1. YAZARLAR

  2. Ziyaüddin Serdar

  3. Fikirler, İdeolojiler ve Aydınlar: Pakistan'da Sağ, Sol ve İslam

Fikirler, İdeolojiler ve Aydınlar: Pakistan'da Sağ, Sol ve İslam

Ocak 1991A+A-

Pakistan'da Fikirlerin Çatışması (The Battle of Ideas in Pakistan), Sibte Hasan. Pakistan Publishing House: Karaçi, 1986. 280 sayfa.

Kendi Hukukumuz ve Diğer Denemeler (This Law of Ours and Other Essays), Muhammed Esed. Darü'l-Endülüs: Gibraltar, 1987. 195 sayfa.

Pakistan: Kültürel Kimlik (Pakistan: The Identity of Culture), Cemil Calibi. Royal Book Company: Karaçi, 1984. 213 sayfa.

 

Bizim (buradaki biz kavramıyla, sadece Pakistanlıların değil, siyasi düşünceleri ne olursa olsun genelde bütün müslümanları kastetmekteyim) sorunumuz kendimize has orijinal fikirlere sahip olmayışımızdır. Cazip bir etiketle bize sunulan her şeyi, hemencecik büyük bir şevkle bazen çok şiddetli savunuyoruz. Bu yüzden her türden totaliter ideolojiler İslam adına kabul edilmiş, savunulmuş ve uğrunda mücadele verilmiştir. Hatta Laiklik adına çok daha korkunç suçlar bile işlenmiştir.

Sibte Hasan son dönemlerinde, Hindistan ve bölünmeden sonra Pakistan Komünist Partisi'nin önde gelen düşünürlerinden rafine bir laikti, önde gelen bir komünist olması dolayısıyla, doğal olarak kendini yarımadada proleterya devrimi fikrine adamıştı. Sorun şu ki, kendi Rusçu komünizm fikrini, Pakistan halkının yerli düşüncesi ve toplusal geleceğinin bir ifadesi olarak açıklamaya çalışıyor. Pakistan'da Fikirlerin Çatışması kitabında komünizmden fazla bahsetmiyor. Daha ziyade laiklikten bahsediyor ve onu Pakistan'ın varediliş gayesi olan ideoloji olarak ortaya koyuyor. Kitabın hemen başında şunları söylüyor: "Pakistan hareketi, özü itibariyle, laik bir kavram olan ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı üzerine kurulmuş ve Pakistan'ı vareden insanlar onun demokratik, laik bir devlet olmasını istemişti." (s.5). Kitabın bu temel tezine daha sonra kısa olarak değineceğim. Fakat ilk olarak; 'laik olan şey nedir?', 'bir ulusu meydana getiren şeyler nelerdir?' sorularını ele alalım.

Sibte Hasan iki kavramı da adam akıllı karıştırmış. Laikliğin antik çağlardaki kısa tarihini anlatmasına, Türkiye ve Mısır'daki evrimine değinmesine rağmen, aslında kavramın direkt bir tarifini yapmıyor. Laiklik daima diğer ideolojilerle karşılaştırılarak veya "laiklerin" istek ve arzularıyla belirleniyor. "Bazıları laikliği komünizmle karıştırmaya çalışıyor. Ancak komünizm işçi sınıfının devrimci felsefesiyken ilki burjuvazinin toplumsal felsefesidir." (s.12). Üstelik laiklik "doğrudan devletin yapısıyla alakalı değildir." (s. 13). öyleyse şu noktanın altını çizelim: Laiklik, burjuvazinin ürettiği ve devletin temel karakterini şekillendirmeyle ilgili olmayan bir şey.

Sonuçta, bir laik olarak Hasan ne istiyor? Onun istediği «komprador burjuvazinin, büyük toprak ağalarının, askeri cuntanın ve mollaların temsil ettiği ve emperyalizmin emrindeki feodalist yapının feshedilip, yerine gerçek bir demokrasinin gelişimi için ülkede sağlam bir temel inşa etmek"tir. (s.5). Burada sorun yok, zaten benim gibi, laik olmayanlar da bunu gerçekleştirmek istiyor. Fakat eğer laiklik burjuvazinin toplumsal felsefesi ise, burjuvaziyi kaldırdığımızda laiklik varlığım nasıl sürdürecek? Hasan isteklerini şöyle daha açık hale getiriyor: "Laiklerin istediği tek şey devletin, Orta Çağ'ın modası geçmiş siyasi teorileri veya yönetim ilkelerine göre değil de modern bilginin ışığında idare edilmesidir. Çünkü bunların, insanlığın gelişiminde büyük bir engel olduğu anlaşılmıştır." (s. 11). Laikliğin, devletin yapısıyla çok az alakalı olduğunu düşünüyordum, öyleyse bu laik zat devletin belirli bir yapısının olması gerektiği üzerinde neden bu kadar ısrar ediyor?

Hasan yabancı düşüncelerin Pakistan halkı üzerindeki etkisinden oldukça yakınıyor. Bütün bir ülke Amerikan emperyalizminin ve Amerikan düşünce ve adetlerinin tutsağı haline getiriliyor. Diğer taraftan laiklik ise Hint yarımadasının asli bir unsuru oluyor. Aslında laiklik orada zamanın başlangıcından beri mevcuttur. İndus Vadisi medeniyetinde Dehvadi Asura uygulamalarından itibaren bütün felsefeler, Lokayata, Samkhya, Nayaya-Vaisesika, Purva-Mimamsa, Budizm ve Jainizm öz olarak laikti. Fakat aynı mantıkla kast sistemi ve feodal yapı da laiktir. Eğer değerlendirme açısından önceki yapılar ve tarihi kökenler birer kıstas oluyorsa, neden laiklik kabul ediliyor da feodalizm ve kast sistemi reddediliyor?

Tezin bayağılığına, çelişkilerine ve yazarın tutarsızlıklarına rağmen, Pakistan'ın öteden beri laik olduğunu varsayalım. Bu bizi nereye götürür? Hasan'a göre bu bizi, teokrasiden öte bir yere (Pakistan bir teokrasi mi? öyle görünüyor ki, Hasan teokrasinin ne olduğunu bilmiyor) bir halk demokrasisine götürür ve Pakistan'ı modern bir devlet haline getirir. Osmanlı İmparatorluğu'yla olan paralelliklerden bahsediyor ve Ziya Gökalp'ten bir alıntı yapıyor: "Modern bir devlette yasama ve yürütme hakkı doğrudan doğruya halka aittir. Hiç bir otorite, gelenek ve başka bir hak bu hakkı sınırlayamaz, kısıtlayanı az." (s.96). Bu alıntı tesadüfen seçilmemiştir. Burada vurgu "doğrudan doğruya" ve "bu hakkı (hiç bir şey) sınırlayamaz" ibareleri üzerinedir. Hasan açıkça ifade etme cesaretim bulamasa da söylemek istediği şey Marks (her seferinde görüşlerinden büyük bir tasvible bahsediyor) ve Lenin'in görüşlerinin temel bir ilkesi olan demokratik merkeziyetçiliktir. Kitabın temel hedefi ve yaklaşım tarzı bundan ibaret. Demokratik merkeziyetçilik, bütün komünist partilerin örgüt yapısının ve Rusya'daki siyasi sistemin temel ilkesi olmuştur. Partinin merkezi aygıtlar vasıtasıyla otokratik kontrol yöntemi belirleyicidir. Bu Hasan'ın çok hoşuna gidiyor ve İkbal ve Calibi gibi yarımadanın diğer büyük insanlarının da beğendiğini ifade ediyor. Komüntern'e Girişte 21 Şart adlı kitapta açıklandığı gibi, "Komünist Parti ancak örgüt yapısı mümkün olduğu kadar merkezileştirilir, çelik disiplin sağlanır ve Parti üyelerinin itimadına sahip olan Parti merkezi güç, otorite ve en geniş yetkilerle teçhiz edilirse, ancak o zaman görevini yerine getirebilir." Anlaşıldığı gibi, Hasan'ın istediği türden bir "halk demokrasisi", siyasi partiler arasında gerçek bir tercihten yoksun olan halkın hükümete katılım yöntemini ifade eder. Hasan otokratik, merkeziyetçi, laik bir devleti arzuluyor. Doğrusu devleti şekillendirmeyen bir laiklik için bu kadarı da fazla.

Ulus kavramına gelindiğinde her şey kontrolden çıkıyor. Sadece Hasan değil, kendisinden alıntı yaptığı birçok aydın da fikirlerinden emin değiller. Bunun nedeni -bir onsekizinci yüzyıl ürünü olan- "ulus" kavramının aşırı muğlaklığı ve her zaman için bir toplum, bir kültürel bölge veya siyasi özerkliğe sahip bir devlet anlayışıyla örtüşmemesidir. Çeşitli fikirlere sahip düşünürler, ulus kavramından anladıklarına dayanarak Pakistan'ı destekler veya ona karşı çıkarlar. Hasan'ın iddialarına göre ulus ve ulusların bağımsızlığı kavramları tamamen laik kavramlardır ve teokrasiden tam bir kopuşu İfade ederler (s. 174). Bu arada "İkbal 'toprağı siyasi otoritenin tek kaynağı' olarak tanıyan görüşü reddediyor." (s. 172). Mevlana Mevdudi Pakistan fikrine karşı çıkıyordu. Çünkü tanrısız kişiler Allah korkusuna sahip, dini bir devlet oluşturamazlardı, (s. 180). Cinnah'a kalan tek iş İkbal'in ulus ve demokrasi anlayışındaki bölünmeyi izale edip, tamamen laik olan Batılı ulus ve demokrasi kavramlarını kabul etmekti. Sadece laik fikirler makul ve yalnızca laiklik yarımadada antik köklere sahipti. Ayrıca Galip, Sir Seyyid Ahmed Han, Ebu'l Kelam Azad, Mustafa Kemal, Cemal Abdünnasır ve -ister inanın ister inanmayın- Hz. Muhammed bile birer laikti, [iddiasını desteklemek için Sir Seyyid'ten bir alıntı yapıyor: "Bütün Arap kabilelerinde kabile reisine dünyevi konularda itaat etmek, emirlerini yerine getirmek gelenek haline gelmişti. Bu yüzden doğal olarak Arap ulusu Hz. Peygamber'i dünyevi işlerinde de lider kabul ettiler ve Hz. Peygamber bu durumu mecburen benimsedi. Nasıl ki Musa bu iki görevi ayrı ayrı yerine getirmişse, bunların her ikisi de Hz. Muhammed'in şahsında ayrı ayrı toplanıyordu." (s. 161).] Bu yüzden, Pakistan'ın mimarlarının laik bir ulus-devlet yaratma istemeleri doğaldı. İddiasını desteklemek için Hasan, Tüm Hint Müslümanları Ligi'nin 1940 Martı'nda yapılan yıllık toplantısında açıklanan ve Pakistan hareketinin temelini oluşturduğu söylenen Lahor Bildirgesinden alıntılar yapıyor. Tüm Hint Müslümanları Ligi'nin görüşmeler sonucu vardığı karara göre; bu ülkede aşağıdaki ilkeler gözetilmeden düzenlenmiş hiç bir anayasa planı uygulanamaz veya müslümanlarca makbul değildir: Coğrafî olarak birbirine bitişik bölgeler gerekli görülen coğrafi düzenlemelerle belirlenmiş bölgelere ayrılmalı; özerk ve müstakil bölgelerden oluşan Bağımsız Devletler tesis edilirken Hindistan'ın Kuzeybatı ve Doğu bölgeleri gibi müslümanların sayısal çoğunluğa sahip olduğu bölgeler ayrı bir bütün olarak gruplandırılmalı." Bu bildirge, Hasan'ın iftiharla söylediğine bakılırsa, Pakistan'ın İslam adına kurulduğunu iddia edenleri yalanlıyor (s. 180).

Herşeyden önce, bildirge yeni devletin laik olacağını söylemiyor ki. Sadece müslüman bölgelerin bağımsızlaştırılması, bir bütün olarak gruplandırılıp, bütünü oluşturan bölgelerin özerklik ve bağımsızlığının tanınması gerektiğini söylüyor. Bu bir laiklik bildirgesi değildir. İkinci olarak, hem İkbal hem de Mevlana Mevdudi haklıydılar. İkbal, varlığıyla ilgili iddiaları doğrulamak için Pakistan'ın bir "ulus'tan öte bir şey olması gerektiğini düşünüyordu. Her şey bir yana, Pakistan hareketinin amacı yalnızca laik bir devlet yaratmak olsaydı, bu amaç birleşik bir Hindistan ile de sağlanabilirdi. Eğer hem Hindistan hem de Pakistan aynı laiklik ideolojisine bağlanmış olsalardı, yarımadayı ikiye ayırmak da çok saçma bir iş olurdu. Mevlana Mevdudi; Sibte Hasan ve iddialarını desteklemek için alıntılar yapan yaptığı bazı aydınların, halkın (Hasan'ı kederlendiren aynı halk) isteklerine uygun düşmeyen bir oluşum meydana getirmelerinden korkuyordu.

Gerçekte, Muhammed Esed "Orada Kim Vardı?" isimli makalesinde Pakistan hareketinin liderlerinin meseleyi ciddiye almadıklarını ve halkın istekleri üzerinde siyasi oyunlar oynadıklarını ispatlamaya çalışıyor. Kendi Hukukumuz ve Diğer Denemeler (Eylül 1946 ve Şubat 1947 arasında yazılmış makalelerden oluşan bir kolleksiyon) adlı eserinde Pakistan hareketinin en temel sloganının "Lailahe İllallah" olduğunu ifade ediyor, (s. 71). Diğer bir deyişle, kitleler yeni devleti yalnızca İslami temalara sahip olduğu için kabul ettiler. Gerçekten Pakistan'ın kuruluşu için, akıl ve ideoloji bazında yapılabilecek tek meşrulaştırma şudur: Yeni devlet yalnızca müslümanların gerçek bir İslami siyaset kurma arzularında müşahade edilebilir (s.72). Ayrıca Esed'in belirttiğine göre, aydınlar için İslam, yalnızca halkın dini söz konusu olduğu sürece makbuldür. "Ulus oluşumuzun kelimenin geleneksel anlamı ile hiç bir alakasının olmadığını korkusuzca haykırmaktan neden çekiniyoruz? Biz sadece alışkanlıklarımız, geleneklerimiz ve kültürümüz, ülkedeki diğer gruplardan farklı olduğu için bir ulus değiliz, bilakis biz hayatımızı kendimize has bir ideale göre şekillendirmek istemekteyiz." (s. 82). "Ayrıca, eğer bu ideal düşünceler siyasi hayatımıza fiili etkilerde bulunacaksa, Pakistan'ın üzerine inşa edildiği prensipler salahiyetli aydınlar tarafından detaylarına kadar incelenip som ulaştırılmalıdır." (s.85). Eğer Pakistan hareketinin liderleri laik bir devlet kurmayı istemişi erse, kendilerini destekleyen halkın ideallerine açıkça ihanet etmişlerdir.

Pakistan'ın trajedisi, her zaman için Sibte Hasan benzeri liderlere sahip olmasıdır. Bunlar, içine fazlasıyla battıkları yabancı ideolojilerin tesirinden yakınır dururlar, baştan başa muğlaklıklarla dolu olmalarına rağmen başkalarından açık olmalarını isterler, kendi düşünce sistemleri haricindeki her yerde orijinal fikirler ararlar.

Pakistan'da Fikirlerin Çatışması kitabı boyunca Hasan, diğer birçok Pakistanlı aydın gibi tek gözü tamamen kör bir insan görünümü arzediyor. Öyle görünüyor ki, bir tezin sadece bir yönünü gözönüne alıp karşıt tezi tamamen ihmal ediyor. Bundan dolayı, Osmanlı Devleti'ni tarif ederken şöyle diyor: "Bütün totaliter devletlerde olduğu gibi Sultan Abdülhamid'in ilk mahkum ettiği şey bireysel özgürlüklerdi. Gazeteler dahil yayımlanan her şey sıkı bir sansürden geçiriliyordu. Sansür, sadece "tehlikeli" düşünceler içeren yayımları engellemek için değil, yazarlara "kurallı" yazmayı "öğreten" yayımları önlemek için de uygulanıyordu... ayrıca bu zalim "emsalsiz bir casus şebekesi" yoluyla ilerici düşünceleri sindirmeye çalışıyordu." (s.85-86). Yazar hala, Rus komünizminin totaliterciliğini, Sivil Savaş zamanı ve sonrası Bolşevik terörünü (Stalin'in toplu imha ve katliamlarını) özgür düşüncenin mahkum edilişini ve Sovyetler Birliği'nin yerli casus ağını görmezlikten geliyor. Amerikan emperyalizminden nefretle söz ediyor (s.191) ama Pakistan'ı Ruslar'a satarken kalbi gayet müsterih. Batı düşünce ve adetlerinin tesirinden yakınıyor, ama Marksizm'in de bir Batı ürünü olduğunu anlayamıyor. Marks kapitalizmden ve Batı Yahudilerinden kaynaklanan problemleri çözmeye çalışıyordu. O ise, Cemaat-i İslami'yi Hitlervari eğilimler taşıdığı iddiasıyla itham ediyor (s. 180), fakat kendi partisinin otokratik despotizmini görmezlikten geliyor. Her yerde, hatta İsmail Faruki'nin son dönemindeki konferans gezilerinde dahi CIA parmağı olduğunu ifade ederken Rusya'nın Pakistan komünistlerine sağladığı para ve silah yardımına değinmemeyi tercih ediyor, insan, kötü bir ödev yapan mahcup bir öğrencinin eline hafifçe vurarak, gidip ödevini tekrar yapmasını istercesine bir duyguya kapılıyor.

Bütün bunlara rağmen, Pakistan'da İslami düşünce hakkında söylediklerinin çoğu doğru. Söylediği gibi, müslümanlar vakit ve enerjilerinin çok büyük bir kısmını "sosyal ve irfanı felsefe veya siyaset ekonomisi, siyaset bilimi, ahlak, tarih, eğitim, tıp, bilim ve teknoloji alanlarına orijinal fikirler üretmekten ziyade seleflerinin yaptıklarına şerhler yazarak" harcıyorlardı (s.14). Çoğunlukla İslam, sanki demokratik ilkelere karşıymış gibi sunuluyor. Geleneksel düşünce modern devletin taleplerini karşılayamıyor. Bu konuda ona Muhammed Esed ve Cemil Calibi gönülden katılıyorlardır.

Calibi Pakistan'ın ruhunu yabancı fikirlere sattığına inanıyor ve Pakistan halkının fesada uğramış birçok yönünü (eşitsizlik, servetin bir kaç elde toplanması, orijinal fikirlerin eksikliği) Sibte Hasan gibi o da tesbit ediyor. Şöyle ifade ediyor: "Görünenler orijinal değil, orijinal olanlar da görünmüyor." (s. 4). Kalkış noktası ise şu: Bütün bu problemlerin çözümü laiklikte veya Marksizm gibi diğer bazı Batı ideolojilerinde değil, bizatihi Pakistan'ın kendi kültüründe aranmalıdır. Ve Pakistan'da kültürel olan her şey aynı zamanda dinidir. Bu sebepten dolayı, iyi bir müslüman olmadan iyi bir Pakistanlı olmak mümkün değildir. Pakistan'ın kültürü İslami kültürdür ve Pakistan yegane varlık gayesini İslam'dan alır. Pakistan kültürünün aslî uyanış çabaları da dine doğrudur.

Fakat din çözüm olduğu gibi, aynı zamanda Pakistan'ın ana problemidir. "Toplumumuzda uygulandığı şekliyle din, pratik değerini kaybettiğinden dolayı toplumla canlı ilişkilere sahip değildir ve kendisinden canlı bir kültürün zuhur etmesini beklemek de abes olur." (s.11). Dini liderlerin, ulemanın öğretileri ve fikirleri "bir tutam gelenekten ve anlamsız masallardan başka bir şey değildir. Bunlara olan inanç gelenekten öteye geçmez. Ucuz bir hamaset ve mezhep taassubu, adaletsizlik ve zulmün meşrulaştırılmasına neden olmuştur. Ulemamız sayesinde, sorgulamadan inanma, araştırma kabiliyetimizi o kadar köreltmiş ki mevcut görüşlerimize uymayan herhangi bir fikri kabul etme cesaretine hiç birimiz sahip değiliz." Pakistan'ın dini kültürü (Calibi bilinci olarak İslamî kültür tabirini kullanmıyor) geride, Orta Çağ'da kalmıştır. Yani, toplumdan gerçekleştiremeyeceği şeyler istiyor, toplum da ondan veremeyeceği şeyler talep ediyor. Bu kültür realiteden elini eteğini çekmiş ve olumsuz bir güç haline gelmiştir ve hayatı inkarla meşguldür.

Hem laik, hem de dindar insanlar 'ilerleme' ve 'modernleşme' aşkıyla yanıp tutuşuyorlar. Bu arzu çoğunlukla kendisini Batı'ya benzeme teşebbüslerinde açığa vuruyor. Hatta İslam bile Batılı fikri kalıplara dökülüyor. Calibi, bütün dünyaya, tüm bilimsel bilgi ve çağdaş ilimlerin Kur'an-ı Kerim'de zaten mevcut olduğunu kanıtlamak için, tüm Batılı buluşlar ve felsefi öncülleri Kur'an ayetlerinden çıkartmak anlayışının, bunun tezahürlerinden biri olduğunu söylüyor.

Çağdaşlaştırma isteği daha karışık, anlaşılması zor düşüncelere yol açıyor ve çoğunlukla "azimli ve özgüvenli bir tercih olarak değil, bir dilenme şeklinde gerçekleştiriliyor." (s. 69). Ebu'l Kelam Azad, İslam'ın bir halkı birleştirmeye muktedir olmadığı ve diğer ideolojileri ithal etmeye muhtaç olduğu fikrini (Hasan'ın oldukça istismar ettiği nokta) eleştirir. Calibi; İkbal'in Nietzsche ve Bergson'un düşüncelerinin etkisi altında olduğu kanısındadır, ikbal; Nietzsche'nin benlik ve kişilik kavramlarıyla Bergson'un sezgi kavramını birleştirmek için çok çaba harcamıştır. Bereket versin bu konuda başarısız kalmıştır, ama bu kötü seçilmiş çalışması bütün çevrelerin her türlü tezlerini doğrulamak ve meşrulaştırmak için İkbal'i kullanmalarını mümkün kılmak gibi olumsuz bir sonuç doğurmuştur. Diğer bazıları ise müslümanların karşı karşıya kaldığı sorunlarla öylesine bunalmışlardı ki başka çıkar yol kalmadığı inancıyla İslam'ın temel ilkeleri üzerinde ciddi değişiklikler yapmak istediler. Nitekim Gulam Ahmed Perviz; İslam'ı akılcı ve çağdaş hale getirmenin tek yolunun Kur'an'ı sünnetten ayırmak olduğuna inanıyordu. Bunlar; peygamberlerin söz ve fiillerinin nübüvvetin dışında kaldığı düşüncesiyle müslümanların sorunlarını sadece Kur'an'ın yol göstericiliğinde çözmeye çalışmışlardır.

Günümüzde müslümanların karşı karşıya olduğu ihtilafların sebebi bu tarz düşüncelerdir: "Bir yandan yaşamın gereklilikleri değişiyor, saf iman sözcüğü büyüsünü yitiriyor, itikadın geleneksel şekli anlamsız hale geliyor, toplumsal yapılar hızlı değişimlere uğruyor, kader ve tevekkül gibi durağan/pasifize edici kavramlar yok oluyorlar; diğer yandan Allah'ın yeryüzündeki halifesi maddi ve manevi açıdan esaret zincirleriyle bağlı bir halde duruyor." (s. 167).

Ne yapmalı? Calibi, haklı olarak İslam'ın temel ilkelerinin oldukları gibi kabul edilmelerini ve bu değişmez ilkelerle bunların yorumlarının birbirine karıştırılmaması gerektiğini düşünmektedir. O; içtihadın yepyeni bir tanımım yapar: "İslam; bizim inandığımız gibi, bütüncül (yaşamın her yönünü kapsayan) bir dindir. Onun temel ilkeleri evrensel ve ebedidir. Hiç bir çağda bunlarda herhangi bir değişiklik mümkün değildir. Bu ilkelerin zorunlu ve asli niteliği şu olmalıdır: Nesilden nesile tüm hayat tecrübelerinin toplanmasıyla; tüm farklı yönlerinin türlü türlü yansıma ve görüntülerinin bir araya getirilmesiyle oluşan bir yoğunluk ve bunun sonucu olarak da zamanın geçmesiyle dünyada her ne değişiklik olursa olsun bu ilkelerin anlam, ruh ve içerikleriyle hep tazeliklerini korumaları. Bir başka deyişle, bu ilkelerin insanoğluna tarih boyunca süren zaman içindeki seferinde eşlik etmeyi sürdürmeleri gerekir. Bunun anlamı, bu ilkeleri; her devirde o devrin düşünürlerinin kendi yaşadıkları çevre ve koşullarla bağıntılı olarak algılamaları ve böylece mutlak gerçekliği n/hakkın yeni boyutlarını ve görüntülerini bu bütünlüğe taşımaları ve dahil etmeleridir. Böylece bu ilkeler bütünü yeni anlamsal kazanımlarla donanmış olacaktır. Onlar, asılları İtibarıyla ebediyen değişmezliklerini koruyacaklar ama zaman zaman gerçekliğin yeni görüntüleri onlara eklenecektir, işte içtihat denilen şey budur." (s. 99).

Sünneti yeniden ele almalı, ebedi ilkeleri zamanla değişebilecek olanlardan ayırmalıyız. Örneğin, kılıçla savaşarak cihad etmek Peygamber'in bir sünnetidir, ama bugün cihad ederken kılıç kullanmak saçma bir hareket olur. Bizim; din ve dünya özünü anlamaya ihtiyacımız var. Mevcut düşünce ve anlayışlarda herhangi bir değişiklik yapmayı dalalet ve sapıklık olarak görenleri teşhir etmeye; herkesin her şeye kendi gözlükleriyle bakmasını isteyen siyasal güç ve iktidar tekelcilerine meydan okumaya ve her şeyden önce İslam'ı yaşayan bir kültür olarak yeniden keşfetmeye ihtiyacımız var.

Yaşayan bir kültürün belirtilerinden biri etken yaratıcılığı elden bırakmamasıdır. Toplum düşünce ve davranışlarını değiştirmeye sürekli hazırdır. Toplumun maddi ve manevi çevresi tarafından belirlenmeyen hiç bir felsefe halkın gerçek felsefesi olamaz. Bundan dolayı bir halkın kültürü -inançlar, gelenekler, siyaset, toplumsal yaşantı, ekonomi, sanat, bilim, eğitim ve dil gibi- insan etkinliklerinin temel oluşumlarına değinmelidir. Calibi; yaşayan bir kültür insan hayatının maddi ve manevi bütün yönlerine değinmelidir derken bunların hepsini kastetmektedir.

Pakistan; dini, kültürün alanı dışında bırakmamızın sıkıntısını çekiyor. Örneğin, güzel sanatlar dini faaliyetlerin kapsamı dışında bırakılıyor. Enerjinin denetim ve kullanımı da bir kültürün gelişiminde temel etkenlerden biridir. Kültürün şekillenmesini sağlayan araçların icatları ve kullanılmaları böylece gerçekleşir. Özgürlüğün, kültürün oluşumu ve gelişimi üzerinde çok önemli ve esaslı etkisi vardır. Gerçekten, düşünsel özgürlük kültürün özüdür. Ama düşünsel özgürlük, yalnızca insanın diğer insanların davranışları karşısında kendi tepkisini ifade etme özgürlüğü anlamına gelmez; o kendi içinde iyi ve olumlu bir olgu, bir idealdir.

Muhammed Esed, Calibi ile hemen hemen tamamen aynı görüştedir: Pakistan: Kültürün Kimliği ve Kendi Hukukumuz ve Diğer Denemeler kitapları birbirinden tamamen farklı kitaplar olmalarına rağmen, temel mesajları aynıdır. Esed; "İslam'ın varlık ile yokluk arasındaki basamağı tek adımda kateden emsalsiz bir medeniyet olduğunu ve tarihin belli bir anında kendi görüşünü inşa ettiğini iddia ediyor." (s. 6). "O, belirli bir düşüncenin (programın) belirli bir aracıdır; İslam varlığını sadece belli bir halk ya da milletin öz bilincine varmasını sağlayan içgüdüsel bir dürtüye borçlu değildir. Onun dinamikliği herhangi bir halkın kavmiyet ve asabiyet ve gayretine bağlı değildir. Onun varlığı; düşünsel ve duygusal olarak kendilerini İslam düşüncesiyle tanımlayan ve İslam'ın ilkelerini günlük hayatta uygulamaya hazır olan kadın ve erkek bireylerin -ırk ve coğrafyaları ne olursa olsun- bilinçli birlikteliklerine bağlıdır." (s. 10).

Calibi gibi Esed de İslam'ın aslî edebî ilkeleriyle onu kuşatan yorum ve açıklamalar külliyatını araştırmayı amaçlar. Kelam ve fıkhı gereksiz şeyler olarak değerlendirir ve Hüseyin Nasr'ın yanları incelendiğinde kolayca ortaya çıkarılabileceği üzere, tarih birikiminin büyük kısmının, Orta Çağ'da gözde olan Aristocu ve neo-platoncu felsefenin mirasından başka bir şey olmadığını iddia eder.

Esed'in çözümü, şeriatın aslî şekline döndürülmesidir; bu da sadece Kuran ve sünneti içerir. Esed üç öneride bulunur: Geçen asırların bir mirası olarak klasik şeriat kavramının kopmaz bir parçası haline gelen karmaşıklık bir şekilde sadeleştirilmeli ve basitleştirilmelidir; en büyük İslam alimlerine bile ait olsa içtihadı sonuçlar şeriatın bir parçası olarak düşünülmemelidir ve şeriat hiç bir zaman, Kur'an ve sünnette kaydedilen nassların ötesinde herhangi bir şeyi kapsayacak şekilde algılanmamalıdır.

Esed, önerilerinin yaşayan bir gerçekliğe nasıl dönüşebileceğini ayrıntılı olarak belirtmiyor. Ama Esed'in, bu sonuçlara kırk yılı aşkın süre önce ulaştığı gerçeği önemlidir. Bugün muteber eğilimlerin çoğu; genelde İslam ümmeti özeldeyse Pakistan'ın içinde bulunduğu mevcut gidişe devam ettiği takdirde kimliğini ve henüz tamamen kaybetmediği makul düşünüş ve sağlığını sürdüremeyeceğini açıkça işaret etmektedir. Bugün komünizm ve marksizmin artık yürümediğine yeterli ve etraflı delil vardır (Glasnost ve Çin'de Mao'nun tahtından indirilmesi sadece iki belirtidir) ve Batı medeniyetinin karşı karşıya geldiği manevi ve ahlaki krizin de açıkça ortaya koyduğu gibi sekülarizm (laiklik) itibarını kaybetmiştir. Aynı zamanda müslümanlar ve mevcut hakim İslam anlayışları da içinde bulunulan bu gerçekten ayrılamazlar. Sibte Hasan da, cahil müslüman alimler ve aydınlar da tarihten silinmeye hazır yaşayan fosiller ve geçmişin kötü kalıntılarıdır. Calibi ve Esed'in -aynı talepte bulunan müslüman aydınların sayısı hızla artmaktadır- böyle ısrarla vurguladıkları üzere bizler; düşünce sistemimizi ve dünya görüşümüzü yeniden gözden geçirmeli ve Kur'an-Sünnet çerçevesinde tashih etmeye başlamalıyız. Ve şüphesiz böyle bir değerlendirmeyi yapabilmek bütüncül bir düşünce özgürlüğünü, taklidi olmayan aslî kültürel ifadeleri ve toplumun her kesiminin siyasal sürece katılmasını gerektirecektir.

Çev.: Halim Sırçancı

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR