1. YAZARLAR

  2. Mesut Shadjareh

  3. Modern Dünyada İnsan Hakları, Adalet ve Müslümanlar

Modern Dünyada İnsan Hakları, Adalet ve Müslümanlar

Temmuz 2000A+A-

'Mesut Shadjareh Londra'daki İslami İnsan Hakları Komisyonu'nun başkanıdır. Bu metin ICIT ve Crescent International tarafından 7 Mayıs'ta Londra'da toplanan Sıddıki seminerinde sunulmuştur.

Batı'nın kendini medeni, diğer medeniyetleri barbar kabul etmesinin yeni kriteri "insan hakları". Bu rol, eskiden Hristiyanlık tarafından dolduruldu. Son dönemde ise, "demokrasi" ve "özgürlük" aynı amaçla kullanılır oldu. Batı'nın "evrensel değerlerin öncüsü ve koruyucusu olduğu iddiasına gittikçe daha çok maruz kalınınca, vurgu da "insan haklarına kayar oldu. Batı'nın tarihi boyunca, propagandasının muhalifi ve ana hedefinin hep aynı kaldığını görüyor: İslam ve İslam dünyası. İnsan hakları tarihine şöyle bir göz atmamız bile, bu değerlendirmemizi doğruluyacaktır.

Batı politikası içinde "insan haklarının bir bahane olarak kullanımı, 1860'da Fransa'nın Suriye ve Lübnan'ı işgaline kadar götürülebilir. O zaman da bu işgalin nedeni olarak Hristiyan Maruni azınlıklarının korunması gerekçe gösterilmişti. Bu kullanım II. Dünya Savaşından itibaren gittikçe arttı. Son zamanların modası olan "İnsani müdahaleler" o zamandan başlayan bu stratejinin en son şeklidir.

Aslında, insan haklan kuramının formülleştirilmesi genelde politik olarak motive edilmiş ve dar politik gündemli savunucular tarafından yönlendirilmiştir. İnsan haklarının evrensel tanımlanması fikri, 1945 Uluslararası İnsan Hakları Bildirgesi teklifine dayanır. Ve bu teklifi yapan önde gelen bir Siyonist olan Hersch Lauterpecht'tir. Daha sonra 1 948'de Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi bu teklifin bir devamıdır.

Tartışmalar, politik güdümlü ve sosyalizm ve kapitalizm arasındaki ideolojik ayrılıklardan etkilenmiş olan, farklı ülkelerden 15 uzmanın bulunduğu bir komite tarafından kaleme alındı. Komite içindeki ülkeler sanki dünya toplumlarının bir izdüşümü gibi gözükse de (İran, Sovyet Birliği ve Hindistan da yer alıyordu), yer alan ülkelerin istihdamlarına, bağlantılarına ve referanslarına bir göz atmamız bunun bir yanılgı olduğunu gösterir. Temsilcilerin hiçbiri milli ya da kültürel olarak kendi toplumlarının "temsilci"si değildiler. Onların kendi toplumlarının milli ya da kültürel çıkarlarını değil, daha ziyade başka şeyleri temsil etmekteydiler. Bu duruma bir isim bulmak gerekirse, onlar "uzman"dır, evet, Birleşmiş Milletler tarafından kullanılan "haklar" söylevinin dar alanında "uzman"dılar. Thomas Paine'in ve ABD İnsan Hakları Bildirisi gibi "özgürleştirici" metinlerden kotarılan dar bir etik kurama bağlıydı tüm bu temsilciler.

Fakat bir otorite ve meşruiyet havası vermesi amacıyla, beyanname "evrensel" olarak tanımlanıyordu. Daha sonra, bu sözde beyanname, imzalamaktan öte fazla bir seçim hakkı olmayan Batı egemenliği altındaki dünya ülkelerine dayatılıyordu. Gerçekte, ne Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi, (EİHB) oluşumunda evrenseldir, ne de -genel olarak ABD tarafından kontrol edilen- BM'in daha baştan onu uygulamak gibi bir niyeti vardır. EİHB'ni kaleme alan üç alt komisyondan, sadece biri uygulamaya yönelik mekanizmalar önermiştir. Onun bulguları reddedilmiş, ve daha sonra herhangi bir mekanizma kabul edilmemiştir.

Tarihin verdiği ders açıktır: İH ve EİHB, Batı'nın etkisini ve çıkarlarını arttırmak için kullandığı araçlar haline gelmiştir, zaten Batı'nın herhangi bir değer sistemine bağlılığı da yoktur. Haiti'yi istilasında, Cezayir'deki askeri cuntaya verdiği destekte, Batı, demokrasiyi korumayı bahane etmiştir. Son birkaç yılda, bir yandan eleştirilere sözde katılırken, nasıl Miloseviç ve Putin gibi saldırganları müslümanlara karşı kampanyalarında desteklediklerini gördük. Sözde Kuveyt'i korumak adına Irak'ta sivilleri bombalarken, aynı zamanda, İsrail'deki insan hakları suistimallerine destek olduğunu da gördük. Yakın bir Filistinli dostum bir gün şöyle demişti: "Bazı insanlar antika mobilya ve pul koleksiyonu yaparken, biz Filistinliler BM çözüm önergelerinin koleksiyoncusu olduk." Batı'nın ikiyüzlülüğü devam ediyor ve edecek.

Bazı müslüman gruplar İslam'da insan hakları gibi bir şeyin olmadığın söylüyorlar. Bu, tüm ikiyüzlülüklere karşı anlaşılabilir bir reaksiyon. Bazıları ise EİHB'nin biraz akort ayarıyla İslami yapılabileceğini söylüyor. Hem batılı ülkelerde, -fakirlerin ve azınlıkların uğradığı toplumsal baskıyı bir düşünün- hem de Ruanda, Bosna, Çeçenya, Burma, Cezayir, Irak ve daha sayısız ülkede hep maruz kaldığımız "Batı'nın ahlaklı ve adil" olduğu iddiasının açıkça bir kabulüdür bu.

İslami bir perspektiften, İnsan haklarını ele aldığımızda bizim söylediğimiz adalettir, adl-insafı (hakkaniyeti), mizanı (dengeyi), ihsanı (iyilik, fazileti) kerame (ruhun yüceliği), mürüvvehi (cömertliği, bağışlayıcılığı) ve daha pek çok şeyi kapsayan bir adalet. Tüm bunlar Batılı ve İslami toplum anlayışlarının bireylerin ve grupların onun içindeki pozisyonlarının nasıl büyük farklılıklar içerdiğini aydınlatır.

Belki de, vurgu yapılması gereken nokta; İslam'da, hakların (hukuk), öncelikle Allah'a, daha sonra topluma, sonra da bireye ait olduğudur. Bireye önceliğin tanındığı ve böylelikle bireyin toplumun herhangi bir kollektif onayı olmadan her istediğini yapma aşırılığına sahip olduğu Batı'nın insan hakları anlayışı ile bunu bir karşılaştırın.

Örneğin, Batı toplumlarındaki kadın sorununu ele alalım. Batıda bir kadın müstehcenlik hakkına sahiptir. Ama kadınlar ve bir bütün olarak toplumun müstehcenliğin olumsuzluğundan korunma gibi bir hakkı bulunmamaktadır. ABD'de 1980'lerin ve 1990'ların başlarında pornografi karşıtı yasalar reddedilmiş ve bunun nedeni olarak birey haklarının ihlali gösterilmiştir. Bu da iddialarımızın geçerliliğini kanıtlıyor. Konunun diğer boyutu ise haklar ve sorumluluklar meselesidir. İslam'da haklar, sorumluluklar taşır. Bir bakıma imtiyazlı olanlar, aynı zamanda daha fazla sorumluluğa sahiptir. Bir alanda ehil olanlar -örneğin liderler, önderler, yazarlar, sanatçılar ve akademisyenler- çalışmalarının sonuçlarından ve bireyler ve toplumun üzerindeki etkilerinden de sorumludurlar. Fakat belki de İslami insan haklarının en önemli yönü, kim olursa olsun, nerde olurlarsa olsunlar, hatta kendi halkımıza karşı bir şahitlik anlamı taşısa bile, müstekbirlere karşı durmaktır. Dünyanın her bir yanında müslümanların, ve müslüman olmayan çok sayıdaki insanın zalim ve sömürücü Batı medeniyeti ile yüz yüze geldiği, kendi halkının değil, Batı'nın çıkarlarını ön plana alan baskıcı hükümetler tarafından yönetildiği yaşadığımız şu çağda, bu mevcut durumumuzun anahtarıdır. Bu durumda, müslümanların sorumlulukları Kur'an'dan bir ayette çok iyi görülebilir: "Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve "Rabbimiz bizi halkı zatim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu) yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?" (4/Nisa, 75)

Şeriatın bir bütün olarak uğraştığı sorun, adaletin uygulanması ve mizanın(denge) korunmasıdır. Bu, Batı hukukunun gerçekleriyle keskin bir şekilde karşıttır. İngiltere'de şahit olduğumuz Tony Martin davasını (evine giren hırsızı öldürmekten 15 yıl hapis cezası almıştı) Drazen Erdemoviç davasıyla (Srebrenica'da 1200 kadın ve erkeği öldürmekle suçlanmıştı) bir karşılaştırın. 75 insanı katlettiğini itiraf ettikten sonra 10 yıl hapse mahkum edildi Erdemoviç. Temyizde ise cezası 5 yıla indirildi, hakimin söylediğine bir bakın: Hala rehabilite edilebilecek kadar gençmiş!

Hakikat şudur ki, -tüm Batılı yasal sistemlerin anası olduğu söylenilen- İngiliz yasal sistemi insanları değil, mülkiyeti korumak ihtiyacıyla şekillendirilmiştir. Ealing papazı davasını hatırlayın; üç adam papazın evine girer, ikisi papazın kızına tecavüz ederken, diğeri evi soyar. Hırsız 15 yıl hapse mahkum olurken, diğer iki suçlu -tecavüz ve 30 ayrı tecavüzden suçlu bulunanlar- 5 ve 7 yıla mahkum olurlar. Hırsızın mahkemeden çıkarılırken yargıçlara haykırdığı şu söz tüm sistemi özetler gibiydi: "Tecavüzcülerden ne haber?"

Araştırmalarımız göstermiştir ki, tüm dünyadaki zulmün % 80'i müslümanlara yöneliktir. Sadece müslüman oldukları için 250 bin müslüman hapishanelerde yatmaktadır. Müstekbirleri hem müslüman(!) (Örneğin Türkiye, Cezayir ve Irak'ta) hem de kafirlerdir (Çeçenya, Bosna ve Filistin'deki gibi). İslami söylemin, bu konuları müslüman ve gayrimüslim şeklinde değil, mazlum ve zalim şeklinde değerlendirmesi not edilmesi gereken önemli bir noktadır.

Sadece Özbekistan'da 30 bin müslüman şu an hapishanelerdedir. İslami İnsan Hakları Komisyonu (İİHK)'nun son üç yılda çok yakından takip ettiği Türkiye'de bacılarımız başörtüsü taktıkları için baskı altında tutulmakta ve protesto yürüyüşlerinde ve sonrasında polis ve yargı kurumları tarafından kaba muameleye tabi tutulmaktadırlar. Çeçenya'da görüyoruz ki, "işgalci teröristler" bahanesiyle tüm ülke Rusya tarafından yok edilmektedir. Kısacası, bugünün "medeni dünya"sının yeni öcüleri ve şamaroğlanları bizler oluyoruz.

Müslümanların canlarının en ucuz meta haline geldiğinin çok sık ifade edildiğini görüyoruz. Kedileri, köpekleri, fokları öldürmek Çeçenya'daki müslüman katliamından daha fazla merak uyandırıyor. Kafirlerden bir şey beklememeliyiz, bu doğru. Fakat niye biz, kendimiz kendi canlarımızın ya da diğer kardeşlerimizin canlarının değerini bilmiyoruz? Bizim, Çeçenya'da, Türkiye'de ve daha başka pek çok yerde cesur mücahit kardeşlerimiz var; niye onlara gerekli desteği vermiyoruz?

"Bir mümini kasten öldüren ebedi cehennemliktir." (4/93). Bu ayet, Allah'ın inanların yaşamlarına verdiği değeri gösterir. Bugünlerde bu şartlar altında biz ne yapabiliriz ve yapacağımız etkili olur mu?

Dostlarımdan biri çok mükemmel bir örnek vermişti. Hz. Meryem'in kıssası vardır. Hz. İsa'ya hamile kaldığı zaman, yiyeceğe ihtiyacı vardı ve Allah, Cebrail vasıtasıyla ona altında korunduğu hurma ağacını silkelemesini söyledi. Bir kadın hayal edin, hamile, zayıf Allah bu durumdaki bir kadına nasıl ağaç silkelemesini söyler? Fakat, ayet devam eder, Allah sana yardım edecek. Böylelikle hurmalar yenmek üzere kucağına düşer. Bu kıssa da gösteriyor ki, biz bir emek, çaba harcamalıyız, ve daha sonra Allah bizlere yardım edecektir. Bizim sorumluluğumuz ilk adım atmak ve yapabileceğimizi yapmaktır; sonuç ise Allah'a kalmıştır. Kıyamet günü, Rabbimizin bizlere soracağı yapabileceğimizin en iyisi yapıp yapmadığımız olacak; sonuçların olumlu mu olumsuz mu olduğu değil. Bu demek değildir ki, sonuçları önemsemeyelim, ya da düşüncesiz ve mantıksız çalışalım, çünkü hikmeti aramak yaptığımız her eylemin bir parçası olmalıdır. Ne yazık ki, bazı müslümanların bu konudaki tavrı çok korkunç: "Bu kafir düzende hiçbir şey yapamayız" gibi özürler dile getiriyorlar, hilafetin tesisini ya da 12. İmamın yeniden ortaya çıkışını bekliyorlar, hiçbir şey yapmadan.

Yenilgiyi kabullenmiş bu tavırlar, sığ bir anlayıştan kaynaklanıyor. Bazı insanlar bir elimizin altındaki vazifeye bir de düşmana bakıyorlar sonra da diyorlar ki "o çok büyük" ya da "bu iş çok zor". Bu ne yazık ki, bazı müslüman liderlerin yenilgiyi kabullenen tavrıdır. Onlara hatırlatılması gereken bir konuşma var, İmam Abdulalim Musa'nın birkaç yıl önce, günümüzün süper güçleriyle Calut ile Hz. Davut'un kıssasını karşılaştırdığı konuşma. İnsanlar Hz. Davut'a derlerdi ki, "Calut senden çok büyük, onu nasıl yeneceksin ki?" Davut şöyle der: "Evet, düşman çok büyük, ben de herhalde onu ıskalamam."

Ayrıca, diğer bazı gruplar da var ki, Batılı eğitim aldıkları için, kendilerinin hareketin liderleri olmaları gerektiğine inanıyorlar. Son zamanlarında Dr. Kelim Sıddıki'nin ısrarla vurguladığı bir nokta vardır, bu nevi insanlar, İslami hareketin liderleri olmamalılar. Çünkü onlar, ancak Batılı efendilerinin ayak izlerini takip edebilirler. Onun söylediği, liderlerin İslami bir geçmişten gelmiş olmaları gerektiği ve bunun da kriterinin takva olduğudur.

Diğer bir nokta, Batılı ya da Batılılaşmış entelektüellerin müslüman toplumlarda sokaktaki sıradan insanlara hiç yakın olmamalarıdır. Batılılaşmış aydınlar, fildişi kulelerinde oturmaya ve kitlelere mesafeli olmaya meyyaldirler. Peygamberimizden günümüze kadar İslami hareketler hep avam (halk) hareketleri olmuşlardır. İran'da seçkincilik halktan gücünü almaya kalkışınca, çıkan problemleri gördük; akla gelen cumhurbaşkanlığından istifa etmek zorunda kalan Beni Sadr'ın örneğidir.

Bugün İslam ümmetini, kitleleri güçlendirecek ve harekete geçirecek, halkla birlikte çalışan kurumlara ihtiyacı vardır.

İslami İnsan Hakları Komisyonu (IHRC) bu amaçla kurulan bir kurum. Vahşetleri ortaya çıkarmaya, protesto eylemleri yaparak, mektuplar yazarak, sivil toplum kuruluşlarında lobi yaparak, kardeşlerimize ve bacılarımıza haksızlıklara nasıl cevap vereceklerini anlatmaya, kampanyalarla bilinç yükseltmeye çalışıyoruz. Elhamdülillah, bu faaliyetlerimiz Nijerya'da binden fazla kardeşimizin özgürlüğe kavuşmasıyla ve dünyanın diğer pek çok yerinde 250'den fazla tutsağın serbest bırakılmasıyla sonuçlandı.

IHRC İngiltere'de de çalışıyor, bazı okullarda yaşanan tesettür problemlerini, işyerlerinde ortaya çıkan namaz ve sakal gibi sorunları izliyor ve bu problemlere dikkat çekmeye çalışıyor. Bu tür konular diğer yerlerdeki müslümanların karşılaştığı sorunlara nazaran önemsiz gibi görülebilir, fakat İngiltere'deki İslam toplumunun güçlenmesi, haklarımıza saygı duyulması için gereklidir. Siyonist federasyon gibi müslüman düşmanı kuruluşlara karşı da kampanyalar düzenliyoruz. Son günlerde İsrail'in kuruluşunun 52. yıldönümü kutlaması için bu federasyonun Brent Town Hall'ı kullandığını ortaya çıkardık. Burada, müslümanların protesto haklarını öğrenmeleri gerekiyor. Eğer bunu cemaat olarak yapabilirsek, Allah İslam'ın gücünü bizlere geri verecektir.

Kuvvetle inanıyorum ki, bu ülkedeki ve tüm dünyadaki müslümanların problemi, bünyemizdeki İslam'ın güçsüz bir İslam olmasıdır. Bu yüzdendir ki İslam düşmanları müslümanların imkanlarını yağmalayabiliyorlar, onları öldürebiliyorlar, tecavüz edebiliyorlar ve tüm haklarımızı bugün burada, İngiltere'de bile inkar edebiliyorlar. Kısacası, yapabileceğimiz ve yapmamız gereken sadece harekete geçmek değil, tüm dünya halklarının kurtuluş yolu olan İslam ve İslam adaletini yükseltmektir.

Çev: Mehmet ŞAHİN

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR