1. YAZARLAR

  2. M. Lütfullah Karaman

  3. Ortadoğu’da Barış İmkansız Hale Geliyor

M. Lütfullah Karaman

Yazarın Tüm Yazıları >

Ortadoğu’da Barış İmkansız Hale Geliyor

Eylül 2003A+A-

Son elli yılda yaşanan gelişmeler bir bütün olarak değerlendirildiğinde Ortadoğu'da barışın ne ölçüde mümkün olabileceğini düşünüyorsunuz? Sürekli ve kalıcı bir barış atmosferinin tesisi hangi şartları gerektirir? Ve daha temel bir soru olarak, Ortadoğu'da hedeflenmesi gerekli temel arayış ve talep barış mıdır?

Çarpık da olsa hukuki anlamda 1947 Taksim Kararı'ndan ve fiili anlamda (modern Ortadoğu denklemine en çözülemez etkeni gibi sokulmak üzere) 1948 baharında İsrail Devleti'nin doğu(rulu)şundan itibaren, BM dolayımıyla  "Filistin Sorunu"nun uluslararası boyutu ağırlık kazanmış ve bu adla Ortadoğu özelinde dünya siyasi sahnesinin en temel sorunu haline gelmiş bulunduğu için, bu kanaatle ben, meselenin özüne dokunan bir bakışla, "Ortadoğu (ve Ortadoğu'da barış) Sorunu" dendiğinde bunun esas itibarıyla ve doğrudan doğruya "Filistin (için barış) Sorunu" olarak okunması/anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. Bu düşünceyle eş çizgide, dolayısıyla, yukarıdaki bir dizi soruya topluca bir cevap niyetiyle öncelikle, esas olarak anılan süreç içerisinde Filistin için barış sürecini, kısaca ama hak ve adalet bağlamındaki olanca çarpıklığıyla eleştirel olarak değerlendirmek istiyorum. Bu, sorunuza cevap açısından hiç de ilgisiz değil; zira sonunda topluca vermeğe çalışacağım, belki üzücü ama soruna insan-merkezli bakıldığında çıplak gerçeğin ta kendisi olacak "olumsuz" cevap bu değerlendirmenin nihai sonucu niteliğinde kendisini gösterecek.

Uluslararası alanda özellikle BM Güvenlik Konseyi'nin ünlü 242 sayılı kararının verildiği 1967'den itibaren, bir yandan Filistinlilerin milli haklarının, bir yandan da İsrail'in onlara ait işgal altındaki topraklardan çekilme şartının BM tarafından Filistin Sorunu'na ilişkin asli unsurlar olarak belirlenişine paralel olarak, ilerleyen yıllarda, türlü barış planlarının ortaya konduğunu biliyoruz. Özetle hatırlatmak gerekirse; pek hayata geçirilemeyecek olan bu planlar, temelde, ilgili tarafların soruna bakışı çerçevesinde üç çelişik çözüm düşüncesi getiriyordu: Filistinliler için Batı Şeria ve Gazze'de sınırlı bir özerklik (1979 Camp David Anlaşması örneği); Filistinlileri Ürdün ile birlikte değerlendirerek Batı Şeria ve Gazze'nin ona bağlı bir federasyon olması (1990'lardan önce ABD'nin eğilimini yansıtan bu yaklaşımın en bilinen örneği,  1982 Reagan Planı); ve işgal altındaki bütün Filistin topraklarının İsrail tarafından geri verilerek orada bağımsız bir Filistin devletinin kurulması. İlk ikisi Filistinlilerin temel haklarını ve FKÖ'nün meşru temsilciliğini dikkate almazken, bunları esas kabul eden sonuncu çözüm anlayışı, en iyi örneğini 6-9 Eylül 1982'de Fas'ın Fez şehrinde toplanan Arap Zirvesinde onanan Arap Barış Planı'nda buluyordu. Yukarıda verilen temel unsurların kabulü kaydıyla İsrail'in varlığını da tanıyan ve nihai çözümün BM gözetiminde ilgili bütün tarafların eşit haklarla katılacağı bir uluslararası barış konferansı ile bulunmasını isteyen bu plan, BM organlarının 1967'den o güne aldığı kararlarla olgunlaşan bir çerçeveyi vermekteydi. Bu sebeple, BM gözetiminde Cenevre'de Ağustos-Eylül 1983'te Filistin Sorunu'na özel olarak toplanan konferans da, bu plana atıfta bulunarak, çizilen çerçevede bir nihai çözümün gereğini vurguladı ve bu anlayış ABD vetosuyla hayata geçememekle birlikte 1980'ler boyunca dünyanın en çok üzerinde birleştiği nokta oldu. Bu noktada hatırlanması gereken en önemli gösterge, söz konusu çözüm çerçevesinin (1987 biterken işgal topraklarındaki halkın başlattığı "intifada" ve beraberinde getirdiği gelişmelerin de kazandırdığı ivmeyle) BM Genel Kurulu'nun o güne dek görülmemiş bir olumlu oy sayısıyla verdiği 6 Aralık 1989, 44/42 sayılı kararı ile BM üyesi ülkelerin neredeyse tamamınca onanmış bulunuşudur.

Ancak, BM'in bağımsız ve gerçekten hukuk uygulayıcı işleyişini sakatlayan uluslararası kutuplu düzen ve buna dayalı güç ilişkileri, yukarıdaki kararın verildiği tarihlerde henüz fazlaca değişmiş değildi. Böyle bir değişim için 1990'ları beklemek gerekiyordu. İşte bu bakımdan, 2 Ağustos 1990'da Irak'ın Kuveyt'i işgali ile başlayıp ABD öncülüğünde bir uluslararası gücün 17 Ocak-28 Şubat 1991 arasında giriştiği askeri müdahale ile gelişen süreç  Filistin Sorunu açısından da önemli olacaktı. Zira bu sıralarda sert kutuplu dünya düzeni, Doğu blokunun hızlı çözülüşüyle adeta birden çökmüş; bu durum ve giriştiği müdahale ABD'yi özellikle Ortadoğu'da iyice üstün güç haline getirmiş bulunuyordu.  Böylece, değişen dengelerle birlikte değişen çıkarları açısından, artık bu bölgede bir istikrar sağlamanın (yani Filistin Sorunu'nun en başında geldiği Arap-İsrail anlaşmazlıklarına bir şekilde çözüm bulmanın) gerekliliğini kavrayan ABD'nin taraflara bu yönde baskı gücü ve diplomatik çabası arttı.  Bunun sonucu ise, 30 Ekim 1991'de Madrid'de toplanacak olan Ortadoğu Barış Konferansı oldu. Ancak, büyük bir heyecanla başlatılan ve İsrail'in yanısıra komşusu bulunan Arap ülkelerinin katıldığı ve üç kademeli olarak düşünülen bu konferans bir sonuç getirmeyip sık sık kesilmelerle sürüncemede kalacaktı.  Zira konferans, Filistin Sorunu açısından bakıldığında, İsrail'in başından beri "barışa karşı toprak" ilkesine ve işgal altındaki topraklarda mevcut arazi ilhakı ve yerleşim bölgelerini terke karşı olması, Filistinliler bu konferansta ferdi olarak öne çıkmış olsalar da FKÖ'nün dışlanıp ancak Ürdün'le aynı delegasyon içinde konferansa katılması, BM'in böyle bir çözüm çabasında devre dışı bırakılmış olması gibi (daha önce zikredilen uluslararası barış konferansı çerçevesine kıyasla) temel kusurlar taşımaktaydı.

Bununla birlikte, Soğuk Savaş döneminin sona ermesiyle dengelerin değişmesi ve bunun yarattığı barışa yönelik baskı, (bazı değerlendirmelere göre de, zaten bölgede son yıllarda yayılan radikal İslami hareketin özellikle işgal altındaki Filistin topraklarında da gelişmesi) öncelikle İsrail'in ve öte yandan da (özellikle Körfez Savaşı'nda Irak'ı destekleyerek ciddi bir stratejik tıkanma yaşayan) FKÖ'nün -bir bakıma ABD'nin de onamasıyla- dolaysız şekilde barış yolunda adım atmalarına yol açacaktı.  Böylece İsrail'in (seçilirken "barış için toprak" sloganıyla çözüm vaadinde bulunan ve başa geçen İşçi Partisi hükümetinin) askerlerini Gazze ve Eriha'dan çekme önerisi ile başlayan süreç, önce Filistinlilerin lideri Arafat'ın FKÖ içinde sert tartışmalara rağmen birçok gruptan destek alması, ardından 9 ve 10 Eylül 1993'te sırasıyla FKÖ'nün İsrail'i, İsrail Başbakanı İzak Rabin'in de Filistin halkının yasal temsilcisi olarak FKÖ'yü tanıdıklarını kabul eden belgeleri imzalamasından sonra, 13 Eylül 1993 tarihinde Washington 'da bizzat başkanlarının huzurunda FKÖ ile İsrail arasında imzalanan anlaşmayı dünya sahnesine çıkardı. Resmi adı "FKÖ ve İsrail Hükümeti tarafından, Geçici Özyönetim Düzenlemeleri üzerine İlkeler Bildirgesi" olan bu anlaşmaya göre: sözü edilen topraklardan İsrail askerleri dört ay içinde tamamen çekilecek, ancak mevcut İsrailli sivillerin güvenliği temin edilecek; geçici dönem boyunca bu topraklardaki yönetimi üstlenmek için bir "Filistin Milli Otoritesi" oluşturulacak; ve nihayet üç yılı aşmaması öngörülen bu dönem içinde, nihai konumlarının belirlenmesi için Batı Şeria, Kudüs'ün geleceği ve Filistinlilerin hakları çerçevesindeki diğer konular görüşmeler yoluyla ayrıca anlaşmaya tabi olacaktı.

İlgili bir okuyucunun hemen hatırlayacağı gibi, Oslo Anlaşmaları olarak anılan ve ortaya atıldığında ilgili taraflarca ve en önemlisi Arafat'ın başını çektiği Filistin resmi çevrelerince "tarihi barış" diye kolaylıkla nitelenebilen bu anlaşma ile başlayan süreç, 2000'lerin başına kadar çeşitli ara anlaşmalarla sözde barış çabaları olarak sürdürülecekti. Ancak ayrıntıya girmeden bu anlaşmaların herbirine bakıldığında açıkca görülen, İsrail 'in (işgal altındaki topraklarda zaten tartışmalı olan yahudi yerleşim merkezleri ortada dururken bunlara sistemli biçimde yenilerinin eklenişine meydan vermesi başta gelmek üzere) arada geçen sürede devam eden hukuk-dışı uygulamaları ve türlü çeşitli oldu-bittileri dolayısıyla bu anlaşmaların herbirinin ((daha önce zikredilen 1989 tarihli kararda ortaya konan ve, şahsen tarihi geçmişe özel atıfla Filistinlilerin payına büyük bir fedakarlık, hatta dahası "barış"lığı şüphe götürür bir sözde çözüm planı olarak görmek gerektiğini düşündüğüm)  ilk anlaşmada açılan, inkarı güç büyük "gedikler" anlamına gelmekte oluşudur. 2000'lerin başında gerçek durum bu iken, üstüne üstlük, o tarihten günümüze çoğumuzun zihinlerinde filim şeridi gibi durduğuna (en azından durması gerektiğine) inandığım olaylar silsilesi (kısaca hatırlatmak gerekirse; 2000 sonbaharında bilinçli kışkırtıcı hareket niteliği açık olan Şaron'un adeta minik bir ordu ile el-Aksa'yı ziyareti, bunun yarattığı infial ile Filistinli halkın bir öncekine benzer şekilde taşan sabırlarıyla başlattığı "ikinci (el-Aksa) intifada"sı, bu bahaneyle başlatılan ve önceki intifadadan tanıdık çatışmalar ve İsrail askerlerinin ölümcül karşılık verişleri, çıkmazla biten son ara anlaşma örneği olan Camp David II'den sonra 2001 yılı başlarında bir inanılmaz gelişme olarak yapılan seçimler sonucunda "Şaron hükümeti"nin iktidara gelişi, ve tepetaklak gidişin en yakın ve –içinde yaşanılan Cenin katliamı en unutulmaz örneği olmak üzere-en insanlık-dışı safhası olarak 2002 başlarında, o ana kadar sözde Filistin yönetimine bırakılmış hemen bütün yerleşim birimlerine –Arafat'ın başkanlık karargahı başta gelmek üzere- topyekün ve amansız/pervasız İsrail saldırısı) bu noktada hatırlanacak olursa, barış çabaları bağlamında söylenebilecek tek şey, zaten "sözde" ve her aşamasında İsrail lehine mevcut ve yenileri eklenen haksızlıkların tescili anlamına gelen bir "barış süreci"nin kanaatimce "tarihe gömülüşü" olacaktır.

1990-1991 ABD öncülüğündeki Irak müdahalesi ardından başlayan sürecin devamında anılan gelişmelerle bu defa (ilkine göre çok daha sorunlu) son Irak müdahalesi daha doğrusu ABD'nin Irak işgaliyle günümüze gelindiğinde, ABD egemenliğindeki iletişim kanallarının oluşturduğu kamuoyuna inanılacak olursa, hakkaniyet açısından Filistin sorununun özünden habersiz bir ilk bakışla belki birileri barış sürecine ilişkin yukarıdaki yargıyı yanlış bulabilir. Zira, günümüzde, Irak'taki son kolay zaferinden kısa süre sonra kamuoyu yönlendirmeleriyle gitgide daha açık biçimde içine düştüğü işgalci konumundan sıkıntıya düşen Bush yönetiminin öncülüğünde, gene allanıp pullanarak, tam tarihiyle 2003 Mart'ında ortaya atılan bir sözde yeni barış planından, ilan edilen adıyla "Yol Haritası"ndan söz edilmektedir. Ne var ki, yaldızlarından sıyırılarak, sorunun özünden haberli bir bakışla, ele alındığında, bu son planın, herşeyden önce, Oslo sürecini hakkaniyetten uzak ve dolayısıyla kötürüm hale getiren eksiklikleri, üstelik daha da fazlasıyla, içinde barındırdığını görmek gerekiyor. Özetle bu kusurları, Filistin tarafından yeni yeni tavizler istemek, halihazırda asıl savunmasız ve asıl güvenlik ihtiyacı içerisindeki Filistinlilerin güvenlik sorununu gözden uzak tutmakla kalmayıp İsrail'in güvenliği adına Filistin yönetiminin kendi halkına "polis devleti" niteliğinde davranmasını istemek, ve bütün bunları yaparken, sorunun/çatışmanın -1980'ler boyunca dillendirildiği ve BM nezdinde devletlerin büyük çoğunluğunun görüşlerinin buluştuğu şekliyle-  "adil ve kalıcı bir barış" ile noktalanması için elzem görülen bir dizi temel konuyu, planın tümüyle dışında bırakmak şeklinde sıralamak mümkün. Durumun garabetini/vahametini aşikar biçimde görebilmek için bu noktada, ne zaman ve nasıl ele alınacağı tümüyle belirsiz söz konusu temel konuların esas itibarıyla neler olduğunu da hatırlatmalıyız: İşgal altındaki topraklarda 1967'den günümüze boy gösteren ve üstelik daha önce de değinildiği gibi Oslo süreci boyunca da yenileri inşa edilen Yahudi yerleşim merkezlerinin durumu, 1948'den itibaren dönem dönem süregelen "yurtlarından kop(arıl)mış mülteciler meselesi, Kudüs'ün geleceği (daha dar anlamda 1967'de işgal edilen Doğu Kudüs'ün Flistinlilere bırakılması),  kurulacak iki devlet açısından "nihai" sınırlar"ın ne olacağı, kuramsal olarak evrensel kabul görmüş şekliyle uluslararası hukuk kuralları ve temel insan haklarının Filistin halkına da uygulanması.   Sorun bu kadarla kalsa, yalnızca söz konusu planın taşıdığı sakatlıklardan ibaret olsa, gene de dünyada ve dolayısıyla Ortadoğuda bugün egemen güç dengesi(zliği) bağlamında belki planın varlığını bile bir adım saymak mümkün olabilir. Ama, ortada olan, görebilen göz için çıplak gerçek bambaşka! O gerçek ise şöyle tanımlanabilir: 1990'lardan günümüze adına barış  denen sözde anlaşmalar/çabalar süreci boyunca, İsrail yönetimlerinin barışa yanaşıyormuş imgesi verirken gerçekte, uzun vadeli ve sistemli bir "çekirdek devlet politikası"nın varlığını hissettirecek surette, herbir adımda Filistinli halkın toprakları ve hayatını sınırlandıran uygulamaları, üstelik hak, hukuk, hakkaniyet, dünya kamuoyu, evrensel normlar vb. ne varsa pervasızca onları çiğneme pahasına, ortaya koyabilmesi. Bu gerçeğin, sürecin önceki basamaklarında gözlenebilecek göstergelerinden daha önce kısmen bahsetmiştim. Tam bu noktada, son değrelendirmemi haklılaştıracak son göstergeyi hatırlatmak istiyorum: Yeni bir "Yol Haritası" güya çizilirken, bu defa, İsrail'in adeta haritanın zaten müphem çizgilerini karman-çorman edecek surette yapımına giriştiği "Güvenlik (ayırma) duvarı". Esas itibarıyla Gazze Şeridi'ne nazaran canalıcı önemi fazlasıyla belirgin "Batı Şeria" topraklarına uzanan bu duvar, öyle basit bir duvar değil!  Her iki yanında derin hendekler, ayrıca dikenli teller, elektronik uyarıcılar ve iki şeritli askeri devriye yolları planlamasıyla inşa alanı genişliği "60 metre"yi, tasarlanan uzunluğu ise "300 km"yi aşan; daha da vahimi, planın uygulamaya başlandığı 2002 ortalarından bugüne, fiilen, Batı Şeria'da daha önce Filistinlilere ait ekili arazileri içine alıp sahiplerini yerlerinden edecek surette, anılan genişilğiyle "100 km"den fazla bir kısmının inşaı tamamlanmış bir duvar! 

Baştan beri anlatılan ve sorunun tarihi geçmişini bir an için unutsak bile, 1990'lardan bu yana adına "barış süreci" denen sözde gelişmeleri özüne inildiğinde çıplak bir "aldatmaca"dan ibaret kılacağını şahsen öne sürebileceğim bu vahim tablo üzerine (hele bir de bu tabloya en son hatırlatılan, dünyanın Soğuk Savaş geçmişinde tanımak zorunda kaldığı "Utanç Duvarı"ndan beter, "Güvenlik Duvarı" eklenecek olursa), siz olsanız, Filistin Sorunu'nun odağında yer aldığı Ortadoğu barış sürecinin şu an vardığı noktayı, benim gibi gerçekte barış sürecinin "tarihe gömülüşü" (yahut isterseniz, acı bir dille, "duvarların altında kalışı") olarak görmekten başka bir şey yapabilir misiniz? Üstelik bir de, Oslo sürecinin başlarında daha henüz vakit varken muğlak da olsa çizilen çerçevenin Filistinliler açısından ne ölçüde tarihi anlamda katlanılabilecek fedakarlığın son sınırları olduğunu bize açıklıkla gösterebilecek şu sayıların/oranların diline müracaat edecek olursanız:  Tarih 1947 Kasım'ı: tarihi Filistin topraklarında büyük ağırlığıyla sistemli göçlerle gelmiş Yahudi nüfus, bütünün ancak üçte biri ve mülkiyet anlamında Yahudi toprak sahipliği oranı yalnızca yüzde 7 iken, BM Taksim Kararı ile çarpık bir hukukilik kazandırılan oranlarla Filistin'in üçte ikilik çoğunluğuna bırakılan kısmı yüzde 43,53, Yahudilere verilen kısmı ise yüzde 56,47.  Ve çok geçmeden atılan fiili adımla, 1948 Savaşı, İsrail Devleti'nin ilanı, ardından  hala aynı nüfus oranına sahip Yahudilerin fiili işgali sonucunda çizilen (ikinci hukuki çarpıklık) 1949 ateşkesi sınırları itibarıyla tarihi Filistin'in yüzde 78'ine sahip olan bir İsrail gerçeği.  İşte Oslo sürecinin başında, eğer dünyaya "yutturulduğu" gibi sürecin sonucunda nihai olarak İsrail Devleti'nden çok daha haklı ve en az İsrail Devleti kadar "bağımsız bir Filistin devleti" kurulacak idiyse, "Filistinliler açısından tarihi anlamda katlanabilecek fedakarlığın son sınırları" ancak (1967'den itibaren "işgal altındaki Filistin toprakları" adıyla tarihe yazılmış) geriye kalan "yüzde 22" iken; İsrail'in her fırsatta haksız-hukuksuz, pervasız talep ve uygulamalıyla içinde "gedikler" açtığı Oslo süreci sonunda, başka ayrıntılar bir yana, bir de bu küçücük oranın yukarıda anılan duvarın "altında kaybolan" kısmını "sayıların dile geldiği" bu tabloya ilave ediverin! Sanırım artık o zaman, az önce altını çizmeğe çalıştığım, sözde barış sürecinin gerçek anlamına dair değerlendirmeme katılmakta zorlanmazsınız.

Hala bir tereddüt kalmışsa, o zaman, bunu ortadan kaldırabilme umuduyla, bu noktada; bir bütün olarak 1967'deki savaş ve ardından gelen işgal sonrası, uluslararası alanda başlayıp günümüze dek çeşitli kılıklara büründürülerek sürdürülen (ve sonunda bir "utanç duvarı"na gelip dayanan) "barış süreci"nin bir bütün olarak tahlili bir tarafa, yalnızca yukarıda hatırlatılan Oslo çerçevesinden bile bakıldığında şahsen barış adına ortaya konan bu "çözüm oyunu"ndaki çarpıklığın altını şöyle çizmeyi son derecede anlamlı ve gerekli buluyorum:  Dikkatli bir gözle okunduğu ve kıyaslandığında bu sözde "tarihi" barış çerçevesi,  bundan yirmi yıl kadar önce ortaya konan ve esas itibarıyla Mısır ve İsrail için özgül kazanımları içine alırken Filistinliler adına bir yenilik olarak sınırlı bir özyönetim projesini de beraberinde getiren, dolayısıyla da Filistin-İsrail anlaşmazlığına karşı barış arayışları sürecinde şahsen "bilinçli bir yörünge saptırma" diye nitelemeyi doğru bulduğum, Camp David Anlaşmaları'nın Filistinliler için  ortaya koy(ama)dığı  çerçevenin hiç de ötesinde değil. Bu bakış egemen güçlere tabi iletişim kanallarının tek yanlı yönlendirdiği dünya kamuoyunun gözündeki Oslo sürecine kıyasla belki pek aykırı görünebilecektir. Ancak bu bakışımdaki "anlam ve gereklilik"e dair vurgulamayı, bu noktada, Filistinli halkın kendi içinden çıkaracağım "sesler" ile ortaya koyabilirim: Önce Oslo'ya dair bir örnek ses: Filistin davasına ilişkin adını duyunca hemen herkesin tanıyabileceği bir "aydın" Filistinli, Edward Said, ortaya konduğu ve hemen "tarihi" diye etiketlendirildiği ilk sıralarda söz konusu anlaşmaları, bakın nasıl niteliyordu: "bir Filistinli Versay'ı"! Ve ardından Camp David'e dair bir diğer örnek ses: Hele hele son "Yol Haritası"ndan geriye Oslo sürecine dikkatle bakıldığında, aynı değerlendirmeyi bana göre rahatlıkla bu süreç için de öne sürmemizi mümkün kılacak surette; Camp David'in Filistinliler için tam olarak ne ifade ettiğini, o zamanlar bir Filistinli yazar Fayez Sayegh, en yalın şekliyle bakın nasıl özetlemekteydi:

"Filistin halkının (toplamın üçte birinden az) bir kesitine, kendi öz vatanının (toplam alanının beşte birinin de altında) bir kesitinde, (kendi geleceğini belirleme ve devlet kurma tabii hakkı hariç olmak üzere)  haklarının bir kesiti vaat ediliyor; ve bu vaat, İsrail'in herhangi bir anlaşmaya karşı her bir dönemeçte tartışmasız bir veto gücünü kullanabileceği ve adım adım ilerleyecek bir süreçle, bundan bir hayli yıl sonra yerine getirilecektir. Bunun ötesinde ise, Filistinlilerin ezici çokluğu, Filistinli milli kimliklerini sonsuza dek kaybetmeğe, daimi olarak devletsiz ve sürgünde yaşamağa, Filistin'den ve birbirlerinden sür-git ayrı kalmağa  -milli bir umudu ve anlamı içinde barındırmayan bir hayata-  mahkum edilmektedir."

O halde, benim özgül bakışımla asıl odağını "Filistin Sorunu/Barışı"nın teşkil ettiği "Ortadoğu'da barış" dendiğinde, bugün için söz konusu olan, dünya ve dolayısıyla/özellikle Ortadoğu siyasetine yön veren egemen güçlerin anladığı ve son şeklini verdiği "Oslo süreci" ve devamında gele(meye)nler ise, yukarıda temellendirmeğe çalıştığım özgül değerlendirmeler ışığında, sorularınıza, topluca cevabım:

"Son elli yılda yaşanan gelişmeler bir bütün olarak değerlendirildiğinde Ortadoğu'da barışın imkansızlaşmış olduğunu düşünüyorum"

"Sürekli ve kalıcı bir barış atmosferinin tesisi, gerektirdiği şartları" itibarıyla, (sayıların dile geldiği, hakkaniyet açısından unutulması güç tarihi gerçekleri, güç de olsa, dünya siyasetinin eşitsiz ve amansız güçler dengesi(zliği) dolayımıyla, güç de olsa bir anda unutsak bile) bana göre, ancak ve ancak  "Filistinliler açısından tarihi anlamda katlanabilecek fedakarlığın son sınırları" biçiminde çerçevelemekten öteye bir "yol"dan daha geride bir "harita" olamamalı!

"Ve daha temel bir soru olarak, Ortadoğu'da hedeflenmesi gerekli temel arayış ve talep barış mıdır?" sorusu ise gerçekten de belirtildiği gibi "daha temel" dolayısıyla uzun tahliller gerektiren, çetrefilli bir soru! Buna gene de bir cevap bekleniyorsa, yukarıdaki değerlendirmemden yola çıkarak ancak şu kadarını söyleyebilirim: Burada asıl kasdedilen, benim daraltıcı çerçevemle Filistin Sorunu/Barışı ise, ilk planda tabii ki evet! Ama, bu dar çerçeveden taşarak ve özellikle Irak'ın süregelen işgaliyle karşımızda duran çarpık tabloyu bilhassa göz önüne alarak, daha geniş çerçevede "Ortadoğu'da hedeflenmesi gereken temel arayış/talep" üzerine birşey söylemek lazım gelirse; o zaman buna cevabım, yukarıdaki gibi son tahlilde parça-bölük bir "barış" değil, belki biraz ülkücü olacak ama asıl gereken dünyanın egemen "kirli el sahipleri"nin, artık bir şekilde Ortadoğu halklarının üzerinden ellerini çekmeleri!...

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR