1. YAZARLAR

  2. Ahmet Emin Dağ

  3. Ortadoğu’nun Biçimlendiriliş Süreci: Irak, Suriye, İsrail

Ortadoğu’nun Biçimlendiriliş Süreci: Irak, Suriye, İsrail

Eylül 2003A+A-

İsrail'e bağlı savaş uçakları, 4 Ekim 2003 tarihine denk gelen Cumartesi sabaha karşı Suriye hava sahasını ihlal ederek başkent Şam'a yakın bir bölgeyi bombalıyordu. İsrail'e göre bombalanan yer İslami Cihad grubuna ait eğitim kampları idi. Suriye tarafından basına dağıtılan resimlerden söz konusu yerin metruk bir yerleşim yeri olduğu anlaşılıyordu. Lübnan'daki Suriye-İsrail çekişmesi bir yana, bu saldırı, 30 yıldır İsrail'in ilk defa Suriye topraklarına doğrudan askeri bir müdahalede bulunması anlamına geliyordu.  Arap-İsrail çekişmesi ve dünya dengeleri açısından tüm kartların yeniden karıldığı bir dönemde gelen bu saldırıya gerekçe olarak, birkaç gün önce Hayfa kentinde gerçekleştirilen ve İslami Cihad tarafından üstlenilen intihar saldırısı gösterilmişti.  Bu gerekçe kabul edilse dahi, Hayfa'daki olaya kadar İslami Cihad'ın üstlendiği onlarca eylem olduğu halde İsrail'in neden daha önce değil de şimdilerde Suriye'yi hedef aldığı sorusunun cevabı tam olarak alınmış sayılmaz.

Eğer hala varlığı bir anlam ifade ediyorsa, uluslararası hukukla, devlet sınırlarının ihlal edilemezliği ilkesiyle ve daha onlarca düzenleme ile çelişen bu saldırıya Arap ülkeleri doğal olarak sert tepki göstermişti. Avrupa diplomatik bir dil kullanarak, iki tarafla ilişkilerini zedelemeyecek bir üslubu tercih etmiş, Amerika ise olayın sıcaklığını koruduğu ilk dakikalarda iki tarafa da gerilimi azaltma telkininde bulunurken, bir gün sonra ABD Başkanı George W. Bush, İsrail'in kendini savunma hakkını gerekçe göstererek Suriye'yi uyarmayı tercih etmişti. Uluslararası tepkilerin farklılığı, olayın herkes için farklı anlamlar taşıdığını ve herkesin hesabının farklı olduğunu ortaya koyuyordu aslında.

Suriye yönetimi, her egemen devletin yapması gerekeni yaparak, saldırıların devam etmesi halinde İsrail'e gereken yanıtı vermeye ve misillemeye hazır olduğunu duyurdu. Ama geri adım atmaya niyetli olmadığını açık dille deklare etse de, gerek ABD'den gelen uyarılar ve gerekse Irak işgali sonrası başını bu ülke ile derde sokmaktan korkması sebebiyle harekete geçme takatinin olmadığını, Şam yönetiminin herkesten daha iyi bildiğine kuşku yoktu. Bu ilk beyandan ziyade, Ekim ayı sonunda Suriye yönetiminden yapılan "Golan'daki Yahudi yerleşimlerini bombalarız" açıklaması çok daha gerçekçi ve hesaplanarak söylenmiş bir tehdit idi. Çünkü böyle olması halinde, Suriye zaten kendi toprağı olan ve 1967'den beri İsrail işgalinde bulunan Golan'daki Yahudi kolonilerini vurmuş olacak, dolayısıyla uluslararası tepkileri kendi lehine etkileyebilme oranı çok daha fazla olacaktı. Ne de olsa kendi topraklarını işgal edenleri vurmanın hafifletici bir gerekçe olabileceği beklenebilirdi. Bu ise, bölgenin yeni "işgalcisi" suçlamalarının muhatabı olan ABD'nin şu dönemde hiç istemeyeceği bir gelişme olsa gerek.

Söz konusu saldırı, iki taraf arasındaki barış görüşmelerinin tamamen koptuğu 2000 yılının ilk günlerinden bu yana yaşanan en sıcak temastı. Zamanlaması açısından Irak'ın Amerikan güçlerince işgalinin hemen sonrasına gelmiş olması, Araplar açısından ciddi bir gözdağı anlamı taşıdığı kadar, Ortadoğu'nun bundan sonra sahip olacağı düzenin önemli işaretlerini barındırması bakımından da anlamlıdır. Neresinden bakılırsa bakılsın, ABD-İsrail ikilisinin bölgeye "arka bahçe" muamelesi yaptığı bu yeni dönem, Ortadoğu'nun alışkın olduğu daha önceki aşağılanmalardan daha ileri boyutlardadır.

Saldırının tek bir amacı yoktu. İsrail'de Ariel Şaron Hükümeti'nin iç politikada yaşadığı gerilimi, Suriye'ye saldırıp gündemi değiştirerek atlatmaya çalışmasından, ABD'nin Irak'ı işgal etmesinin oluşturduğu bölgesel stratejik değişimi kendi lehine değerlendirme konusunda elini çabuk tutma isteğine kadar yığınla sebep sayılabilir. Bunların her biri uzun uzadıya tartışılabilir ama burada üzerinde daha fazla durulmayı hak eden unsur, söz konusu saldırının Ortadoğu'nun geleceğe dönük şekillenmesindeki küresel pazarlıklar içinde nereye oturduğu ve ne şekilde anlaşılması gerektiği olsa gerek.

Bu açıdan söz konusu saldırının uluslararası düzen arayışları ve bu arayışlar içinde Ortadoğu'ya biçilen misyonla yakından ilgili olduğunu ve aynı zamanda bir kilometre taşı olduğunu belirterek başlamak gerekir.  Bugün uluslararası sistem, tıpkı İkinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından yaşanan bir bloklaşma ve stratejik konumlanmanın benzerini yaşamaktadır. Bir yanda Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra kendini tek süper güç olarak dünyaya kabul ettirmeye çalışan bir Amerika, diğer yanda, kendi bölgelerinde sivrilerek güç çekişmesinde seslerini yükseltmeye çalışan Rusya, Avrupa ve Çin.

ABD karşısında kendilerini aynı safta konumlandırmaya çalışan güçlerin ekonomik yönden hala ABD'ye önemli ölçüde bağımlı olmaları, karşı duruşlarını olumsuz etkileyen en önemli unsur olsa da, değişimin ayak seslerinin sadece siyasi alanda değil ekonomik alanda da her geçen gün biraz daha net biçimde duyuluyor olması, gerilimin varlığını tevil edilemez bir şekilde ortaya koyuyor. 1990'lı yıllarda Avrasya'daki birçok mevzisini kaybeden ve Sovyet sonrası şoku son birkaç yıldır üzerinden atmış görünen Rusya'nın son yıllardaki manevraları bu tırmanışın ara durakları olarak görülüyor. Dünyanın en büyük ikinci petrol üreticisi olan Rusya'nın, sattığı petrolü dolar yerine artık Euro üzerinde uluslararası pazarlara sunma eğilimine girmesi, basit bir döviz kuru düzenlemesinin ötesinde, doların şahsında somutlaşan Amerikan ekonomik hegemonyasına indirilen önemli darbelerden biridir ve sonuncusu olmadığı kesindir. Halen ticaretinin yarıya yakınını ABD ile yapan Çin'in Rusya ile imzaladığı dev ekonomik, siyasi ve askeri anlaşmalar ile Şangay oluşumu gibi gelişmeler, güçler dengesi içinde safını belirleme manevraları olarak pekala görülebilir.

Hali hazırdaki yıllık savunma harcamaları 400 milyar doları bulan ABD, önümüzdeki 5 yıl içinde bu harcamaları 500 milyar dolara çıkarmayı hedefliyor. Amerikan yönetimi buna ilave olarak 200 bin kişilik yeni bir mobil kuvvet yapısını Doğu Avrupa, Ortadoğu, Avrasya ve Pasifik bölgesindeki üslere kaydırma projesini yürürlüğe koymuş durumda. Söz konusu bölgelerin tamamına yakınının Müslüman halkların yaşadığı coğrafya olması, bizimle doğrudan ilgili olduğu kadar, bu planların Rusya, Avrupa ve Çin ile de ayrı ayrı ilgili olduğunu gösteriyor.

Rusya ise, 11 Eylül'den sonra Doğu Avrupa, Vietnam ve Küba'daki askeri üslerini kapatarak, bütün dikkatini kendi hinterlandına yoğunlaştırmaya ve SSCB dönemindeki kaybettiği süper güç konumunu bu defa bölgesel güç olarak yeniden kazanmaya dönük bir dış politikaya odaklamış durumda. Doğuda Çin, batıda AB ve güneyde İKÖ ile kurumsal yakınlaşma yaşayan Moskova, yakın çevresini önemli ölçüde tahkim etmeye çalışıyor.

Yine aynı çerçevede Putin idaresindeki Moskova yönetimi, ABD ile arasındaki askeri teknoloji ve yeni silah stoku açığını, nükleer füzelerin yeniden birincil derecede rol oynayacağı yeni bir doktrin geliştirerek dengelemeye çalışıyor. Tıpkı ABD'nin "Ön alıcı vuruş" (preemptive strike)  stratejisindeki gibi, potansiyel düşmanlarına karşı ilk vuranın kendisi olabileceğini açıklayan Rusya, kendi kırmızı çizgilerinin aşıldığını hissettiği an müdahale yetkisini kendisinde görmeye başlamıştır. Gerek ABD ve gerekse Rusya cephesindeki hazırlıklara bakılırsa, yeni dünya düzeni denilen bu ucube içinde kimin ağırlıklı söz sahibi olacağı konusundaki rekabet bir süre daha devam edecek ve Batılı kimi uzmanların deyimi ile "Sıcak Barış" dönemi kendini daha belirgin biçimde ortaya koyacak.

Diğer tarafta Avrupa da, "ekonomik dev, askeri cüce" çıkmazından kurtulmak ve sadece kendi kıta Avrupa'sında değil, tüm yakın coğrafyada söz sahibi olmasına yarayacak bir sürecin sancılarını  halen çekiyor. Bunlardan en dikkat çekeni, kuşkusuz askeri anlamda hala ABD'nin (NATO aracılığı ile) Avrupa savunmasında hayati rolü bulunması. Geçen Ekim ayı ortalarında yapılan Avrupa Birliği zirvesinde NATO'ya alternatif bir Avrupa savunma sistemi konusundaki talepler daha yüksek sesle dile getirilirken, aynı tartışma birkaç gün sonraki NATO Konseyi toplantısına ve 20 Ekim'de Brüksel'de toplanan NATO üyesi ülke temsilcilerinin zirvelerine de yansıdı. ABD Dışişleri Bakanlığı'nın belki de ilk defa bu kadar açık biçimde tepki gösterdiği söz konusu gelişmeler, Amerika'nın kıta Avrupa'sıyla ilişkilerinin orta vadede işbirliği yerine rekabetle sonuçlanacağını gösteriyor.

Uluslararası güç çekişmesinin bölgesel yansımalarına bakıldığında, global anlamda yaşanan bu gerilimin Ortadoğu'daki yerel aktörlerinden İsrail, Suriye ve İran öne çıkmaktadır. Tıpkı Soğuk Savaş dönemindeki gibi, büyük güçler "temsili savaş" (proxy war) denilen ve kendilerinin yerine uyduları ve müttefikleri eliyle yürüttükleri bir mücadeleyi bugün de zaten vermektedirler. Önümüzdeki dönemde bunların yenilerine şahit olacağımıza kuşku yok.

10 yıl öncesinden başlayan bu güçler çekişmesi içinde Irak; ABD karşıtı bloğun bir uydusu olmaya yakın olsa da, geçmişteki sicilinin kabarık olması elini zayıflatmıştı ve harcanması fazla uğraştırmadı. Ama buna rağmen AB ve Rusya'nın engelleyici tavırları ve Irak konusunda yıllardır yaşanan emperyalist pazarlıklar, uluslararası ilişkiler bakımından önemsiz görünen bir ülkenin bile ABD'ye kolay kolay teslim edilmeyeceğini gösterdi. Irak'ın bir piyon ya da temsilci olarak Ortadoğu'daki rolü, işgal nedeniyle şimdilik ABD dışındakiler için söz konusu değil. Bu yönüyle tek süper güç olma iddiasındaki ABD'nin karşısındaki güçlerin Ortadoğu'ya inebilecekleri birkaç ülke kalıyor. Bunlardan en güçlü adaylar Türkiye ve Mısır, özgüven yetersizliği, siyasal, ekonomik ve askeri anlamda göbekten bağlı oldukları ABD karşısında, rakip olarak görünmek gibi bir lükse sahip değiller. Bu iki ülkenin İsrail ile müttefik olmaları da ellerini zayıflatan başka bir faktör. Zira, bu iki ülkeyi de 1990'larda ABD nezdinde ve dolayısıyla uluslararası alanda önemli konuma yükselten temel unsurlardan biri, İsrail'le stratejik ilişkilere fazlasıyla angaje olmalarıdır.

Suudi Arabistan, ABD ile yaşadığı tüm soğukluğa ve Rusya ile geliştirdiği stratejik işbirliğine rağmen küresel rekabetin yükünü bölgede omuzlayacak ehliyet ve diplomatik tecrübeden yoksun görünmektedir. Körfezin diğer küçük ülkeleri ise zaten hiçbir zaman böyle bir role aday dahi olamamıştır.  Ama sahip olduğu ekonomik potansiyel sayesinde, Suudi Arabistan olsa olsa belki rekabetin ekonomik ayağında dengeleyici aktör olabilecekti. Sahip oldukları konum ve siyasal potansiyel açısından ABD karşıtı bloğun politikalarını sırtında taşıyabilecek ülkeler olarak geriye Suriye ve İran kalmaktadır.

İşte bu aşamada Suriye ve İran'ın neden hedef seçildiği de belki daha iyi biçimde ortaya çıkmaktadır. Irak'ın işgal edilmesinden sonra kendisini İsrail ile "ABD Irakı" arasında sıkışıp kalmış hissettiği için Suriye'nin ABD ve İsrail karşıtı her türlü muhalefete daha bir hoşgörüyle bakma eğilimine girmiş olması, İsrail ve ABD açısından önemli bir tehdit potansiyeli taşımaktadır. Kuşkusuz Suriye devleti, işgal öncesinde de İsrail için başlıca düşmanlardan biriydi. Bu düşmanlık, Suriye'nin tek başına çok güçlü bir devlet olmasından ya da İsrail için istediği her türlü kötülüğü yapma kapasitesinden kaynaklanmıyor. Suriye'nin düşmesi halinde İsrail işgal rejiminin önünde İran'a kadar artık hiçbir güç kalmayacağının farkında olan ve bugüne kadar varlıklarını İsrail düşmanlığının oluşturduğu kısmi halk desteğine borçlu olan Sünni monarşiler, tek tek düşmeye başlayacaktır. Yaşananlara bakılırsa, Amerika'nın amacının da artık bu olduğu anlaşılıyor. Yani, Soğuk Savaş dönemi boyunca Sovyet tehlikesine karşı her türlü şımarıklıklarına katlandığı Sünni monarşilere dayalı bir çıkar anlayışı yerine, Kürt ve Şii gibi etnik güçleri ağırlıklı olarak hesaba katan ve bölgeyi Amerikan uydularından oluşan daha küçük parçalara bölmeye dayalı karmaşık bir çıkar koruma politikası gütmekte. Suriye, Araplar için ABD ve İsrail'in bu projeleri karşısında vazgeçilmez bir tampon bölge ve ön savunma hattı görevi görüyor. Yukarıda bahsedilen global çekişmede; AB ve Rusya için de bölgeye müdahale konusunda bulunmaz bir müttefik olduğu için önemi daha da artmaktadır. Kısacası Suriye, 11 Eylül saldırılarından sonra tasfiyesine veya ehlileştirilmesine başlanan Arap cephesi ile küresel rekabetin aktörleri için daha önemli hale gelmiştir.

İsrail, Suriye'ye bu ilk hamleyi yapmakla aslında bu küresel çekişmede üzerine düşen role hazırlandığını ortaya koymuştur. Bu çekişmedeki yerini alma aceleciliğinin yanı sıra, kuşkusuz İsrail'in Suriye'ye saldırısında, bununla bağlantılı olarak Arap-İsrail cephesindeki barış sürecini ilgilendiren sebepleri bulunmaktadır. İsrail'in, Ortadoğu Barışı İçin Dörtlü Grup tarafından hazırlanan "Yol Haritası" adlı barış planını kabul etmemesi gibi, Arafat'ı tasfiye etmek üzere karar alması da giderek pervasızlaştığını ortaya koymuştu. Uygulanması sırasındaki istikrarsızlık sebebiyle Filistin'de birkaç tane başbakan harcayan "Yol Haritası" aslında, yukarıdan beri ortaya çıkışını tartıştığımız yeni  güçler dengesinin en önemli çekişmelerinin yaşanacağı Ortadoğu krizi hakkında geçici bir çözüm işlevi görecekti. Tıpkı diğer uluslararası gerilim alanları (Kosova, Bosna) gibi, bu bölgede de geçici bir uzlaşmayla sorun ileri tarihteki nihai hesaplaşmaya kadar ertelenmeye çalışılıyordu. "Yol Haritası" bu hesaplaşmaya kadar durumu hem Araplar ve İsrail hem de  ABD, AB ve Rusya lehine kurtaracak en optimum uzlaşma olacaktı. Bu arada ABD ve İsrail ikilisi, 11 Eylül olaylarından sonra, sözümona teröre karşı oluşmuş uluslararası hassasiyeti, bölgesel ve uluslararası saldırganlıklarını meşrulaştırmak için kullanma konusunda daha iyi bir manevra alanı bulunabilecekti. Ama Filistinli direniş örgütlerinin eylemleri bu sahte büyüyü bozdu.

"Yol Haritası"nın büyük bir çıkmaza girmesi, Amerika'nın da hesaplarını değiştirmesine neden olmuştur. Irak işgali nedeniyle Arap dünyasından yeterince tepki gören Amerikan yönetimi, bir de İsrail'in şımarıklığı sebebiyle iplerin tamamen kopmasının işine gelmeyeceğini çok iyi bilmektedir. İsrail, 2005 yılında Filistin devletinin kurulmasını öngören üç aşamalı bu planı kabul etmeyeceğinden, Ariel Şaron'un elinde tek bir koz kalıyor o da, eskiden yaptığı gibi, tüm meseleyi güvenlik konusuna indirgeyerek, İsrail'in varlığının tehlike altında olduğu propagandasını yapmak ve saldırmak.

O da bunu yaptı.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR