1. YAZARLAR

  2. Hülya Şekerci

  3. Halk Sustukça Yasakçılar Azgınlaşıyor!

Halk Sustukça Yasakçılar Azgınlaşıyor!

Mart 2006A+A-

Post-modern darbe sonrası seçimle işbaşına gelen Ak Parti Hükümeti AB rüzgârını arkasına alarak gerçekleştirdiği uyum paketleriyle konuşulamayan pek çok konuyu tartışmaya açtı. Uygulamalarda ciddi aksaklıklara rağmen ifade özgürlüğü konusunda ki açılımlar, işkenceyle mücadele, MGK'yla ilgili sınırlı da olsa düzenlemeler 28 Şubat darbe sürecinin nihayet bittiği yolunda bir rahatlamayı beraberinde getirmişti. Öyle ki bu atmosferde artık başörtüsü zulmüne de bir son verilebileceği düşünülüyordu. Hükümetin mesela AİHM'de görüşülen Leyla Şahin davasından olumlu bir karar beklentisi konuşuluyor ve biraz daha sabır telkin ediliyordu. Öyle ya bu zamana kadar bekleyen halk gerginlik yaratmamak için bu sorunu unutmuş gibi yapmalıydı. Bu arada yasakçıların damarına basılmazsa belki kurumsal mutabakat gerçekleşiverirdi. Yaşanan sorun kendiliğinden, zahmetsiz, gerginlik yaratmadan çözülecekse sokağa dökülen, yasağın kaynağına dikkat çeken, "mağdur başbakanı" eleştirme cüretinde bulunan topluluklar da kimdi acaba!?

Ancak aylar ve yıllar birbirini kovaladı, kurumsal mutabakat zulüm üzere birleşmekten taviz vermedi. Umutlar suya düştü. AİHM ardı ardına başörtüsü ile ilgili davalarda zalimleri haklı buldu. Ayrıca AİHM'in siyasi kararlarına gerekçe gösterdiği TC yargı sistemi geçtiğimiz ay üst üste birçok skandal karara imza attı.

Danıştay'ın Fetvası: Darbe Sürecine Devam!

Danıştay darbe sürecinde halkın gittikçe rağbet ettiği İmam-Hatip Liseli öğrencilerin üniversiteye girişlerini engellemek için çıkarılan genelgenin arkasında olduğunu gösterdi. Bilindiği gibi Milli Eğitim Bakanlığı orta öğretim ve yüksek öğretimden ayrılan ve mezun olanlara farklı alanlarda öğrenim görme fırsatı vermek için Açık Öğretim Lisesi'ne kayıt yaptırabilme imkanı sağlayan bir düzenleme yapmıştı. YÖK el çabukluğuyla yürütmenin durdurulması talebiyle dava açmış ve üzerine düşen "irtica" ile mücadele sorumluluğunu yerine getirmişti. Öyle ya askeri garnizonlarda brifinglerle şekillendirilen "bağımsız yargıçlar" misyonlarını gayet iyi kavramışlardı ve çok geçmeden Danıştay'da bu misyonunu ifa ederek Açık Öğretim Lisesi yönetmeliğine eklenen hükümlerin yürütmesini durdurdu.

Güya söz konusu uygulamayla Meslek Liseleri kendi alanlarında eğitime özendiriliyor ve böylelikle ülkenin çeşitli dallarda mesleki uzman açığı kapatılıyordu. Halbuki istatistikler düz liselere eğilimin arttığı Meslek Liselerine talebin azaldığı yönünde. Söz konusu engellemeyle Meslek Liselerindeki öğrenci seviyesinin giderek düştüğü gerçeği ise cabası. Tabi yasakçı zihniyeti eğitimin kalitesi değil de darbe politikalarının korunması ilgilendirdiğine göre İmam Hatip Liselilerle beraber tüm Meslek Liselilerin de ufuklarının karartılmasında hiçbir beis görülmüyor.

28 Şubat sürecinde sadece bir yönetmelik değişikliğiyle İmam Hatip Liselerinin meslek okulu olarak tanımlanmasıyla üniversiteye girmelerinin önü kesildi. Üstelik gidebilecekleri tek üniversite olan İlahiyat Fakültelerinin kontenjanları 1997'de 3 bin 600 iken bu rakam 100'e indirildi. Hükümet bu konuda ne zaman bir adım atmaya niyetlense ülke gerçekleri hatırlatıldı. Ülke gerçekleri; Müslümanların idari kadrolarda oluşunu engellemenin ötesinde İslam'ın toplumsal hayattan silinmesi yönünde oluşturulmuş kurumsal mutabakattı. Sınırları belli olmamakla beraber bu ülkede iktidarın alanı olarak kullanılan kamusal alanda İslam'ın görünür hali başörtüsünün toptan tasfiye hareketi de bu ülkenin gerçeklerindendi.

Başörtümüze "Kötü Örnek" Dendi, Yasak Sokağa Taşındı

Danıştay'ın Aytaç Kılınç hakkında aldığı karar başörtüsü yasağının tuzu biberi oldu. Bu karar ile yasak bir anlamda sokağa taşındı ve yıllardır tartışılan kamusal alanın sınırları genişletildi. Parkta gezen başörtülü bir kadına polisin kimlik sormasıyla, parkın da kamusal alan olacağı yönündeki uç yaklaşımlar Danıştay tarafından meşrulaştırılmış oldu.

Davaya konu olan kişi sadece okula geliş gidişlerinde başörtüsü takmasına rağmen idarecilik yapamayacağı yönünde sonuçlanan karar gerekçesi, insanlık tarihinde skandal olarak değerlendirilebilecek bir özelliğe sahip. Zira kararda hiçbir hukuki argüman kullanılmamış ve laiklik ilkesi arkasına sığınılarak dinin apaçık hükmü olan başörtümüz hakkında yargıda bulunulmuş. Bu bağlamda laiklik ilkesine yaslanan yargı başörtüsünün çocuklara kötü örnek olduğundan bahsedilerek Rabbimizin bir emrini kötü örnek olarak nitelendirme cüretinde ve terbiyesizliğinde bulunulmuştur.

Aytaç Kılınç'la ilgili kararın yankıları sürüyorken Danıştay'dan daha vahim bir karar daha çıktı. Bu kez mağdur edilen öğretmen bir erkekti. Danıştay 2. Dairesi yurt dışındaki okullarda görevlendirilmek üzere açılan sınavda ikinci olan Abdullah Yılmaz'ın atamasını, "eşinin peruk takması ve günlük hayatında tesettüre uygun giyinmesi nedeniyle yapmayan Bakanlık Değerlendirme Komisyonu'nu haklı buldu. Üstelik Danıştay kararını hiçbir hukuki bağlayıcılığı olmayan MİT raporuna dayandırarak bir yargı kurumu olmaktan çıktı. Bir kişinin özel hayatını araştırıp, hafiyelik yapan siyasi erkin gölgesinde bir istihbarat teşkilatının verileri tarafsız ve adil olması gereken bir yargı kurumunda nasıl gerekçe olarak kullanılabilir?

Yargı Kararları Eleştiriden Azade mi?

Danıştay'ın aldığı son kararlar yasakçı zihniyete sahip bazı hukukçu ve gazeteciler tarafından bile eleştiriye uğradı. Hükümet yetkilileri, STK mensupları ve hukukçular tepkilerini dile getirirken bazı yargı mensupları kararların eleştirilmesini yürütmenin yargıya müdahalesi olarak değerlendirdiler. Yargı kararlarının eleştirilebileceği geçtiğimiz günlerde kazanılan bir dava ile yeniden gündeme gelmişti. Kaldı ki yukarıda bahsi geçen davaların hepsi 28 Şubat darbe sürecinde başlamış davalar olarak yeterince hukuk dışı olma özelliğine sahip zaten. Ayrıca bu süreçte yargı mensuplarının Genelkurmay'dan brifing almak üzere sıraya girdikleri hafızalarımızda canlılığını yitirmedi, üst düzey yargı yetkililerinin vicdanlarıyla cüzdanları arasında sıkışıp kaldıkları açıklamaları da.

Danıştay tam da 1997'de darbenin gerçekleştiği ay olan Şubat ayında ardı ardına verdiği kararlarla darbe sürecini ısrarla sürdürme kararlılığını göstermiş oldu. Eğer bir kurum meşruiyetini adalete değil de bir takım zinde güçlere dayandırıyorsa orada hak, hukuk aranmaz ve bu kurumdan sadır olan kararlara saygı da duyulmaz. Üstelik bir fetva kurumu gibi doğrudan İslam inancıyla ilgili konularda ahkam kesmesi ve Allah'ın emrine "kötü örnek" diyerek İslami değerlerimize yönelik iğrenç saldırı asla kabul edilemez. Bu gidişle yargı "Başörtüsü Kuran'da var mı yok mu?" tartışmalarına da girip saray ulemalarının fetvalarını gerekçe olarak gösterirse hiç de şaşırtıcı olmayacak. Öyle ya tüm insanların doğuştan sahip olduğu temel hak ve özgürlükleri hiçe sayan, kanun maddeleri dışında her türlü sübjektif yorumlara dayanan siyasi erkin istihbarat kurumlarının raporlarını gerekçe olarak gösteren bir kurumdan da başka bir şey beklenmez zaten.

Peruk Fetvaları da Mutabakat Söylemleri de Yasağı Geriletmedi!

28 Şubat darbe sürecinden beri başörtüsü yasağı konusunda sergilenen temelsiz, tutarsız birçok tavır eleştirilerimize konu oldu. Yasağı kuş diliyle eleştiren, yasakçıların kendisine değil gölgelerine dikkat çeken, yasak karşısında boyun eğmeyen başörtülü gençlere "kendinizi acındırın belki merhamete gelirler" uyarılarında bulunanlar bu gün gelinen noktayı değerlendirmek zorundadırlar. Tarih boyunca süregelen hak mücadelesinin seyri celladına gülümsemenin onurlu bir sonuç vermeyeceği noktasındadır. Yine de başörtüsü yasağı üzerinden bu gerçeğin anlaşılmış olmasını umut ederiz.

Güya "sabrediyoruz" görüntüsü verilerek sergilenen pasif ve edilgen tutumlarla yasak uygulayıcılarının tansiyonlarının düşmesini beklemek nasıl bir strateji olabilir ki? Karşımızda basit bir konuda kavga ettiğimiz yakın bir arkadaşımız mı var ki zamanın olumsuz duygu ve davranışları yok edeceğini düşünelim. Aksine bir asırdır batılılaşma yolunda bir türlü vazgeçirtemedikleri başörtümüze yönelik sistematik bir dayatmanın son ayağı olan 28 Şubat darbeci zihniyetiyle karşı karşıyayız.

Başörtüsü yasağının gelip dayandığı noktada daha "ileri" bir aşamayı temsil eden peruk engeli karşısında elbette peruk hakkını savunacak halimiz yok. O savunmayı peruk fetvacıları yapsınlar ve desinler ki "peruk hakkımızı sonuna kadar savunacağız." Tabi ki söylemesi bile gülünç olan bu cümlenin ciddiye alınacak hiçbir tarafı yok. Perukla çözüm ürettiğini düşünenlerin bu haddi aşan yasakla karşılaştıklarında artık şu hususu algılamaları gerekir ki hedeflenen örtümüzle beraber sahip olduğumuz İslami değerlerdir. Allah'ın emirlerini yeryüzünden silmeye yeltenen yasakçılar bu değerler zihnimizden kazınmadığı müddetçe yasakçılar tatmin olmayacaklardır.

"Gerginlik yaratmama" çağrıları aslında yalnızca Ak Parti hükümetinden gelmiyor. Yasağın başörtülü resim yasağı ile başlatıldığı günden beri ellerinde perukla yeni gelen öğrencilere başörtülü resim vermekte ısrarcı olmadan perukla çekilmiş fotoğraflarla kayıt olmasını tavsiye edenlerin perukları da yasak bugün. Başörtülü olarak üniversiteye giremedikleri için eylem yapan öğrencilerin yanından şapkalı olarak geçerek okula giren öğrencilerin de önlerinde katedebilecekleri çok az bir mesafe vardı. Yasağa karşı koyan eylemler biter bitmez üniversite yönetimleri şapkayı da yasaklamışlardı. Derslerde peruk yoklaması yapıp "ideolojik peruk"un yasak olduğunu söyleyenler çok geride kalmamışken bu ayın başında ÖSS kayıtları için verilecek resimlerin peruklu olmasını engellemek için merkezi bir sistem geliştirildi.

Şimdi gerek ÖSYM'nin gerekse Danıştay'ın kararlarında "peruk yasağı" diyebileceğimiz kararı nasıl değerlendirmek gerekir? Her fırsatta söylediğimizi yineleyelim ki başörtüsü bir metrelik sıradan bir bez parçası olduğu için yasaklanmıyor, başörtüsüyle birlikte sosyal-siyasal hayatın içinden atılıp sökülmek istenen İslami kimliğimizdir. Aslında hedeflenen yalnızca başörtülülerin kamusal dedikleri alandan uzaklaştırmanın ötesinde İslami değerlerin yok edilmesidir. Yoksa eşinin başörtüsünden dolayı neden insanlar ordudan atılsınlar, neden eşi başörtülü diye bir öğretmenin yurt dışına ataması yapılmasın?

Ölümü Gösterip Sıtmaya Razı Olmamızı İstiyorlar!

Kamusal alan tartışmalarını yeniden alevlendiren Danıştay kararları mevcut yasak uygulamalarının da fevkinde olarak ileride daha şedit uygulamalara kapı aralamaktadır. Fiili uygulamayla belirlenen kamusal alanda başörtülerini açıp özel alanda örtenler için yasakçılarla zımni bir "mutabakat" vardı. Son yargı kararları bu "mutabakat"ı da bozarak kamusal alan tabirini genişletti. Bu yüzden olsa gerek başörtüsü yasağına başından beri seslerini çıkarmayan bazı çevreler adaletsizlikten ve hukuksuzluktan dem vurmaya başladılar. Halbuki zamanında hep birlikte yasağa karşı konulsaydı bugün neresinden tutacağını bilemediğimiz peruk yasağı rezaletiyle uğraşmak zorunda kalmazdık.

Şimdi her kesimin yasak karşısında takındığı tutumu değerlendirme zamanı gelmiştir. Çözüm ise asla Danıştay kararlarından önceki "hizmet alana başörtü serbest, hizmet verene yasak olsun" aşaması değildir. Zaten 28 Şubat darbesinin gönüllü bazı sivil destekçilerinin bile kararları eleştirmeleri oluşan bu suni mutabakatın bozulması yönünde duydukları endişeden kaynaklanmaktadır. Yoksa eleştirilerinde merhamete geldiler yorumunu yapmak safdillik olur.

O halde talebimiz bellidir: Başörtüsü yasağı derhal bütün alanlardan hiçbir şart ve istisna öne sürülmeden kaldırılmalıdır. Bunun dışında öne sürülecek güya uzlaşı önerileri yalnızca haksızlık ve zulüm üretir. Daha kötü kararlar gördük diye yoğunluğu bir derece daha düşük zorbalığa razı olmamız kabul edilemez. Kısaca ne ölüme ne de sıtmaya razı olmadığımızı yüksek sesle dillendirmek zorundayız. Çünkü başörtümüz bize zulüm karşısında mücadele etmemiz gerektiğini söyleyen vahyin emirlerinden biridir. Aynı zamanda vahyin canlı şahitliğini yapmış Rasul'ün de bize bıraktığı mirasıdır. Ve mümin kadınlara farz olan bu emri korumak Allah Rasul'üne olan bağlılığımızın en açık göstergesidir.

Rasul'ü Sevmek Başörtümüze Sahip Çıkmaktır

Rasul'ü sevmek kuru ve soyut bir yönelişle gerçekleşmez. O'na olan sevgimiz Irak'taki emperyalist vahşete karşı durmayı, Filistin'de Siyonizmin çektirdiği acılara karşı mücadele etmeyi, dünyada vahşi kapitalizme karşı fıtri ve İslami dirence destek olmamızı, Danimarka'daki karikatür rezaletini lanetlememizi ve yaşadığımız ülkede yasaklara karşı İslami kimliğimizle mücadeleyi gerektirir. Allah Rasulü'nü simgelediği düşünülen gülün insanlara dağıtılması, Kutlu Doğumlarında insanlara gözyaşı döktüren programlar yapılması gibi etkinlikler Rasul'ün mesajı ayaklar altına alınırken ne ifade eder?

Rasul'e saygı mitinglerinde sokaklara dökülen yüz binler onun sünneti olan başörtümüz için de aynı tepkiyi gösterselerdi yasak bu kadar azgınlaşabilir miydi? Elbette yalnızca yanlış peygamber anlayışı dolayısıyla insanlar Danıştay kararlarına ilgisiz kalmadılar. Yasağın yakın zamanda kalkacağı konusunda umutsuzluk, mücadele bilinci açısından yaşanan zaaflar vb. faktörlerin etkisini de görmezden gelemeyiz. Ancak Rasullullah'ı doğru tanımak, onun mücadele metoduna da vakıf olmak anlamına gelecek ve O'na karşı duyulacak sevginin dozunu ve hedefini doğru belirlemeyi de beraberinde getirecektir.

Tek Çözüm Onurlu Direniş

Yasakçılar başörtümüz üzerine tam gaz ilerlerken frene basamadılar ve peruğu bile yasakladılar, kamusal alanı sokağa taşıdılar. Böylelikle Rabbimizin tam anlamıyla onlara benzemedikçe yaranılmayacağı uyarısı bir kez daha tecelli etmiştir.

Geriye doğru atılan her bir adım zulmün bir adım daha bize doğru yaklaşmasıdır. Her boyun eğiş ve suskunluk bize yasak olarak, zulüm olarak geri dönüyor. O halde diz çöktüğümüz için karşımızdakinin büyük göründüğünün bilincinde olarak ayağa kalkalım. Hem onurumuzu hem de başörtümüzü koruyalım.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR