1. YAZARLAR

  2. Fevzi Zülaloğlu

  3. Kur’an’ın Anlaşılmasında Nüzul Ortamının Değeri

Kur’an’ın Anlaşılmasında Nüzul Ortamının Değeri

Aralık 2002A+A-

A- Nüzul Sebebi, Nüzul Ortamı ve Ma'hud Kavramları

Kur'an, belli bir zaman diliminde bir takım tarihsel koşullar tarafından kuşatılmış insanlara inmiştir. Bu nedenle ilk muhataplarını bütün şirk değerlerinden kurtarıp özgürleştirirken yüce Allah, belli bir tarihsel zemine hitap ediyordu. Yüce Allah mesajın anlaşılması için ilk muhatapların ma'hûdunu/kültürel arka planını dikkate almıştır. Fakat bu demek değildir ki, Kur'an'ın ilahi olan mesajı tarihseldir; o günkü koşullar tarafından sıkı sıkıya kuşatma altına alınmıştır. Ya da "âlimül-gaybi ve'ş-şehade" olan yüce Allah, kıyamete kadar gelecek müminleri hitabın dışında tutmuştur.

Kur'an'da ilk muhatapların doğrudan içinde yaşadığı bir hayata hitap edilmiştir. Fakat onlar üzerinden kıyamete kadar yaşayacak tüm müminlere mesaj gönderilmiştir. Öte yandan Kur'an'da o iniş süreci ve iniş zemini üzerinde bulunan, yerel tarihsel unsurlar muhatap alınarak, onlara yer verilmesi, ilahi mesajın değerinden hiçbir şey de kaybettirmez. Çünkü Kur'an her şeyden önce, ezeli ve ebedi yaşamla ilgili her şeyi bilen ve her şeye hakim el-hayyu'l-kayyum -daima dipdiri ve daima ayakta olup dinlenmeye-uyumaya ihtiyacı olmayan- Allah tarafından indirilmiştir.

Rabbimizin koyduğu bir hükümdeki evrensel maksadı anlamak için vahyin iniş zeminini, hitap ettiği muhatapların örfi arka planını iyi bilmek gerekir. Ancak bizim Şatıbi'nin ortaya attığı ma'hûd'u/arka planı gündeme getirme maksadımız ile tarihselcilerinki arasında önemli farklar vardır. Tarihselciler hükmün vasatını, evrensel maksadı nesh edecek, ta'til edecek şekilde yorumlamaktadırlar. Biz Kur'an'ın onaylı gönderme yaptığı nüzul ortamının adet ve örflerini bilmenin önemli olduğunu söylüyoruz. Tarihselciler ise, izafi olanı mutlağın önüne geçirmek, ilkeyi, icabat-ı vakte kurban etmek için ma'hûdu gündeme getirmektedirler. Biz makasıdu'ş-şeriayı Kur'an'ın içinde aramamız gerektiğini söylüyoruz; tarihselciler ise çoğu zaman eleştirdikleri rivayet kültürünün aktardığı zanni bilgileri, korunarak gelen Kur'an'ın mesajını ta'til etmek için rahatlıkla kullanabilmektedirler.1

Nüzul Sebeplerinin Kur'an'ın daha iyi anlaşılmasında bir rolünün bulunduğunda kuşku yoktur; ancak iyi tahkik etmek, ahad bir haber ile ilahi bir hükmü nesh etmeye/hükmünü geçersiz ilan etmeye kalkmamak kaydı ile.

Şüphesiz Kur'an belli bir topluma, tertilen/yavaş yavaş, belli bir program dahilinde, belli bir zaman aralığında, belli mekanlarda indirilmiştir. Kur'an'ın iniş ortamıyla olan ilgisi, onun anlamı aktarma yeteneğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Fakat o, indiği mekandan ve zamanın koşullarından müstağni olan yüce Allah'ın sözleridir. İlahi kelamın özel bir durumla ilgili olması, onun anlaşılmaz bir esrara sahip olduğu anlamına gelmeyip, sınırlılığı ifade etmektedir.

Bilindiği gibi Kur'an; yaşanan bir hayata, itikadi, ahlaki, siyasi, iktisadi, içtimai sorunların çözüm şekillerini, temel ilkelerini va'z etmek için indiriliyordu. Öyle ki, bazen bir ayetin iniş sebebi aile içinde yaşanan -tahrim olayında görüldüğü gibi- ve iç mesele gibi gözüken şahsi bir nedene dayalı olabiliyordu. Ancak her ayetin nüzul sebebini bilmek ve bulmak mümkün olmadığı gibi, çoğu zaman birbiri ile çelişen rivayetlerle karşı karşıya olmamız zanni bir bilgi kaynağına mahkumiyetimizi beraberinde getirebilmektedir. Öyleyse nüzul sebebi tabiri Kur'an'ın ilgili olduğu ilk muhatapları kuşatacak yeterlilikte değildir.

Bu yüzden "nüzul sebepleri" yerine "nüzul ortamı" tabirini tercih etmemiz gerekir. Çünkü nüzul sebebi olarak tevarüs eden zanni rivayetleri esas kabul ederek Kur'an'ı doğru anlama çabalarımızda yanlış yönlendirmelere açık hale gelebiliriz.

Ancak şurası inkar edilemez bir gerçektir ki, vahyin mesajının tam olarak anlaşılması için Yüce Rabbimiz, "ilk muhataplarının anlayabileceği bir dil ve kavrayabilecekleri bir kavram sistemi ile" kelamını dillendirmiştir. Kur'an'ın mubin, müfesser, mufassal, müyesser sıfatları ile İlahi kelamın dilinde tanıtılması da bu hakikati belirtmek gayesine matuf olsa gerektir..

Öyleyse Kur'an'ın ilk muhataplarınca ulaşılan anlamını iyi kavrayabilmek, bugün, kötü niyetli fitnecilerce sorunluymuş gibi takdim edilen ayetleri, ilk nesillerin niçin mesele olarak telakki etmediklerini anlayabilmek için nüzul ortamını doğru tahlil etmek şarttır. Bunun yolu da her şeyden önce Kur'an'ın indirildiği ilk muhatap toplumu, ilahi vahyin mesajı ile bağlantılı olarak tanımaktan geçmektedir.

Tarihe ait olan örflere tahlil edici, sorgulayıcı bir biçimde yaklaşabiliriz. Fakat nüzul ortamını Kur'an'ın onaylı göndermelerine uyarak öğrenmenin gerekli olduğunda da kuşku yoktur. Yine unutulmamalıdır ki Kur'an, nüzul ortamının bir ürünü değil, Allah'ın kelamıdır. Beşeri eserler, ideolojiler ve dünya görüşleri kendi içinden çıktıkları dönemin siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel atmosferinden etkilenebilirler fakat bu, ilahi bir kaynak için olası değildir. Yine de bu, Kur'an'ın indiği ortamla bir alakasının olmadığı anlamına gelmemeli.

Tabii ki, ilk muhatapları ile Kur'an'ın doğrudan ilgisi vardır. Ancak bu ilgiyi oluşturan örneklerin evrensel niteliği vardır. Örnekler, iniş ortamı ile alakalı olsa da, akletme yeteneklerimizi çalıştırarak, kıyas yöntemi ile, konunun tüm zamanlar için geçerli olacak boyutları, mesaj olarak ortaya çıkarılabilir.

Nüzul ortamı; Kur'an'ın indiği yirmi üç yıllık dönem ve o dönemin kendisinden önceki insanlık tarihi ile olan irtibatı demektir. Kur'an'ın indiği ortamdaki muhataplar için ifade ettiği anlamın yetersiz olduğu, sonradan daha çok şey çıkarabileceğimiz tezlerini savunan sözde evrenselci tarih üstücülere sormak gerekir: "Eğer onlar Kur'an'ı eksik anladılarsa, Peygamberimiz de dahil sahabeler onu eksik mi yaşamış oldu?" Bu sorunun cevabı evet olarak verilecekse Peygamberimizin örnekliğine dair ilahi kelamın övgüsü nereye oturtulacaktır?

Tarih üstücü bir yöntemle Kur'an'a yaklaşanlar, modern dönemin verilerinden kalkarak anlamın genişletilebileceğini savunmaktadırlar. Bu görüş temelinden yanlış bir öncülden hareket etmektedir. Çünkü tarih bize tersinin doğru olduğunu; yani anlamın genişleyeceğini değil, buharlaşacağını ispat etmektedir.

Bir ayet ilk muhataplar için yeterli bir anlam taşımıyorsa nasıl oluyor da bizim gibi sonraki muhatapları için, manalar taşıyor? İlahi vahyin muhtevası değişti, ya da Allah sözünden dönüp caydı mı? Onlar "İlerlemeci tarih anlayışı"ndan hareketle, bundan on dört asır önce yaşayan Müslümanların şimdiki insanlardan, "kavrayış, zihin yapısı ve hayat tarzı bakımından daha geri, az gelişmiş, hatta primitif oldukları" önyargısından hareket etmektedirler.

Oysa bu varsayımların hiçbiri doğru değildir. Onlar zihinsel olarak bizden daha geri olmadıkları gibi, İlahi vahyin sıcak mesajına bizden daha yakın olmaları ve Rasul'ün içlerinde yaşaması bakımından daha avantajlı bile sayılabilirler. Tarih içinde değişen insanların genetik yapıları değil, kullan­dıkları aletlerdir. Aletler ise, avantajlarının yanında dezavantajları da bünyelerinde barındırırlar.

İlişkinin olması aklen zorunludur. Çünkü ashaptan hiçbirinden "Bu kitap bizimle ilgili değil, başkalarından söz ediyor" şeklinde hiçbir tepkinin gelmemesi; modernizm tecrübesini yaşamamış, katı seküler eğitimden geçmemiş, imaj kültürü içerisinde büyümemiş çok sayıda alimin Kur'an'ın anlaşılabilirliği yönünde görüş bildirmesi bu tezimizi doğrulamaktadır.

Öte yandan sosyal çevre faktörlerinin ve iniş ortamındaki her tür kültürün, Kur'an ayetlerinin içeriğini belirlediğini savunmak mümkün değildir. Aksi bir iddia, tarihsel olanın evrenseli, konjonktürel olanın-dönemsel koşulların ilkeyi, izafi olanın mutlak olanı tayin ettiğini, İlahi kelamın beşer hayatının istikrarsız akışına göre anlam ve içerik değiştirdiği sonucuna götürür. Ki bu tutum ile hareket edildiğinde ilahi vahyin etken ve belirleyici rolü, istenerek veya istemeden görmezden gelinmiş otur.

Bu durumda vahyin evrensel ve ebedi hakikat olmadığı, tarihsel ve konjonktürel zorunlulukların varlığı kabul edilmiş olur ki, bu tam anlamı ile felsefi anlamda "tarihselcilik" olup, Kur'an'a bu tür yaklaşım şekli kesinlikle masum olamaz. Öte yandan Kur'an'ın iniş ortamında yaşamış olan ilk muhatapların ilahi mesajı nasıl anladığı bizim için çok anlamlıdır. Çünkü yüce Allah Kur'an ile o ortama hitap etmiştir. Ayrıca Rabbimiz hitabının da peşini bırakmamış, doğruların işlenmesi için teşvik ettiği gibi Rasulullah'ın şahsında ilk nebevi uygulamaları da denetlemiştir.

Nüzul ortamı ile söz konusu verilere ulaşmak için subutu ve delaleti kati tek bilgi kaynağı olan Kur'an birinci önceliğimiz olmalı, subutu ve delaleti zanni olan rivayetler konusunda seçici davranmalıyız. Yoksa subutu ve delaleti kati olan Kur'an'ı anlarken zanni delileri esas almamız doğru olamaz. Yani öyle olur olmaz, sahihlik şartlarını taşımayan rivayetler esas alınmamalı, daima Kur'an mihver/merkez alınmalıdır.

Kur'ani bir fıkıh sahibi olduktan sonra her tür tarihi malumata başvurmakta hiçbir sakınca olamaz. Rivayetlerin yükü altında, edilgen bir vaziyette kalmak yerine, onları değerlendirmek için kuşatıcı bir yaklaşım sahibi olduktan sonra, ilahi vahiy dışındaki veriler artık bir engel olarak değil destekleyici, pekiştirici, takviye edici birer payanda olarak işlev göreceklerdir.

B- Kur'an'ın Musaddık-Müheymin Sıfatları Bağlamında Nüzul Ortamı'nın Değeri

1- Musaddık Bir Kitap Olarak Kur'an

"Ve sana (ey peygamber!) hakikati ortaya koyan bu ilahi kelamı, geçmiş vahiylerden kalanı tasdik edici (musaddık) ve içinde hangi doğruların bulunduğunu belirleyici olarak (müheymin) indirdik..." (Maide, 5/48)2

Kur'an'ın kendisinden önce gelen ilahi vahiyleri onaylamasına musaddık; bir takım ilke ve uygulamaları ortadan kaldırmasına ise müheymin denilmiştir. Bilindiği gibi Kur'an, müşrikler tarafından bütün kutsal değerleri kirletilmiş bir tevhit geleneği üzerine inmektedir. Nüzul esnasında bu vasatta cereyan eden olaylar bazen tasdik edilmekte, bazen ise tenkit edilmektedir. İniş ortamına ilişkin Kur'an'ın yürürlükten kaldırdığı veya onayladığı uygulamalara ise her zaman geniş olarak değinilmemiş, işaretle yetinilmiştir.

Şüphesiz Kur'an soyut olaylar üzerine indirilmiş bir kitap değildir. Somut olaylar -adetler ve örfler- üzerine indirilmiştir. Hükmün vasatı olan iniş ortamında yaşayan adetlere karşı müheymin sıfatı ile "reddetme ve aşma" şeklinde ifade edebileceğimiz köktenci bir tutum emredilmiştir. Öte yandan bilinen güzel davranışlar anlamında örflere karşı ise daha ılımlı ve yumuşak bir tutum Musaddık sıfatı çerçevesinde dile getirilmiştir. Bir örnek vermek gerekirse; Kur'an'ın hiçbir ayetinde insanlığın Allah için yaptığı ilk mescit olan Kabe'nin yıkılmalına yönelik bir emir verilmemiştir (musaddık). Fakat Peygamberimize ilk müminler topluluğuna, Kabe'nin içini ve dışını kirleten rica kaynağı putlara ve onların temsil ettiği batıl tasavvurlara karşı ılımlı bir tutum takınmak hiçbir zaman tavsiye edilmemiştir (müheymin).

Kitap Ehli'nden kalan teamülleri güzelce denetleyip uygun şekilde potasında eriterek Müslüman kuşaklarca bizlere aktarılan bu bilgi kaynakları Kur'an'ın rakibi değildir; dostu kardeşidir. Zaten bu nedenle Peygamberimiz önceki resullerin yoluna uymakla yükümlü tutulmuştur.3

Fakat sürekli olarak altı çizilmesi gereken husus, Kur'an'ın temel belirleyici olduğudur. Yoksa müşriklerin kirlilikle malul davranışları, Yahudi ve Hıristiyanların taşkınlıkları bizim için hiçbir zaman ölçü değildir. Başvuru kaynağımız bütün Hanifler, bütün Yahudiler, bütün Hıristiyanlar değil, onlardan 'zikir ehli'dir. Yani dinin saflığını ve kalplerinin samimiyetlerini kaybetmemiş, Kur'an'dan önce de İlahi vahyin şahitliğini hakkı ile yerine getirenlerdir. İşte Rabbimizin Kur'an ile yaptığı çağrı:

"(Ey Muhammedi) Biz senden önceki çağlarda da, kendilerine vahyettiğimiz (ölümlü) adamlardan başka kimseyi (elçi olarak) göndermedik; bu konuda yeterli bilgiye sahip değilseniz, zikir ehline/vahyedilmiş önceki kitaplara bağlılığını sürdüren kimselere sorun!" (Nahl, 16/43).

"Zikir ehline sormak" edilgen bir tutum değildir. Bu tavsiye ile, bizden önceki ümmetlerle varolan ortak yanlarımız vurgulanmakta ve şirke karşı ortak dayanışma zeminleri aramamız yönünde bir ufka sahip olmak biz müminlere öğütlenmektedir. Yoksa nüzul ortamındaki bilgi kaynaklarına aynen teslim olmak emredilmemektedir. Aksi halde önceki vahyin muharref değerleri belirleyici ve birincil derecede kaynak olarak Kur'an'ın önüne geçebilecektir. Kur'an'ın nüzul ortamında yaşayan örf ve adetlere ilişkin iki tutumun geliştirilmiş olması neyin öncelikli ve belirleyici neyin tabi olması gerektiğine dair, elimize sağlam bir karine vermektedir. İlahi vahyin son bilgi kaynağı olan Kur'an, hem nüzul ortamında yaşayan örflere ilişkin olumlu bir tutum geliştirmeyi öğretmektedir; hem de vahyin yirmi üç yıllık iniş sürecinde birçok adete yönelik tamamen reddiyeci bir tutum takınmayı öğretmektedir.

Bilindiği gibi Rasulullah, türedi değildir. O, nübüvvet zincirinin son halkasıdır. Dolayısı ile kendisinden önce gelen binlerce peygamberin bıraktığı izler üzerinde görevini yürütmüştür. Bu nedenle herhangi bir konuda Kur'an'ın hükmü kesinleşmemişse, Peygamberimiz önceki ümmetlerden kalan tevhide uygun saf geleneklere uymakta idi. Örneğin, biz namazı nasıl kılacağımızı 'mütevatir olarak yaşanan sünnet'ten öğreniyorsak, Peygamberimiz de namazın, haccın, orucun bazı unsurlarını, önceki ümmetlerden gelen bir uygulamalardan dolayı görmekte idi.

Kur'an'da Allah ve peygamberi ile savaşanlara öngörülen, "el ve ayakların çapraz kesilmesi" cezası (Maide, 5/33); Firavun'un düzene karşı çıkanları tehdit ederken bahsettiği ceza (Taha, 20/71, Şuara, 26/49) ile aynıdır. Bu benzerlikten kalkarak "Kur'an'ı adetler ve örfler belirlemiştir" diyen tarihselciler ilahi vahyin müheymin sıfatını görmezden gelmektedirler. Kur'an'da insanlığın bildiği ilke ve uygulamalara örnekler verilmesi, onun mesajının evrensel olmadığı anlamına gelmez.

Biz müheymin sıfatının çağrışımından hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: insanlık geleneğinde varolan bir cezai müeyyidenin Kur'an ile yeniden gündeme getirilmesi, tarihselcilerin iddia ettikleri gibi Kur'an'ın hitabının iniş döneminde yaşayan insanlarla sınırlı olduğuna, evrensel olmadığına delalet etmez. Örfün-adetin üzerinde ilahi karakterli bir vahiyle karşı karşıya olduğumuz unutulmamalıdır; Allah takdir yetkisi ile yaşanan hayatın fevkinde bir İlahtır; çünkü Allah her şeyin üzerinde, hakimlerin hakimi bir Rab'dir.

Kur'an'ın Musaddık Sıfatı ile Koruma Altına Alınarak Tahkim Edilen Tevhidi Örfler

İlk insan topluluğundan itibaren risalet süreciyle başlayan temel itikadi esaslar, zaman içerisinde bozulmuş olsa da hiç bilinmeyen şeyler değildir. Gerek Mekke müşrikleri tarafından, gerekse Yahudi ve Hıristiyanlar tarafından tevhit dini İslam'ın özellikle Hz. İbrahim'e kadar dayanan inanç esasları ve canlı bir ibadet geleneği hâlâ sürdürülmekteydi. Ancak tabii ki bu inanç ve ibadetler asli sıfatlarını kaybetmiş, bulandırılmış ve gerçek gayelerinden uzaklaştırılmış bir şekilde yaşatılıyordu. Dini ibadetlerin ilk peygambere ve ilk insanlık topluluğuna kadar giden bir geçmişe sahip olduğunu, Kur'an'da çokça tekrarlanan "Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı" ifadesidir.4

Kur'an'ın mesajı da aşağıdaki ayette açıkça beyan edildiği üzere, önceki peygamberlere indirilenlerle ortak öğeler taşımaktadır: "Peki onlar (Allah'ın bu) sözünü anlamaya hiç çalışmadılar mı? Yahut geçip gitmiş atalarına hiç gelmeyen bir şey mi geldi onlara?" (Mü'minûn, 23/68)

Bu sebeple Kur'an'da Rabbimizin va'z ettiği buyruklarla önceki vahiy kaynaklarında ve onlardan asru'n-nebiye kadar süzülüp gelen örf arasında bir benzerlik olması garipsenmemeli, hatta bir benzerlik aranmalıdır. Allah'ın bir buyruğu olmadan Peygamberimiz kendiliğinden tevhit geleneklerinde bir değişiklik yapmaya çalışmıyordu. Yüce Allah, Kur'an'ın musaddık sıfatı ile koruma altına aldığı temel ibadet biçimlerinin kıyamete kadar kesintisiz olarak sürdürülmesini emretmiştir. Çerçevesi netleştirilerek farz kılınan, doğruluğu onaylanan ve tüm toplumlar için câri kılınmış bulunan tevhit geleneklerinin -akla ilk gelenlerini -en çok bilinenleri şunlardır:

Biçiminde bir takım değişikler olsa da namaz, tevhit dini İslam'ın temel ibadetlerinden biri olarak tüm peygamberlerce tebliğ edilmiştir (Bakara, 2/3, 43-45.vd.); zekat (Mâûn, 107/4-7)5; oruç (Bakara, 2/183); haram aylarda savaşmama (Bakara, 2/217); hac ayları, bu aylar içinde "iki önemli gün" ve bu iki gün içinde en önemli bir gün (Bakara, 2/197, 203; Tevbe, 9/3); şeytan taşlama; bir armağan, bir yakınlaşma vesilesi olarak kurban (Bakara, 2/196; Maide, 5/27-31; Hacc, 22/28; Saffat, 37/83, 101-107, 113); Kabe'nin etrafındaki tavaf (Hacc, 22/26-29); tavaf esnasında ihram giymek (A'raf Sûresi, 31); ihramlı iken av yasağı (Maide, 5/1-2.); sa'y: Safa ile Merve arasındaki şavtlar (Bakara, 2/158); imâre ve sikâye (Tevbe Suresi, 9/17-20).

2- Müheymin Bir Kitap Olarak Kur'an

Kur'an, Yüce Allah'ın tarih boyunca indirdiği ilahi vahiyleri gözetip kollayan, denetleyen bir kitaptır. Bu denetleme neticesinde, korunan ile tahrif olanı Yüce Rabbimiz Kur'an ile biz müminlere haber vermiştir. Kur'an'ın hatem olması/nübüvvet vahyinin mührü olması dolayısı ile önceki vahiylerle kendisi arasında "eşitler arası öncelikli" diye vasfedebileceğimiz bir üstünlüğü vardır.

Bu durumda müheymin sıfatı, önceki vahiyler üzerinde Rabbimizin tasarruf hakkını da imleyecek bir muhtevayı özünde taşımaktadır. Mesela Rabbimiz, Tevrat şeriatında bulunan kuyruk yağını yeme yasağını ve cumartesi günü çalışma yasağını Kur'an ile neshetmiştir; kıbleyi Mescid-i Aksa'dan Mescid-i Haram'a yönelik olarak Kur'an ile değiştirmiştir. Kısaca Rabbimiz müheymin sıfatını verdiği Kur'an ile önceki vahiylere bazı ilaveler yapmıştır; bazılarını ise nesh edip yürürlükten kaldırmıştır.

"Ve sana (ey Peygamber!) hakikati ortaya koyan bu ilahi kelamı, geçmiş vahiylerden kalanı tasdik edici (musaddık) ve içinde hangi doğruların bulunduğunu belirleyici olarak (müheymin) indirdik..." (Maide, 5/48).6

Kur'an nasıl yepyeni -sıfırdan başlayan- bir süreci ifade etmiyor, ilk insanla başlayan rehberlikten söz ediyorsa, onun elçisi olan peygamberimiz Muhammed (s) de bir ilki değil, zincirin son halkası olarak bir tekamülü ifade etmektedir. Bu yüzden ona "türedi"7 sıfatını layık görerek tahkir eden müşriklerin iftirası tümüyle reddedilmiştir. Peygamberimiz gelenekte ne var ne yok onaylayan, onları meşrulaştıran bir atalar dinini sürdüren bir mesajı tebliğ etseydi, müşrikler bu tahkir ifadesini ona karşı kullanmazlardı.

Kur'an ile başta şirk ve tezahürleri olan yanlış şefaat anlayışı, batıl melek tasavvuru gibi doğrudan inançla ilgili konularda köklü değişikler istenmiştir. Gerek Allah adına yapılmış olsun gerekse tamamıyla âfâki olsun, toplumsal hayatta yaşayan tevhit ve adaletten nasipsiz gelenekler ya tamamıyla kaldırılmış, ya da ıslah edilerek manevi kirliliklerden arındırılmıştır. Şimdi Kur'an'ın müheymin sıfatı ile ortadan kaldırılan geleneklere örnekler vererek analizlerimizi daha da somut hale getirelim.

Kur'an'ın Müheymin Sıfatı İle Ortadan Kaldırılan Bazı Gelenekler

Kur'an cahili gelenekler ve tevhidi gelenekler üzerinde musaddık ve müheymin sıfatları ile konuşmaktadır. Kur'an'ın gönderme yaptığı tarihsel, toplumsal adetler bilinmelidir. Ancak bu şekilde, atıf yapılan, değinilen konuların detayı öğrenilebilir. Yoksa temel bir açıklama Kur'an'da yer alsa bile, onun ilk muhataplarının arka planına hitap eden ilahi kelamın bütün boyutlarıyla öğrenilebilmesi nüzul ortamının ilgili konularının bilinmesine bağlıdır.

Kur'an'ın müheymin sıfatı ile denetleyerek reddettiği geleneklerin başında, müşriklerin ulûhiyette, rubûbiyette alışkanlık haline getirdikleri 'şirk' yer alır. Şirk ile Allah'ın dini İslam'ın bulandırılması sonucu, İbrahim ve İsmail peygamberlerin risalelerinden taşınan ibadetler zaman içinde kirletilmiştir.

Kur'an'ın müheymin sıfatı onun tarihe teslim olmadığını, onu kuşatıp üzerine çıktığını gösterir. Kur'an'ın tarihin üzerindeki egemenliğini de ispat eden gelenekler şunlardır: Kabe'nin etrafında çıplak tavafın yasaklanmış olması (A'raf Suresi 7/31.); hac dönüşü evlere arkadan girmek (Bakara, 2/189); Mina'da putlar ve kabileler için düzenlenen iftihar meclislerinin yasaklanması (Bakara suresi, 2/ 200); mut'a nikahına cariyelerle bile izin verilmemesi (Nur Sûresi, 24/32-33; Maide, 5/5)8; Kur'an'ın zinaya öngördüğü ceza, önceki uygulama olan "recm/taşlama"nın aksine yüz celde'dir. (Nur, 24/2); hür olmayan kadınların cezası ise elli celde'dir -ki recmin yarısı mümkün değildir- (Nisa, 4/25); kıblenin Mescid-i Aksa'dan Mescid-i Haram'a değiştirilmesi (Al-i İmran, 3/144); evlatlıkların boşadıkları kadınlarla evlenme yasağının kaldırılması (Ahzâb, 33/37).

Örneklerimiz de görüldüğü gibi Kur'an, nüzul ortamındaki adet ve örflere karşı pasif değil, dinamik bir tavırla ilişki kurmuştur. Bunlardan başta şirk olmak üzere zararlı olanlar ebediyen nesh edilmiş, örfler ise Rabbimizin buyrukları ile korunup yeniden tahkim edilerek pekiştirilmiştir. Bütün bunlar ilk Kur'an neslinin yakından bilip tanıdığı kültürel arka plan üzerinde yapılmıştır.

Şâtıbi'nin ifadesiyle ma'hûd/bu kültürel arka plandan bazıları Kur'an'ın daha iyi anlaşılması için bilinmelidir. Çünkü Rabbimiz, vahyin ilk muhataplarının çok iyi bildiği kimi konulara Kur'an'da detaylı olarak yer verilmemiş, sadece işaret etmiştir. Rasulullah'ın sünneti ile örnek uygulamaları yapılan bu yeni duruma İlişkin Kur'an metninde, mushafta her zaman yeterince ayrıntılı bilgi olmadığından dolayı, nüzul ortamının bu arka planına bir onaylı kaynak olarak başvurmak elzemdir.

Nüzul ortamının adet ve örflerine ilişkin en güvenilir bilgi ise en başta Kur'an ve onun teşhid edilmiş hali olan Rasulullah'ın sünnetinden öğrenilebilir.

Sözün özü

Kur'an'ın hitap ettiği müminlerin bir örfi arka planı (ma'hûd'u) vardır. İlahi hitap da bu arka planı çok iyi bilen ilk Kur'an nesline yapılmıştır. Çoğu zaman sadece atıf yapılarak geçilen bu vasatı doğru tespit etmek, vahyin daha iyi anlaşılması için gereklidir.

İlahi vahyin ilk indiği zeminin karakterini, olumlu ve olumsuz yanlarını tespit edeceğimiz bir çalışmada dahi -yine her halükârda olduğu gibi- Kur'an, temel belirleyicidir. Kur'an'ın değil, ma'hud'un ya da zanni rivayetlerin belirlediği bir anlam arayışı doğru değildir. Çünkü bu durumda arızi olan asli olanı, zanni olan yakını olanı, beşeri olan ilahi olanı kuşatma altına alabilir. Oysa arızi olan değil asli olan, zanni olan değil yakıni-ilmi olan, beşeri olan değil ilahi olan her zaman bir mümin için önceliklidir. Kur'an'ın nüzul ortamıyla ilişkisi konusunda günümüzde yaşayan iki tasavvurdan tarihselcilik de tarih üstücülük de anlamanın merkezine "tanrısal vizyon sahibi süper bir varlık" olarak insanı koyduğu için, nesnel anlamı aramasına rağmen bize göre zanni sonuçlara ulaşmayı daha baştan garantilemiş olmaktadır.

Diğer yandan her ayetin bir nüzul sebebi yoktur: Fil Suresi'nin inişine ebabil kuşları sebep olmamıştır, Hakkında nüzul sebebi olduğu iddia edilen ayetlerin anlaşılmasında da, belirleyici ve esas olan rivayetlerin kendisi değil Kur'an metnidir. İniş nedeni olarak rivayet edilen haberin sahihliğinin denetimi de en sahih ve güvenilir şekilde Kur'an'la yapılabilecektir. Diğer yandan nüzul sebepleri yorumcunun bakış açısına göre şekillenmeye uygun veriler sunmaktadır. Bu nedenle ilahi vahyin iniş ortamıyla alakalı verilerden kalkarak, hiç kimse "ben nesnel anlama ulaştım" deme hakkına sahip olamaz. Oysa tarihselciler, nüzul sebeplerini öne sürerek, tarih üstücüler de "modern bilimin sağladığı imkanlar"la en doğru anlama ulaştıkları vehmiyle varsayımlarını takdim etmektedirler.

Bize göre üçüncü bir yol vardır. Bu yol, Kur'an'ın esas kabul edildiği rivayetlerin de "nüzul ortamı" perspektifiyle değerlendirildiği, ilahi vahyin tarihle ilişkili olduğunu kabul eden ama tarihle kayıtlı olduğunu reddeden dengeli bir yöntem arayışını hedefler. Kısaca; ne tarihselcilik ne de tarih üstücülük sahih anlamın garantisidir; sahih olan beşeri imkanlarımızın elverdiğince Kur'an metnine ve onun yönlendirdiği nüzul ortamı ve sünnete başvurarak elde edilen anlamdır.

Dipnotlar:

1- Tarihselciler Ahzab suresi, 33/59. ayetteki "tanınma illeti"ni, esbab-ı nüzul kaynaklarında yer alan zanni rivayetlerden yararlanarak, köle ile hürün birbirinden ayrılması şeklinde yorumlamışlardır. Oysa ayette böyle bir ayırım yoktur. Öte yandan "Sebebin hususi olması, hükmün umumi oluşuna engel teşkil etmez."

2- Kur'an'ın musaddık sıfatını dile getiren çok sayıda ayetten bazıları şunlardır: Bakara, 2/4, 41; Al-i İmran, 3/3, 39, 50; Nisa, 4/47; Maide, 5/46, 48; Yunus, 10/37; Hud, 11/17; Enbiya, 21/24; Şuara, 26/196; Fatır, 35/31; Ahkaf, 46/12, 30; Saf, 61/6, Kur'an önceki vahiylerin kitaplarında bulunan doğrulara delil olarak atıf yapmaktadır: 20/133; uluhiyette salt Allah'ı birlemek hem önceki vahiylerin hem de Kur'an'ın ortak ilkesidir: 21/24, 39/65. Kur'an'ın mesajı önceki kitapların mesajının devamı, bütünleyicisi, tamamlayıcısıdır: 26/196. Ahiretin dünyaya önceliği ilkesi Kur'an'dan önceki kitapların muhkem hakikatlerinin başında yer alır: 87/18-19.

3- Peygamberimizle önceki resullerin tebliğ ettiği ilahi mesajın temelleri itibariyle herhangi bir çatışması ve tenakuzu değil, uyumu ve benzerliği söz konusudur. Bu nedenle Peygamberimize önceki resullerin tahrif olmamış namaz, oruç, hac, yetimi-öksüzü kollayıp kol kanat germek gibi güzel ahlak ürünü örflerine uygun bir şekilde hareket etmesi emredilmiştir. Örnek olarak Kur'an'daki şu ayetlere bkz. Enam, 6/90; Hud, 11/120; Nahl, 16/123; Ahzab, 33/38-39; Sad, 38/1 7; Ahkaf, 46/35; Mümtehine, 60/4-6.

4- İbadetlerin öz itibariyle her zaman varlığını muhafaza ettiği, dolayısıyla kıyamete kadar hükmü devam edecek Kur'an ile güvence altına alındığına ilişkin çok sayıda ayetten bazıları için bkz. Bakara, 2/135, 183, 187; Al-i İmran, 3/43; Hud, 11/87; Nahl, 16/123; Enbiya, 21/73; Hacc, 22/26-27; Kasas, 28/27.

5- İnsan nefsinin kötülüklere karşı direngen bir yapıya kavuşması, günaha yönelen eğilimlerin denetim altına alınabilmesi için zekat-infak-sadaka Allah'a karşı sorumluluk bilincinin bir gereği olarak yapılması gereken temel ibadetlerdendir. Bu ibadete karşı insanların -özellikle müşriklerin- duyarsızlığından söz eden birkaç Mekki ayet için bkz. Necm, 53/33-34; Fecr, 89/17-20; Beled, 90/12-17; Şems, 91/7-10; Duha, 93/6-10; Hümeze, 104/2-9.

6- Müheymin yüce Allah'ın sıfatları arasındadır: Haşr, 59/23; Kur'an'ın sıfatı olarak sadece Maide Suresi 48. ayette geçmektedir. Fakat Kur'an'ın -dolayısı ile ona inananların- denetleme, kollama, gözetme görevini yerine getirdiğine ilişkin çok sayıda ayet vardır: Maide, 5/59; Enbiya, 21/24; Şuara, 26/192-196; Ahzab, 33/40; Fussilet, 41/42-43; Şura, 42/13, 15; A'la, 87/18-19.

7- Rasulullah'ın yeni yetme bir türedi olduğunu ileri sürerek, müşrikler ona taktıkları bu sıfat ile gelenekte ne var ne yok süpüren bir ayrılıkçı-bozguncu olduğunu ima ediyorlardı. Kur'an'da bu sıfatın Rasulullah'a yakıştırılması tümüyle reddedilmiştir. İlgili ayetler için bkz. Al-i İmran, 3/144; Mü'minun, 23/68; Ahkaf, 46/9.

8- Rasulullah cariyelerle olan münasebetlerde de, İslam'ın ailevi tanıklığının örnek şahitliklerini ümmete göstermiştir; bize bu sünnet olarak tevarüs etmiştir; konuyla ilgili daha geniş olarak bkz. Hamidullah Muhammed, İslam Peygamberi, Çev. Salih Tuğ, İrfan Yayıncılık, İstanbul, 1991, s. 690-691.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR