1. YAZARLAR

  2. Nehir Aydın Gökduman

  3. Kimliğimizle mi Tafralarımızla mı?

Nehir Aydın Gökduman

Yazarın Tüm Yazıları >

Kimliğimizle mi Tafralarımızla mı?

Mayıs 2002A+A-

Müslüman kadının özgün kimliğiyle sosyal hayatta varolabilme mücadelesi çağlar boyunca süregelen bir vakıa. Kadın konusunun güncelleştirilmesi, reel bir anlayışla irdelenmesi, toplumdaki konumunun sıkılaştırılıp sağlamlaştırılması pek çok kesimin ilgi alanına giriyor. Herkes bu hassas meselede kendi yaşama bakış penceresinden çözümler, öneriler üretiyor. Toplumu doğuran ve düşünce ekseninin oluşumunda önemli bir faktör oluşturan kadın kimliğinin göz ardı edilmemesi gerektiği yadsınamaz bir gerçek. Fakat hedeflenenin benzerliğine rağmen; çözüm arayışlarının, farklı olması, sağlam bir temele dayanmaması ve tutarlı istikametlerde yol izlenmemesi nedeniyle bütün çevrelerde özlenen neticeye varılamadı. Bu gün batı toplumları da dahil dünyanın hemen her yerinde kadının bireysel özgürlüğü, kimlik edinme problemleri bütün sıcaklığıyla gündemi meşgul etmekte.

İslami harekette kadın serüvenini öznel bir yaklaşımla değerlendirdiğimizde ise, Müslüman kadının ilk günden bu yana kendini algılama ve ifade etme babında sürekli bir gelişim içinde olduğunu söyleyebiliriz. Geçmişte ve günümüzde belleklerde yer edinen kadının 'yardımcı karakter' misyonu belki tamamen aşılamadı fakat Kur'ani bakış açısıyla ciddi bir arınmaya kapı aralandı. Bu tarihi süreçte en çok gündemleştirilen ve tartışılan olgu Müslüman kadının sosyal hayattaki konumuydu. Günümüz Türkiye'sinde de yıllardır bu mihvalde fikirler, çözümler, alternatifler üretildi. Fakat erozyonsuz bir kimlik tanımında hâlâ ortak bir noktaya gelinebilmiş değil. Teoride hemfikir olunduğu söylenilse de pratiğe gelindiğinde birileri ya hiç yola çıkmıyor, ya da yarı yolda kalmayı tercih ediyorlar. Bu ayrışma en çok egemen sistem tarafından Müslüman kadın kimliğine vurulmaya çalışılan 'başörtüsü yasağına' karşı geliştirilen tavırlarla gün yüzüne çıkıyor diyebiliriz. Tesettür emri muhkem nasslarla sabitken, 28 Şubat'tan bu yana rejimin baskı ve dayatmalarına maruz kalan Müslüman kitlenin önemli bir bölümü bu yasağı bertaraf etmeye çalışmak yerine; birlikte hareket ettikleri cemiyetlerin makyavelist çizgilerini baz alarak ya da kişisel zaaflarından dolayı kollektif bir direniş sergileyemediler. Bu da kompleks kimlik bunalımlarını beraberinde getirdi. Söyleme gelince mangalda kül bırakmayan birçok çevre bugün yılgınlıklarına ve çözülmüşlüklerine kılıf arama uğraşlarıyla meşgul.

Başörtüsü nedeniyle işinden ayrılma mecburiyetine uğratılmış biri olarak yıllardır bu sorunsalın içindeyim. Ve bu konuya olan duyarlılığımızı daima diri tutmamız gerektiğine inananlardanım. Pek çok çevrenin yine mi başörtüsü, başka halledilecek meselemiz yok mu anlayışı bana hiçbir zaman tutarlı gelmedi. Bu anlayış 'bir metre bez için mi' diyen modernist yaklaşımların çok ötesinde değil. Müslüman kadının başörtüsü meselesi İslami konjonktürün temel problemlerinden biridir. Aklı selim olan herkes bilir ki bu adi yasağın ardında engellenmek istenen bir metrelik bez parçası değil, ümmetin onuru ve bütüncüllüğüdür.

Atılacak adımlar, izlenecek yol, kazanımlar, kayıplar çok tartışıldı. Geçen son çeyrek asırda okullarda ve çalışma ortamlarında farklı uygulamalara gidildi. Son yıllardaki baskı ve dayatmalardan en çok etkilenen kurumlar İmam Hatipler ve üniversiteler oldu; ve Kur'ani alternatiflerin birçok kesimde revaç bulmaması; bu gün dinamizmin doruğu olarak nitelendirdiğimiz üniversite ortamlarında bile keşmekeşliğin, sinmişliğin, kısa günün kârı yaklaşımların sıkça görülmesi bize neler oluyor sorusunu bir kez daha gündemleştirdi. Öyle ki birbiri ardına piyasaya sürülen yapay fetvalar tarihte hiç olmadığı kadar ilgi görüyor. Birçok kimse görünüşte; meydanı boş bırakmama, kariyer sahibi olarak ileride Müslüman kitleye hizmet etme avuntusuyla; özde ise diploma tutkusuna, aile-toplum baskısına ya da sistemin çarkına karşı duracak cesareti sergileyememe nedenleriyle başörtülerini zulmün hegemonyasına heba ettiler, Bunu yaparken de önde gelen müslüman şahsiyetlerden fetva edinmeyi ihmal etmediler. Bu fetvalardan en ilginci ve revaçta olanı: Okul okumakta olan bireyin başörtüsü yasağından ruhen çok olumsuz etkilenecek olursa, (yani akli melekelerini kaybedecek boyuta gelirse) başını açmasında bir sakınca olmadığıydı. Tabii böyle ciddi bir uygulama için güvenilir bir ruh hekiminden ruhsal gerginliğin had safhada olduğuna dair bir belge alınmalıydı. Bu belgeyi edinenin Allah indinde tesettür sorumluluğundan feragat edebileceği umuluyordu! Böyle ince bir çizgiyi keşfedebilecek psikiyatristlerin varlığı meçhul olsa da bu tür fetvaların taliplileri ne yazık ki bir hayli fazla.

Bu çevrelere eleştirel bakış açısı da çoğu zaman istenen etkiyi sağlayamıyor. Toplumla kaynaşma, marjinal görünmeme adına atılan bu adımlar Kur'an neslini inşa sürecinde önemli bir engel teşkil etse de; verilen tavizler ümmetin hayrına(!) olarak yorumlanabiliyor. Kolaycılığı tercih edenler tarafından en çok sorulan soru, 'ortamımızı terk ettiğimizde ne yapabiliriz' bağlamında. Elbette kendimizi içinde yaşadığımız ülkenin bütün kurumlarından soyutlamamız değil istenen. Bilakis toplumla hemhal olmada, sorunlarımızı her fırsatta gündemleştirmede, çözüm yollan arama ve üretmede faal ve aktif olmalıyız. Fakat bunu yapmak isterken bize diretilen mevcut yasa ve kuralları sineye çekmemiz, verdiğimiz tavizle kıyaslanamayacak ölçüde minicik özgürlüklere eyvallah etmemiz prensibimiz olmamalı. Bu gün içinde bulunduğu ortamın maddi ve sosyal avantajlarını önceleyip başörtülerinden iyi niyetle feragat ettiklerini dile getiren pek çok arkadaşımız, her geçen gün biraz daha sisteme entegre olduklarını ve başarmayı amaçladıklarının bir nevi kendini kandırma psikozuna dönüştüğünü inkâr etmiyorlar. Sistemin direktiflerini harfiyen yerine getirip diploma sahibi olan ve çalışma hayatına atılan bu bireyler mevcut mekanizmanın hayatın bütün kurumlarını kuşattığını ve iş ortamlarında da üniversite günlerinde karşılaştıkları güçlüklerin binbir mislini yaşadıklarını yadsımıyorlar. Gerek eğitim, tıp, hukuk, mühendislik alanlarında gerekse diğer branşlardan mezun olabilenler edindikleri çalışma ortamlarında başta başörtüsü olmak üzere müslüman bir bayanın asla ödün vermemesi gereken birçok tavırda net ve itidalli bir duruş sergileyemiyorlar. Yani başta zedelenen İslami kimlik hayatın diğer, safhalarına da sirayet ediyor. Okul yıllarında, şimdi benden isteneni yapsam bile mezuniyet sonrası sistemin hiçbir dayatmasına minnet etmeyeceğim anlayışı dönemsel bir rahatlamanın ürünü olsa gerek. Şunu unutmamakta fayda var ki, herşeyi yarına ertelemek, akidemizle bağdaşmayan umuda ya da umutsuzluklara kapılmak bizim için çözüm olamaz. Biz öncelikle yaşadığımız zaman diliminden ve mevcut otoritenin zulmüne karşı geliştireceğimiz tavırdan sorumluyuz.

Diğer taraftan içinde bulunduğu şartlar ne olursa olsun kimliğinden ödün vermeyen, başörtüsünü yalnızca özgürlük sorunu olarak değil de Müslüman kadının şahsiyeti olarak kabul eden ve mücadeleci bir ruhla yollarına devam eden kardeşlerimiz de mevcut. Takındıkları onurlu tavır hiç şüphesiz tarihe şahitlik edecek. Bugün en çok sorunlarına eğilmemiz gereken kitle de bu bana göre. Okuduğu ya da çalıştığı bölümün kendilerine sağladığı kariyer ya da maddi refaha aldırmaksızın vakarlı bir direniş sergileyen bu kimselerin yaşadığı sıkıntılar tarif edilemeyecek kadar yoğun olsa da, İslami harekete sağladıkları katkı küçümsenmeyecek bir önem arzediyor. Öyle ki bu alanda teferruatlı bir araştırma dosyası hazırlasak, arşivimiz yüzlerce binlerce yaşanmış öyküyle dolup taşar. Ve insanların başörtüsü yasağına karşı geliştirdikleri tavrın içinde bulundukları çıkmazlarla değil, yüreklerindeki inançla paralel olduğunu görürüz. Kamu yönetiminde okurken menfur yasağın engeline takılan ve kırılganlığı tercih etmek yerine onurlu bir mücadele sergileyerek okulunu bırakmak zorunda kalan bir kardeşimin sözleri gayet manidardı. 'Size yüreğimi teslim edersem, bedenimle nasıl varolabilirim!' Böyle düşünerek kamu yönetimini bırakıp, bir mağazada tezgâhtarlığa başlamıştı. Buna benzer yüzlerce hikâye... Fakat şu da göz ardı edemeyeceğimiz bir gerçek ki; yasak karşısında tavizsiz bir mücadele gösterip bulunduğumuz ortamları terketmek zorunda kalmamızın sonrasında da aynı azimli ruhu taşımamız gerektiği. Bazı arkadaşlarımızda ortam değişikliğinin ardından, direngen ufkun yerini bir zaman sonra yalnız bırakılmışlık, değersizlik, terkedilmişlik hisleri alabiliyor. Bu da çoğunlukla bu kardeşlerimize yeni eğitim ortamları, iş sahaları ya da sivil toplum örgütlerince farklı alternatifler geliştirilmemesinin bir neticesi... Okulundan ya da işinden olmuş Müslüman bayanlar hareketli bir temponun ardından evlerine dönmek zorunda bırakıldıklarında çoğu zaman 'artık hiçbir işe yaramam' psikozuna kapılabiliyorlar. Her birinin yaşadığı kentin, kasabanın ya da kırsalın sosyal ortamı farklı ve doyurucu bir nitelik arz etmiyor. Kollektif çalışmalar yok denecek kadar az. Çıktığım seyahatlerden birinde, tanıştığım bir kardeşim okuduğu üniversiteden ayrıldıktan sonra, bir başına kaldığını, aile-toplum-sistem dayatmasının hayli yıpratıcı olduğunu, okul ve iş ortamlarının çok daha faal ve davaya katkı adına elverişli olduğunu dillendirmişti. Onun hemen yanında başörtüsüyle çalışma ortamı bulabilen bir diğeri ise, mesai takibinin ruhundaki birçok güzelliği öldürdüğünü ve kendine zaman ayıramadığını, birkaç sayfa kitap okumaya bile fırsat bulamadığını anlatmıştı. İki zıt örnek de içinde bulunduğu durumdan memnun değildi. Bu da gösteriyor ki hareket içinde yer almak kişinin birebir bulunduğu ortamla orantılı değil. Çevremizdeki hiç kimsenin bize istediğimiz şartları dört dörtlük sağlayabilecek gücü yok. Ne okul, ne çalışma sahası, ne de eve dönmüşlük azmimizi bire bir etkileyen unsurlar olarak değerlendirilmemeli. Herkes şartlarını en uygun seviyeye taşımak için çaba göstermeli ve ufkunu pozitif kutuplara endeksleye-bilmeli.

Bu alanda yapılabilecek yığınla uğraş olduğunu söyleyebiliriz şüphesiz. Öncelikle yapmamız gereken yersiz buhranlara kapılmak yerine aynı düşünceyi paylaştığımız arkadaşlarımızla bir araya gelerek yapıcı, umut vadeden, kimliğimizi netleştiren, ufkumuzu genişleten çalışmalara imza atmak olmalı. Özellikle eve dönüş buhranlarını atlatmada grup çalışmalarının rolü tartışılmaz. Yaşadığımız çevrenin sosyal durumunu göze alarak birçok yapıcı çalışmanın içinde yer alabiliriz. Dayanışma içine girdiğimiz bir sivil toplum örgütü de olabilir, aile ya da arkadaş çevremizde oluşturduğumuz bir grup beraberliği de. İki kişinin bir araya gelebilmesi ve birbirlerini aktive edebilmesi de bir şeydir. Bir başına kalan bireyin bile aktüeli takip ederek, kitap okuyarak, Kur'an bilincini geliştirerek iç dünyasını diri ve dingin tutabilmesi mümkün. Mesai takibi özlemi çeken arkadaşlarımıza ise ilgi alanlarına göre çeşitli kursları ya da doyurucu bir ücreti olmasa bile uygun iş ortamlarını tavsiye edebiliriz. Bu ortamlar sosyalleşmek ve çevremizi aydınlatmak adına güzel neticeler doğurabilir. Ayrıca internet aracılığıyla birçok kişi ya da kuruma ulaşmak, bilgilenmek, sıcak ve sağlıklı dostluklar yürütmek muhtemel. İş ve okul ortamında nadir de olsa uygun şartları yakalayabilmiş kardeşlerimiz ise itidalli adımlarla içinde bulundukları kurumları güzelleştirebilirler. Bir diğer önemli ayrıntı ise Müslüman gençler arasında evlilik alternatifinin dengeli bir yaklaşımla değerlendirilmesi ve kurumsallaştırılmasıdır. Anlatmak istediğim aynı davaya gönül vermiş iki insanın salt içinde bulunduğu durumdan kurtulmak niyetiyle bir araya gelmesi değildir tabii ki. İstikrarlı bir seyirle kurumsallaştırman bir beraberlik; güçlü ortak adımların atılmasında ve ruhi kayıpların en aza indirgenmesinde önemli bir faktördür. Bu konuyu sağlıklı ve bilinçli nesiller yetiştirme yönüyle de irdeleyecek olursak; evlilik kurumunun fonksiyonelliğinin evli çiftlerin ya da evlenmeye niyetlenenlerin gündemini ciddiyetle iştigal etmesi elzemdir diye düşünüyorum.

Sosyal ya da medeni konumumuz ne olursa olsun her halükârda gerçek kazanımların peşinde yürüyebilmeliyiz. Unutmayalım ki kariyer tutkusuyla bulunduğumuz kurumu mabetleştirmek ne kadar tutarsız ve gerçeğe tersse, bir takım endişelerle elde edilen haklara sahip çıkmamak da o kadar bencilcedir. Bu noktada tahsil hayatı sona erdirilen ya da işinden ayrılmak zorunda bırakılmış kardeşlerimize ekonomik anlamda destek olabilecek çevrelere, iş-işletme sahiplerine de önemli görevler düştüğünü belirtmek istiyorum. Ülkede iş alanında verimli ortamlar son derece kısıtlı. Bugün İslami gayelerle açılıp bünyesinde bir tek müslüman şahsiyet barındırmamaya özen gösteren onlarca kuruluşun varlığından da söz etmek mümkün ne yazık ki. Çoğu zaman diğer kesimlere ve sisteme şirin görünme adına uygulanan onursuzluklar; akla 'söz konusu para olunca ilkeler rafa mı kalkıyor' sorusunu getiriyor. Bazı kuruluşlar başörtüsüne ılımlı yaklaşırken, işe alacakları bayanlara (modern bir çizgi tutturabilme ve pek korktukları denetimlerden muaf tutulma arzusuyla) tesettürle bağdaşmayacak öneriler sunabiliyorlar. Bu tavsiyelerin sistemin ceberrut dayatmalarından farklı olmadığını hatta daha da rencide edici olduğunu belirtmek abartı olmaz sanırım. İşyerlerinin duvarlarına Hakk'ın rızasını gözettiklerine dair ibareler asmakta bir beis görmeyen işletme sahipleri inşallah neyin rızasını gözettiklerini bir an önce algılayıp hatalarını düzeltme yoluna gidebilirler.

Bir diğer üzerinde durulması gereken konu da bizim mahallede kalem oynatan yazar-çizer çevresiyle ilgili. Gerek edebi, gerekse fikir aksiyon türünde başörtüsü sorunu çok yazıldı çizildi. Fakat çare arayışlarında net ve bilinçli bir seyir izlendiği söylenemez. Herkes olaya kendi doğrularıyla yaklaşıyor. Hatta son yıllarda bu sorunu görmezden gelmek moda oldu denebilir. Sanki bu alanda yüzlerce müessir eser sunmuşuz ve mağdur kitleye olan diyet borcumuzu ödemişiz de çok daha ciddi meseleleri Donkişot mantığıyla hayata geçirmek için sabırsızlanıyoruz. Şu kesin bir gerçek ki yazım serüvenini Rabbin rızasına dayandırdığını söyleyen herkes, bu hayati meseleye Kur'an perspektifinden bakmak zorunda. Ne peruğa göz kırpan makaleler ne de açıkça başörtüsünü garnitür mesabesine indirgeyen görüşler sahih bir Kur'an bilinciyle hareket eden kalem sahiplerine ait olamaz. O nedenle görüşlerinden faydalandığımız kimselerin bize neyi dikte ettiklerini Kur'an ölçeğimizle değerlendirerek kaale almak zorundayız.

Bir diğer önemli mesele de ülkenin mevcut şartlarından uzaklaşıp, çözümü yurt dışına çıkmakta bulan kardeşlerimizle ilgili. Özellikle yarım kalan tahsili tamamlamak adına seçilen bu alternatif elbette gerekli zemin oluşturulduğunda cazip ve metoda uygun. Bu yolla birçok alanda kalifiye eleman yetiştirilmesi ve camiaya kazandırılması muhtemel... Ancak meslek edinme ve sonrasında İslami kitleye hizmet amacıyla yola koyulan bazı arkadaşlarımız bir zaman sonra gittikleri ülkelerin sosyokültürel yapısından, refah düzeyinden esinlenerek ideallerini unutabiliyorlar. Aracın amaca dönüşmesi ve nefsi isteklerin ön plânda tutulması hem bireye hem de ondan umutla bir şeyler bekleyen kitleye fayda sağlayamayabiliyor. Elbette bu yolla güzel kazanımların olduğu da başka bir gerçek. Burada bize en güzel örnekliğin Rasulullah'ın (a) hicret sonrasında gerçekleştirdiği mukim ve itidalli adımların olduğunu düşünüyorum. Hangi coğrafyada yaşarsak yaşayalım kulluk sorumluluğumuzda en küçük bir azalma olmaz. Ortamımızı ve edindiğimiz kariyeri Allah'ın rızasını gözeterek değerlendirebilmeliyiz. Ayrıca yurt dışına çıkmak olumlu bir adım olsa da hiçbir zaman tek çıkar yol gibi de görülmemeli, gösterilmemeli. Bu meseleyi tabulaştırdığımızda gerekli imkânı bulamayan fertlerde ruhsal gerginlik, hayata küskünlük, kendine acıma, acınma hisleri had safhaya çıkabiliyor. Bu da memlekette edinmemiz gereken hakların üzerine gitmek yerine pasif ve sıkılgan politikaların gündem bulmasını beraberinde getiriyor. Yurt dışına çıkma tercihinin (hareketten kopmak ve düş dünyasında yaşamak olarak algılanılmasından ziyade) müntesiplerine mühim bir sorumluluk getirdiğini düşünüyorum. Bu fırsatı bulabilen Müslüman bayanlar başörtüsünde aradıkları özgürlüğün rahatını yaşarken kimliklerinin getirdiği sorumlulukları da aktif olarak hayata aktarabilirlere pek çok kimseye nasip olmayan bu avantajı lehimize çevirmenin bahtiyarlığını hak edebilirler sanıyorum.

Herşey bir yana Müslümanlar olarak kadın erkek hepimiz kimliğimize yapılan saldırılara, dayatmalara duyarlı ve direngen olabilmeli, omuz omuza bir dayanışma gösterebilmeliyiz. İslam'ın bütün rükunlarında olduğu gibi tesettür konusunda da ilkeli, dürüst özverili ve elete yapılan bir mücadeleyle (uzun vadede de olsa) başarıya ulaşmamız mümkün. Bu tarihi süreçte ne sisteme duyduğumuz tafralar, karamsarlıklar ve boş vermişlikler bize bir şey kazandırır; ne de bireysel içe dönüklüğümüz. Gelenekçi ve modernist yaklaşımların ürettikleri sahte ve ütopik tercihleri baz almak yerine hayatın içinde bulunmayı, ortamımızı Kur'an bilinciyle güzelleştirmeyi başarabilirsek çözümün öncelikle yüreklerimizde başladığını görebiliriz. Velev ki bu günkü süreçte ya da yaşadığımız müddetçe özlediğimiz ortamı sağlayamasak da biz imkânlarımız dahilinde gösterdiğimiz mücadeleden sorumluyuz. Rabbimiz Kur'an'ı Kerim'de hiç kimseye taşıyabileceğinin üzerinde yük yüklemediğini belirtiyor. Ayrıca şu da var ki hiçbir ortam, dönem ya da ruhsal sıkıntı süreğen değildir. Bugün çıkmazda gördüğümüz birçok ayrıntı yarın bize basit ve komik gelebilir. Tabii tüm bu engellerin aşılmasında plânlı programlı, ilkeli ve umutvar adımların etkili olacağı şüphesiz.

Zaten şu Kur'an ayeti de birçok sorunumuza ışık kaynağı değil mi? "Andolsun biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele!" (Bakara, 155)

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR