sağlayan sihirli bir anahtardır. Yoksa sanıldığı üzere şeyh, herhangi bir din adamı gibi sade bir "Efendi Hazretleri" değildir. Bilakis o, müridin zihninde ve iç dünyasında yerleşmiş öyle yüce, öyle ulvi, öyle güçlü ve heybetli bir varlıktır ki, "rabıta" gerçek anlamda etkisini gösterdikten sonra şeyh, müridin vicdanında oluşan kesin bir imanla artık istediği her şeyi yapabilen, Allah adına yeryüzünde karar alabilen ve aldığı kararı uygulama yetkisine sahip bulunan, cennetle ödüllendirebilen, cehennemle cezalandırabilen, icabında haramı helal, helali de haram yapabilen, yağmur yağdıran, bereketlere sebep olan, ordulara düşman karşısında zaferler kazandıran, öfkelendiği zaman insanları felaket ve musibetlerle perişan edebilen kutsal bir varlıktır.

Kulağa sade gelen, ancak bu mitolojinin lügatinde çok önemli bir yere sahip bulunan "himmet" sözcüğü, işte bütün bunları özetleyici bir anlam taşır ve "rabıta"yı tamamlar. Yoksa uzlaşmacı bazı ilahiyatçılar tarafından ileri sürüldüğü üzere "rabıta", sade bir "aynileşme, identification" değildir.

Nitekim Nakşibendi Tarikatı işte bu sihirli anahtar sayesinde mensuplarını böyle şartlayabildiği içindir ki, müridleri diğer tüm tarikatların mensuplarından çok daha esaslı bir disiplin içinde organize olabilmektedirler ve şeyhlerine canfeda bir şekilde bağlıdırlar. Öyle ki, eğer bir Nakşibendi şeyhi müridlerinden birine, onun ulaşabileceği herhangi bir hedefi gösterecek olsa, mürid o işi ne pahasına olursa olsun yapmaktan asla çekinmez! Dolayısıyladır ki, Nakşi cemaatları, güvenlik, siyaset ve politika çevrelerinin daima dikkat odağı halindedirler.

Özellikle şunu vurgulamak gerekir ki: İslam, dünyevi hayat alanları konusunda ve meşru çerçevede her tür yenilenmeye açıktır. Fakat Allah'a kulluk noktasında ilhamını Kur'an'dan almayan hiçbir inanış ve ibadet şeklini İslam'a mal etmek mümkün değildir. Nitekim "rabıta" ve benzeri dış kökenli panteist inanış stillerinin endişe veren yönü, onların Allah Teala'ya, O'nun istemediği iman ve amel kuralları içinde birer inanış ve uygulama biçimleri olmalarındandır.

"Rabıta" ile ilgili olarak söylenecek çok söz vardır. Özellikle bazı odakların dürtüleri altında "rabıta"nın son zamanlarda daha sıkça gündeme getirildiği gözönüne alınacak olursa İslam'ı çok daha içeriden deformasyona uğratmak isteyenlerin atakta olduğu ihtimali büyüktür. O bakımdan, hem İslam inanç sisteminin disiplinini korumak, hem de kişilerin münferid hükümleri şeklinde ortaya çıkan polemiklerle müslümanlar arasında tırmanabilecek huzursuzlukları önlemek için her şeyden önce bu konunun İslam alimleri tarafından ortak bir çalışma ile ele alınarak acil ve kesin bir şekilde sonuca bağlanmasının gerekliliğine İnanıyoruz. Dolayısıyla "rabıta" hakkında bir takım ipuçları olarak kısa bir mesaj mahiyetinde verilen bu bilgileri, sade bir aktüalite diye okuyup geçmeyi müslümanların taşıdığı ağır sorumlulukla bağdaştıramayız. Çünkü "rabıta", bundan sonra da yeni içerikler kazanarak İslam'ın tahrip edilmesinde çok daha etkin şekiller alabilir.

Çekici ve büyüleyici malzemeleri bakımından zengin olan ve özellikle Anadolu'da son 150 yıldır yerleşip tutunmuş bulunan mistik bir hareketin, "drahma"larla Kur'ani değerleri yozlaştırmada veya onları batıl dinlerin kavramlarıyla sentezlemede daha etkin rol oynaması karşısında gerekli duyarlılığın gösterilmesi kaçınılmaz bir ödevdir.

Aksi halde Kur'an'ın feyizli ve nurlu yolları -Allah korusun!- yüzümüze kapanabilir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR