1. YAZARLAR

  2. Ali Değirmenci

  3. Haçlı Seferleri Sırasında Mücahid ve Muttaki Bir Hükümdar: Nureddin Zengi -1

Haçlı Seferleri Sırasında Mücahid ve Muttaki Bir Hükümdar: Nureddin Zengi -1

Temmuz 2002A+A-

Giriş: Haçlı Seferleri

1096-1291 yılları arasında yaklaşık iki yüzyıl süren Haçlı Seferleri ve bu esnada Ortadoğu'da gerçekleşen Frenk işgali, tarihi öneminin yanı sıra şüphesiz güncelliğini korumuş, çeşitli vesilelerle hep gündem oluşturmuş bir olgudur. Medeniyetlerin karşılaştırılmasında, Batı'nın oluşum serüveninde, Doğu-Batı çatışmasında, Müslüman Doğu'nun çelişkilerinde ve iç kırılmalarında bu olgu batılıların katliamları ve Doğu'nun gelgitleri ötesinde bir anlama sahiptir.

Bu seferler, özellikle 11 Eylül'den sonraki kimi gelişme ve olaylar eşliğinde tekrar gündeme gelmiş; küresel sorun ve çatışmalar ekseninde yeniden tartışılmaya başlanmıştır. Kuşkusuz Filistin'de ve dünyanın birçok yöresinde müslümanlara yönelik katliam, kuşatma ve karalama çabaları olayın sadece maddi ve tarihi düzlemde değil, inanç, medeniyet ve psikolojik çatışma düzleminde ele alınmasını da zorunlu kılmaktadır. Bu mihver başka bir çalışmanın konusu olmakla birlikte şimdiden şunu söylememiz, saptamamız mümkündür: Haçlı Seferleri, bugünkünden farklı birçok nitelik ve boyut taşımakla birlikte bölgenin ve hatta dünyanın güncel durumuna da izler düşürmekte, çeşitli alanlarda tortu ve yansımalar bırakmaktadır. İlginçtir ki sanki değişen hiçbir şey olmamıştır! Aradan onca yıl geçmesine karşın düşmanlık, sömürü ve kamuoyunu aldatarak yönlendirme eğilimleri Batı'da aynı renk ve tavırlar hortlamakta; iyi niyet ve sağduyu arayışları ise hep cılız kalmaktadır. Doğu-İslam dünyası ise bin yıl önceki zaaf, düşkünlük ve iç çekişmelerden hiç ders almamış gibidir. 1096 yılında başlayan seferlerde Arap, Türk, Kürt emirlerinin kişisel hırs ve çıkar kavgalarını, iç zaaflarını görüp, Haçlılar'ın Ortadoğu'da ikiyüzyıl kalışlarının hikmetini iyi anlıyoruz. Zira o günkü çekişme, sürtüşme ve inanç zindeliğinden kopuşla gelen içe kapanıklılık aynı kısırlık, dağınıklık ve teslimiyetle sürdürülmektedir.

Haçlı Seferleri, görünüşte, batılı hristiyanların Kudüs'ü ve öteki kutsal yerleri müslümanların elinden almak için düzenledikleri askeri seferler olarak izah edilir. Bunlar sekiz ana sefer ile 1291'den sonra da düzenlenen bir dizi küçük seferlerden oluşur.

İspanya'nın 8. yüzyılda müslümanlar tarafından fethi, Hristiyan dünyayı İslam kuşatması altına sokmuştu. Öte yandan, Bizans İmparatorluğu da güç durumdaydı. Hristiyanlığın Yakındoğu'daki bu güçlü kalesi, Emeviler ve Abbasiler karşısında büyük yenilgiler almış ve önemli toprak kaybına uğramıştı. Ayrıca başta Kudüs olmak üzere Hristiyanların hac yerlerinin Müslümanların elinde bulunması, Hristiyan dünya için önemli bir rahatsızlık kaynağıydı.

Bizans İmparatoru I. Aleksios Komnenos, Selçuklu tehdidine tek başına karşı koyamayacağını görünce, Doğu ve Batı kiliseleri arasındaki gerginliklerin yumuşamaya başlamasını da göz önünde bulundurarak 1095'te Katolik Kilisesi'nden yardım istedi. 18 Kasım 1095'de Clermont Konsili'ni toplayan Papa II. Urbanus da Doğu Hristiyanlarını kurtarmanın bir din görevi olduğunu ve bu sefere katılanların bütün günahlarının affedileceğini belirterek Bizans'a yardım çağrısında bulundu. Çağrı, Urbanus'un beklediğinden de olumlu etki uyandırdı ve sefere katılanların bir haç taşıması kararlaştırıldı.

Konsilin ardından savaş hazırlıkları başladı. Modern bir ifadeyle söylemek gerekirse "küresel kuşatma"yı beklemeyen birçok kişi düzenli ordunun toplanmasına bakmadan başıbozuk birlikler oluşturarak Doğu'ya doğru yola çıktı. Bunların en ünlüsü köyleri ve kasabaları dolaşıp ateşli vaazlar vererek halkı sefere çağıran Pierre l'ermitte ile yardımcısı Yoksul Gautıer idi. Bizans İmparatoru I. Aleksios, Ağustos 1096'da Konstantinopolis'e ulaşan Pierre'e asıl Haçlı kuvvetlerini beklemesini önerdi. Ama Pierre, saflardaki sabırsızlık karşısında bu öneriye uymayarak hemen Anadolu'ya geçti. Bugünkü adı İznik olan Nikaia'ya kadar ilerleyen bu yağmacı birlikler I. Kılıç Arslan karşısında yenilgiye uğrayıp kılıçtan geçirildiler.

Böylece, bu tarihten itibaren yaklaşık iki yüzyıl süren Haçlı Seferleri başlamış oldu. Sekiz ana seferden oluşan ve kimi zaman çeşitli Avrupa krallarının da katıldığı bu seferler, bir yönüyle Osmanlı ilerleyişini durdurmak için aslında XVI. yüzyıla kadar devam etmiştir. Bu savaşlar gerek Doğu gerekse Batı dünyasında çeşitli alanlarda önemli sonuçlar doğurdu.

Bu seferler dolayısıyla Doğu'da kurulan Latin hakimiyetinin iki yüzyıla yakın süren varlığı hem bölgede hem de Avrupa'da birçok yönden etkili oldu. Doğu Hristiyanlarına yardım sloganıyla başlayan Haçlı hareketi onlara faydadan çok zarar verdi. Haçlılar, kendi kurdukları devletlerin tebaasını oluşturan yerli Hristiyanlara halifelerden ve Türk idaresinden daha sert davrandılar. Onların dini geleneklerine müdahale ettiler; hatta kimi zaman en acımasız şekilde öldürmekten çekinmediler. Hareketin başından itibaren Konstantinopolis'i zaptetme düşüncesini ve Bizans'a duydukları nefreti her fırsatta ortaya koyan Haçlılar, vazgeçmedikleri bu tutkularını Dördüncü Haçlı Seferi sırasında gerçekleştirme olanağı buldular. Bizans İmparatorluğu ortadan kaldırıldığı gibi şehir, görülmemiş bir vahşetle yağmalandı. Bundan sonra Bizans, artık komşularına karşı kendini savunmaya çalışan sıradan bir devlet olarak varlığını sürdürdü.

Haçlı Seferleri, başlangıçta Anadolu Türkleri üzerinde olumsuz etki yaptıysa da bu durum Türkler'in Anadolu'da kökleşmesini engelleyemedi.

Avrupa'da 12. ve 13. yüzyıllarda toplumsal yapının büyük bir değişikliğe uğramasında Haçlı Seferleri önemli rol oynadı. Büyük toprak sahiplerinin bu seferler için gerekli parayı bulmak amacıyla mülklerini satmak zorunda kalmaları, bir yandan feodal yapıyı sarsarken bir yandan da kralların güçlenmesine yol açtı. Öte yandan başlangıçtaki zaferler papanın saygınlığını artırmış­ken sonraki yenilgiler kilisenin gücünü zayıflattı. Özellikle V. Haçlı Seferi, Doğu ve Batı kiliseleri arasında uzlaşma umudunu ortadan kaldırdıysa da, Doğu Hristiyanlarının bir bölümü zamanla papalık otoritesini kabul etti.

Haçlı Seferleri, ticareti de önemli ölçüde etkiledi. Haçlıların Doğu'ya deniz yoluyla taşınması bir yandan gemi yapımcılığını geliştirirken, bir yandan da bu yolla getirilen malların baharat ve ipekli kumaşla değiştirilmesi, ticareti canlandırdı ve Cenova, Piza ve Venedik gibi kıyı kentlerini önemli birer ticaret merkezine dönüştürdü. Papaların ve kralların sefere mali destek sağlamak için İtalyan bankerlerine başvurmaları ise bankacılığı geliştirdi.

Haçlı Seferleri Arap-İslam bilim ve felsefesinin Batı'da tanınması konusunda çok etkili olmadıysa da Avrupa'da tarih yazıcılığının gelişmesinde önemli rol oynadı. Avrupa'da Haçlı Seferleri'ni izleyen yıllarda, gerek Latince gerekse çeşitli ulusal dillerde düz yazı ya da manzum çok sayıda tarihi yapıt ortaya çıktı.

Batı dünyası, yenilgilere ve düş kırıklıklarına karşın sonuçta kimi kalıcı kazanımlar ve bilimsel, toplumsal ve ekonomik gelişmeler elde etti. Doğu-İslam dünyası ise başkalarına ve kendilerine karşı akıl almaz gaddarlık ve vahşetler sergileyen bu "batılı barbarlar"ın saldırılarıyla oluşan şaşkınlık ve toplumsal şoku üzerinden atamadı. Direniş, yenilgi, ihanet ve destansı kahramanlıklar arasında kalıcı ve ileriye taşıyıcı gelişmeler çok az yaşanabildi. Diğer taraftan Haşhaşiyyun'un etkisi ve özellikle Moğol İstilalarının da aynı döneme rastlaması yüzyıllar süren bireysel ve toplumsal dramların yaşanmasına neden oldu. Bu tablo, zamanı geldiğinde Batı'yla rahat ve özgüven içerisinde gelişebilecek ilişkilerin kurulmasını da hep zorlaştırdı.

Nureddin Öncesi Döneme Genel Bir Bakış

Meşhur İngiliz tarihçisi Stanley Len Paul'ün ifadesiyle; "Haçlı ordusu sanki eski, çürük bir ağaca çivi çakar gibi İslam coğrafyasına girmişti. Kısa zamanda Doğu-İslam ağacının gövdesini parçalayarak kıymıklarını havaya savuracaklarını anlamaya başladılar."

Kudüs'ün içine girdiklerinde Haçlıların fetih sarhoşluğuyla kendilerinden geçip çaresiz Müslümanlara ve Yahudilere yaptıklarını, sorumluluk duygusu taşıyan bu insaflı Hristiyan tarihçi, şu sözlerle anlatmaktadır:

"Kudüs'e muzaffer bir eda ile giren Haçlılar öyle bir katliam yaptılar ki, anlatılamaz. Atlarının üstünde Mescid-i Aksa'nın yanındaki Halife Ömer Camisi'ne giren süvarilerin atları diz kapaklarına kadar kana bulanmıştı. Küçük çocukları ayaklarından tutup duvarlara vurarak parçalıyor veya sallayarak onları duvarların arkasına fırlatıyorlardı. Yahudilerin hemen tamamı kendi mabetlerinde canlı canlı yakılmıştı... Erkeklerin, kadınların, çocukların gövdeleri parça parça ediliyor, parçalar birbiri üstüne yığılıyordu."

Hicri 6. asrın başında, İslam dünyası müthiş bir çözülme ve idari bozukluk dönemindeydi. Kudüs, Antakya, Trablus, Yafa ve Urfa'da ayrı ayrı ve küçük Haçlı devletleri kurulmuştu. Hatta kimi Haçlı yöneticileri, Mekke ve Medine'ye hücum etmeye karar vermişlerdi.

İşte böyle bir dönemde Atabey Tuğtekin'in 1128 yılında ölümüyle yeni bir döneme girildiği ve savunma anlayışından uzaklaşılarak Haçlılar'a karşı saldırılara başlamanın zamanının geldiği söylenebilir. İslam halklarının tarihinin bu kritik dönemini bir yüzyıl sonra anlatan İbnü'l-Esir, haklı olarak şunları yazacaktır.

'Tuğtekin'in ölümüyle, Frenkler'e karşı çıkabilecek sonuncu kişi de yok olmuştur. Onlar da artık Suriye'nin tümünü işgal edebilecek gibi gözükmekteydiler. Fakat Yüce Allah, sonsuz iyiliği içinde Müslümanlara merhamet etti."

Tuğtekin'in yerine geçen oğlu Börü, ilk olarak Haşhaşiyyun'un koruyucusu olarak tanınan Vezir el-Mazdegani'yi öldürtür. Bunun duyulması üzerine, muazzam bir kalabalık ellerinde kılıçlar ve bıçaklarla sokaklara dağılır. Bütün Batıniler, akrabaları, dostları ve onlara sempati duyduğundan kuşkulanılan herkes Şam'da kovalanır, evlerinde yakalanır ve acımasızca boğazlanır. Şamlılar Haşhaşiyun müritlerinin, kentlerine el koymasına çok kızmışlardır. En çok kızan ise, tarihin ve Vezir el-Mazdegani'nin elinde kukla olmayı kabul etmeyen Tuğtekin'in oğludur. Ibnü'l-Esir'e göre, bu olayda yalnızca basit bir iktidar mücadelesi değil, aynı zamanda Suriye başkentini kaçınılmaz bir felaketten kurtarmak söz konusudur.

İstilacı Frenkler'e karşı çıkacak kadar askeri olmayan Börü, saldırıyı püskürtmeye yardım ederlerse iyi bir ödül vaadiyle, bazı göçebe Türk toplulukları ile bölgedeki bazı Arap kabilelerini aceleyle yardıma çağırmıştır. Tuğtekin'in oğlu, yağmaya girişmek için çabucak orduyu bırakacak olan bu paralı askerlere uzun zaman güvenemeyeceğini bilmektedir. Bu yüzden çarpışmayı erken başlatmak ister ve batılıları Guta Ovası'nda gafil avlar.

Başa geçtiğinde uçarı ve pısırık bir emir sanılmış olan Börü, Şam'ı tehdit eden iki önemli tehlikeyi; Frenkler'i ve Haşhaşiyyun'u savuşturmayı başarmıştır. Uğradığı bozgundan ders çıkartan II. Baudoin, o kadar göz koyduğu kente karşı her tür yeni girişimden ebediyyen vazgeçmiştir. Fakat Börü bütün düşmanlarını sindirememiştir. 1131 yılının bir Mayıs sabahı, hamamından saraya dönerken, iki adam üstüne atlar ve onu karnından yaralar. Bu adamlar, işleri bitirilmeden önce Haşhaşiyun tarikatından olduklarını ve intikam için gönderildiklerini itiraf ederler. Cerrahların müdahalesine rağmen, ata binmekten ve içki içmekten vazgeçmeyen Börü, 1132 Haziranı'nda on üç ay süreyle korkunç acılar çektikten sonra ölür.

Börü, çok kısa olan emirlik döneminin belleklerde sürekli bir anı bırakmasına rağmen, İslam dünyasının muzaffer karşı saldırılarının ilk mimarı olabilirdi. Bu dönem, aslında çok daha çaplı bir kişinin yükselme dönemine denk düşmüştür. Bu kişi, yazımızın konusu olan Nureddin Zengi'nin babası, İmadeddin Zengi'dir. Halep ve Musul'un yeni efendisi olan, Zengiler Hanedanı'nın kurucusu sayılan bu atabeyin tam adı İmadeddin Zengi bin Aksungur'dur. 1084-1146 yılları arasında yaşamıştır. Çok esmer, taraz sakallı bu subay, ilk bakışta, Frenklerle olan bitmez tükenmez savaşta onu öncelemiş olan çok sayıdaki Türk komutandan hiç farklı değildir. Genellikle zilzurna sarhoş olan, tıpkı onlar gibi amacına ulaşmak için her gaddarlık ve rezilliğe başvurmaya hazır bulunan Zengi de, çoğu zaman Müslümanlara karşı, Frenklere karşı olduğundan daha büyük bir hırsla çarpışmaktadır. 18 Haziran 1128'de Halep'e törenle girdiğinde, hakkında bilinenler hiç de cesaret verici değildir. Halep Valisi olan babasının 1094'te öldürülmesi üzerine Musul'a kaçmış, uzun yıllar Büyük Selçuklular'a hizmet ettikten sonra 1126'da Büyük Selçuklu Sultanı II. Mahmud, ayaklanmanın bastırılmasından sonra kendisini Musul Valiliği'ne getirerek ödüllendirmiştir. Ardından, Frenklerden gelebilecek bir saldırıya karşı savunmasını üstlendiği Halep kentine egemenliğini kabul ettirerek geniş bir bölgeyi denetim altına almıştır.

Suriye'yi ve Filistin'i içine alacak büyük bir hükümdarlık kurmayı amaçlayan Zengi, sultan tarafından Haçlılara karşı bir sefer düzenlemekle görevlendirilir. Ama bütün çabalarına karşın Haçlıların ve egemenliği altına girmeyi kabul etmeyen yerel Müslüman yöneticilerin direnişini kıramaz. O da hem Müslümanları hem de Hristiyanları aynı sertlikle cezalandırır. Çeşitli diplomasi ve zor yöntemleri kullanarak Şam'ı ele geçirmeye çalışırsa da bu amacına hiçbir zaman ulaşamaz. 1144'de Frenklerin elindeki en önemli kentlerden biri olan Urfa'yı (Edessa) alması, Haçlıların uğradıkları ilk ciddi yenilgi olmuştur. Urfa'yı aldıktan sonra Irak'taki bir ayaklanmayı bastırmak üzere geri döndüğü Musul'da, kendisine kişisel kin beslediği iddia edilen bir kölesi tarafından öldürülmüştür.

Ondan önceki komutanlar, Suriye'ye, peşlerinde yağma yapmak ve alacakları ücret ve ganimetle geri dönmek için sabırsızlanan birlikler olduğu halde girerlerdi. Ve zaferinin etkisi, izleyen yenilgi ile hemen sıfıra inerdi. Askerler terhis edilir, ertesi yıl tekrar askere çağırılırlardı. İmadeddin Zengi ile birlikte adetler değişmiştir. Bu yorulmaz savaşçı, on sekiz yıl boyunca Suriye ve Irak'ı dolaşacak, çamurdan korunmak üzere saman üzerinde uyuyacak, kimileriyle savaşarak, kimileriyle anlaşma yaparak, herkese karşı entrika çevirecektir. Geniş topraklarındaki saraylarından birinde huzur içinde yaşamayı asla düşünmemiştir. Çevresi, saraylılar ve yağcılardan değil, dinlemeyi bildiği deneyimli komutan ve siyasal danışmanlardan oluşmuştur. Kendisini Bağdat, Isfahan, Şam, Antakya, Kudüs ve kendi evi olan Halep ve Musul'da olup bitenlerden sürekli haberdar eden bir muhbir şebekesine sahiptir. Frenklerle çarpışan diğer orduların aksine, onunki her zaman ihanet etmeye ve kendi aralarında kavga etmeye hazır çok sayıda özerk emirin komutası altında değildir. Bu orduda katı bir disiplin vardır ve en ufak hata acımasız şekilde cezalandırılmak­tadır.

Sebat, iç zindelik, disiplin ve devlet duygusu; Zengi'nin sahip olduğu ama Arap dünyası yöneticilerinin dramatik bir şekilde yoksun oldukları niteliklerdir. Arap-İslam dünyasının bugünkü durumuna ne kadar da benzemektedir!

Atabey İmadeddin 1146 Haziranı'nda Caber'i kuşatır. Burayı birkaç gün içinde ele geçireceğini ummaktadır; fakat iş, öngörülerinden daha zor çıkmıştır. Üç ay geçmiş ve direnenlerin gücünde zayıflama olmamıştır. Bir eylül gecesi, epey alkol aldıktan sonra çadırında bir gürültü duyar. Gözünü açınca, Yarankeş adındaki Frenk kökenli bir hadımının testisinden şarap içtiğini görür. Öfkeye kapılan atabey onu yarın ağır bir şekilde cezalandıracağına yemin eder. Efendisinin dehşetinden korkuya kapılan Yarankeş, onun yeniden uyumasını bekler. Bıçakla defalarca vurur ve Caber'e kaçar. Orada onu armağanlara boğarlar.

İmadeddin Zengi'nin bu şekilde ve hiç beklenmedik bir zamanda ölümü çağdaşlarını etkileyecektir. Tarihçiler tarafından o dönemin "yürüyen gazete"si olarak vasıflandırılan Ibnü-l Kalanissi bu olaya şu dizelerle tanıklık edecektir:

"Sabah onu yatağına uzanmış olarak gösterdi / hadımın boğazladığı yerde. / Oysa kahramanları ve onların kılıçlarıyla çevrelenmiş olarak gururlu bir ordunun ortasında uyuyordu./ Zenginlik ve güç ona yaramadan bu dünyadan göçtü./ Onun ölmesiyle, o buradayken çekmeye cesaret edemedikleri kılıçlarıyla birçokları başkaldırdılar."

Nureddin'in babasının ölümü tam kaos ortamı yaratmıştır. Eskiden çok disiplinli olan askerleri, denetlenmesi olanaksız bir yağmacılar sürüsüne dönüşmüştür. Hazinesi, silahları, hatta kişisel eşyaları bile göz açıp kapayana kadar kaybolmuştur. Ordusu dağılmaya başlamıştır. Emirleri, birbiri ardına adamlarını toplayıp, birkaç kaleyi işgal etmeye ve buradan olayların durdurulmasını beklemeye koyulmuşlardır.

Muyiniddin Unar, hasmının öldüğünü duyunca, hemen askerlerinin başında Şam'dan ayrılarak Baalbek'i ele geçirmiş, Orta Suriye'ye birkaç hafta içinde egemen olmuştur. Antakya Hükümdarı Raymond, unutmuşa benzediği bir geleneği tekrar uygulayarak, Halep sınırına kadar uzanan bir akın düzenlemiştir. Jocelin ise, Edessa'yı geri alabilmek için entrikalara girişmiştir.

İmadeddin Zengi tarafından kurulan güçlü devlet efsanesi sona ermişe benzemekteyse de, tarih, yepyeni ve daha güçlü bir isme gebedir.

Nureddin Zengi: İslam Aleminin Birleştiricisi

İmadeddin'in ölümü üzerine başlayan karışıklıktan bir tek kişi etkilenmemiştir. Yirmi dokuz yaşında, uzun boylu, esmer tenli, tatlı ve sakin bakışlı biridir. Atabeyin daha soğumamış bedenine yaklaşır, elini titreyerek tutar, hükümdarlık simgesi olan yüzüğünü alarak kendi parmağına geçirir. Adı Nureddin'dir. Zengi'nin ikinci oğludur.

Ona büyük bir sevgi, hayranlık ve bağlılık gösteren "el-Kamİl fi't-Tarih" adlı çok önemli eserin sahibi tarihçi İbnü'l-Esir, haklı olarak onu şu sözlerle selamlamaktadır:

"Geçmiş zaman hükümdarlarının hayat hikayelerini okudum ve bunların arasında, ilk halifeler hariç, Nureddin Zengi kadar faziletli ve adil olanına rastlamadım."

Zengi'nin oğlu; sadelik, cesaret, devlet duygusu gibi babasının bütün iyi yanlarını almakla birlikte, kimi zaman iğrençlik noktasına kadar varan kötü özelliklerinin hiçbiri tevarüs etmemiştir.

Nureddin gerçekten de yaşadığı dönemde çok sevilmiş bir kahraman ve yaşadığı şartlar ölçeğinde çok ileri bir yönetici ve uzak görüşlü bir komutandır. Müslüman tarihçiler onun adaletini, dürüstlüğünü, dindarlık ve takvasını, güzel idaresini, onurlu ve güzel ahlaklı oluşunu ve özellikle cihad azmini öve öve bitirememektedirler. Nureddin'in çağdaşı olan Ibn Cevzi, meşhur tarihi "el-Muntazam"da şunları yazmaktadır:

"Nureddin sınırlara cihad akını yaptı. Kafirlerin elinde olan elliden fazla şehri geri aldı. Onun hayatı, birçok sultan ve idareciyle kıyaslanamayacak kadar temiz ve iyiydi. Onun döneminde yollar güvenliydi. Dinde yeri olmayan vergileri ve gelirleri kaldırdı. Yumuşak huyluydu, şatafatsızdı ve alçak gönüllüydü. Alimleri ve dindaşlarını çok severdi."

Tarihçiler tarafından tedbirli, ihtiyatlı davranmakla ve övgüden fazla hoşlanmamakla nitelendirilen İbn Hallikan ise şunları söylemektedir:

"O, adaletli, insaflı, ibadetine düşkün, muttaki ve şeriata bağlı bir sultandı. Hayır ehline çok değer verirdi. Allah yolunda cihada düşkündü; çok hayır yapar, bol sadaka verirdi. Suriye'nin bütün büyük şehirlerinde medreseler açtı. Onun hatıraları ve başarıları sayılıp dökülemeyecek kadar çoktur."

Babası, daha çok yabaniliği ve utanmazlığıyla korku yaratırken, Nureddin daha sahneye çıktığı andan itibaren etrafında bir saygınlık uyandırmayı başarmıştır. Onun erdemleri, ilginçtir ki aynı zamanda en etkili bir silah haline de dönmüştür. Dehası da buradadır. Daha XII. yüzyılın ortasında psikolojik seferberliğin oynayabileceği emsalsiz rolü anlamış, gerçek bir tebliğ ve propaganda mekanizması kurmuştur. Moralsiz, şaşkın ve İslami hükümlerle bağı zayıflamış halkları özgüvene ve iç zindeliğe kavuşturmanın, insanları bilgilendirmenin ve aydınlatmanın, korkuyu ve çaresizliği aşarak disiplinli ve planlı bir şekilde cihada yönelmenin önemini çok iyi kavramıştır. Çoğu alim olarak tanınan yüzlerce okumuş kişiye yakınlık duymuş, görevler vermiş ve Türk, Kürt ve Arap yöneticilerin tek bir sancak altında toplanmaları gerektiğini anlatmalarını istemiştir. Bu, etkili de olmuştur. Frenklere karşı bir sefere davet edilen Cezire emirlerinden birinin, ibnü'l-Esir'in naklettiği şu yakınması, durumu anlama noktasında ilginç bir anekdot olarak karşımıza çıkmaktadır:

"Eğer Nureddin'e yardıma gitmezsem, toprağımı elimden alır. Çünkü sofulara ve çilekeşlere daha önceden yazıp, onların kendisine dua etmelerini ve Müslümanları cihada teşvik etmelerini istedi. Bu adamların her biri şimdi müritleri ve arkadaşlarıyla birlikte Nureddin'in mektubunu okuyup ağlıyor ve bana beddua ediyor. Eğer aforoz edilmek İstemiyorsam, isteğini yerine getirmeliyim."

Nureddin şiirler, mektuplar ve kitaplar yazdırtır ve bunların istenilen etkiyi yaratmak üzere tam zamanında dağıtılmalarını gözetir. Ezbere, rastgele hareket etmez. Geniş ufuklu ve uzun soluklu bir düşünme yetisine sahiptir ve çözüm için ileri sürdüğü, gerçekleşmesini beklediği ilkeler de basittir: Tek din olacaktır ve bunun için de bütün sapkınlıklarla mücadele edilmelidir. Frenkleri her bir yandan kuşatıp kovmak ve ihanetleri önlemek için tek bir devlet olmalıdır. İşgal altındaki toprakları geri almak ve özellikle Kudüs'ü kurtarmak için de tek bir hedef belirlenmelidir ki o da düzenli ve kesintisiz cihaddır. Nureddin yirmi sekiz yıllık hükümdarlığı boyunca bu amaçlan gütmüş ve bunların yazılıp halka okunmalarını, insanların ve askerlerin bu konularda bilgilendirilip yüreklendirilmelerini öğütlemiştir.

Nureddin Zengi'nin en önemli özelliklerinden biri de söylediklerini öncelikle kendisinin uygulaması, ıslah ve intizam çabalarına kendinden, kendi yakın çevresinden başlamasıdır. Yıllardır, yüzyıllardır böyle bir yöneticiye pek rastlamayan halk onun etrafında kenetlenecek; onun alçakgönüllülüğü ve sade yaşantısı insanlar üzerinde son derece etkili olacaktır. Ibnü'l-Esir'in şu şartları, bu konuyla ilgili küçük fakat anlamlı bir ayrıntı olarak okunabilir:

"Nureddin'in karısı, bir keresinde ihtiyaçlarını karşılayacak kadar parası olmadığından yakınıyordu, Bunun üzerine o, Hıms'tan sahip olduğu ve yılda yaklaşık yirmi dinar getiren üç dükkanını ona bıraktı. Fakat kadın bunu yeterli bulmayınca, ona şöyle karşılık verdi: Başka hiçbir şeyim yok. Elimdeki bütün paralar, benim Müslümanların hazinedarı olmamdandır ve senin yüzünden onlara ihanet etmeye ve kendimi cehennem ateşine atmaya niyetim yok."

Nureddin'in hayatının her evresinde görülecek bu tür davranış ve sözler, bölgenin şatafat içinde yaşayan ve en ufak tasarruflarını bile çekip alabilmek için uyruklarına baskı yapan hükümdarları için öncelikle rahatsız edici olmaktadır kuşkusuz. Hasımlarının canını sıkan Zengi'nin oğlu, çoğu zaman kendi emirlerini, kendi komutanlarını ve üst düzey yöneticilerini de rahatsız etmektedir. İslami hükümlere uyulması konusunda da zamanla daha titiz davranacaktır. Alkolü sadece yakınlarına değil, tüm ordusuna ve Müslüman halka yasaklayacaktır. Halepli vakanüvist Kemaleddin, "Nureddin bütün parlak kıyafetleri bırakarak pürtüktü kumaşlara büründü." diye yazmaktadır, içkiye ve muhteşem süslere alışkın olan Türk ve Kürt subaylar, nadiren gülümseyen ve bilge kişilerle arkadaşlık etmeyi diğerlerine tercih eden bu efendiyle birlikteyken kendilerini çok rahat hissetmeyeceklerdir.

Emirler için daha da can sıkıcı olan şey, Zengi'nin oğlunun Nureddin (dinin ışığı) unvanından vazgeçerek, kişisel adı olan Mahmut'la yetinme eğilimidir. Çarpışmalardan önce; "Allahım! Zaferi İslam'a ver! Mahmut kopuğu zafere layık adam mıdır?" diye dua etmektedir. Bunlar halk üzerinde sanıldığından çok daha fazla etkili olacak ve bölge bölge bir diriliş ve arınış dalgası oluşturacaktır. Hasımları ve etrafındakiler böyle bir yaşam biçiminin gelip geçici olmadığını, samimiyet ve Allah rızası ekseninde geliştiğini zamanla daha iyi görecek ve bu arada kimileri zorla değil saygı ve sadakatla ona destek olacak, etrafında kenetleneceklerdir. İslam toplumunun Nübüvvet dönemindeki güzel ve cezbedici değerleri, yıllar sonra tekrar bir diriliş nefhası oluşturacak ve bu silkinme çekirge sürüleri gibi İslam topraklarına saldıran Haçlılara karşı da savunmadan hücuma geçilmesine zemin oluşturacaktır. Sonuç her halükarda, yorum yapılmasına gerek kalmayacak biçimde ortadadır: İslam dünyasını, Frenkleri ezebilecek bir güç haline Nureddin getirecek ve zaferin olgunlaşmaya durmuş meyvelerini de onun komutanlarından, yardımcılarından biri olan, batılıların ismini ve başarılarını daha büyük bir hayranlıkla andıkları Selahaddin toplayacaktır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR