1. YAZARLAR

  2. Cemil Aydın

  3. Dünden Bugüne Irak-Kuvet Sorunu

Dünden Bugüne Irak-Kuvet Sorunu

Ocak 1991A+A-

Körfez krizi yaklaşık beş aydır dünya gündemindeki öncelikli yerini koruyor. Kriz, başlangıcından beri sürekli olarak emri altına dünyanın dördüncü büyük ordusuna sahip deli bir diktatörün, kendi isteklerine boyun eğmeyen küçük komşusunu yutması sonucu doğmuş gibi gösterilmektedir. Oysa bugünkü Körfez krizi, özelde her iki ülkenin ve genelde tüm Orta Doğu için tarihinden bugüne aktarılmış emperyalist mirasın bir sonucudur. Orta Doğu'nun sömürge tarihi ve Irak ile Kuveyt arası ilişkilerin tarihine bakılmadan mevcut kriz tam olarak aydınlatılanı az. Ancak bu şekilde, Irak halkının ve diğer müslüman halkların Irak'ın tavrını neden desteklediklerini, emperyalist güçlerden neden böylesine sert bir tepki geldiğini ve bölgedeki ülkelerin krize karşı gösterdikleri tepkilerin sebebini anlayabiliriz. Bu yazıda, sözünü ettiğimiz tarihi süreç, ana hatlarıyla verilmeye çalışılacaktır.

Tarihsel Arkaplan

1. Dünya Savaşı'nın patlak vermesine kadar, şu anki Irak devletini oluşturan topraklar Osmanlı imparatorluğunun üç eyaletini kapsıyordu: Musul, Basra ve Bağdat vilayetleri. Her bir vilayet İstanbul'daki merkeze karşı sorumlu olan, atanmış bir valice yönetilirdi. İstanbul'daki merkezi hükümetin, doğrudan veya yakından yönetme gücü kısıtlı olup, bölgedeki geleneksel yapıların ve ilişkilerin sürdürülmesine dayanıyordu.

Osmanlı Devleti, ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, diğer tüm topraklarında olduğu gibi söz konusu vilayetlerde de denetimini sıkılaştırdı. Zira gerek dışarıdaki askeri yenilgiler, gerekse içerideki merkeze karşı koyma eğilimleri Tanzimat reformları denilen idari, askeri ve hukuki sahadaki ıslahat hareketlerine girişmeye itmiş, neticede merkezin vilayetler üzerindeki kontrolü artmıştır. Bu yenilikler, vilayet merkezlerinin veya valinin sorumluluk sınırları içerisindeki topraklarda yetkisinin ve denetiminin artması anlamına da geliyordu.

Ondokuzuncu yüzyıl sonlarındaki yeni Osmanlı siyasetinin bugünkü Körfez kriziyle alakalı bir yönü, Irak'taki vilayetlerinde idarî ve ekonomik reformlar yaparak konumlarını güçlendiren Osmanlı yönetiminin bu imkanıyla Körfez'deki Şeyhlikler üzerindeki nüfuzunu da vurgulamasıdır. Böylece, Irak vilayetleri vasıtasıyla Körfez Şeyhlikleri üzerindeki denetiminin arttırılması, bugünkü Irak Cumhuriyeti'nin Kuveyt toprakları üzerindeki iddialarının temelini güçlendirmiştir.

Körfez'deki çatışmanın kökenleri Osmanlı Devletinin son dönemlerindeki daha önemli başka bir tarihi gelişmede yatar. Bu da Osmanlının çöküş sürecine girip 1. Dünya Savaşı sırasında dağılmasıyla birlikte Orta Doğu'daki topraklarına İngiliz ve Fransızların yerleşmesidir. Savaş sonrasında bugünkü Irak'ı sömürgesi konumuna sokan İngiltere yüzyılın ortalarında Sovyet yayılmacılığına karşı Osmanlı Devletinin Anadolu ve Orta Doğu'daki topraklarının bütünlüğünün bozulmasını istememekte, bu niyetle Ruslara karşı onu desteklerken bir taraftan da ticari antlaşmalar, azınlıklar üzerinde edindiği haklarla ve diplomatik baskılarla ödünler alarak İmparatorluk içindeki çıkarlarını korumaktaydı. Ondokuzuncu yüzyılın sonlarında Almanya'nın güçlenmesi İngilizler için Avrupa'daki güçler dengesi açısından Rus tehlikesini göreceli olarak azaltmıştır. Yirminci yüzyılın başlarında İngilizler Alman tehlikesi karşısında Ruslar'la anlaşılabilecek müttefikler olduğuna karar verince, diğer Batılı güçlerle Osmanlı'yı bölüşme planları yapmaya başladı. Söz konusu gizli Osmanlı'yı paylaşma planları 1. Dünya Savaşı arefesinde ve sırasında yoğunlaştı.

1. Dünya Savaşı'yla birlikte Osmanlı'nın Orta Doğu'daki elinde kalan tüm toprakları da alındı. Savaş sırasındaki gelişmeler ve değişmelerden önce Kuveyt topraklarının savaştan önce İngilizler'in eline geçtiğini belirtmek gerekir. Kuveyt gelişmeye müsait bir liman ve Hindistan yolu üzerinde stratejik bir durak olmasından ötürü İngiltere'nin ilgisini daha onsekizinci yüzyılda çekmişti. Ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru, emperyalist paylaşımda İngilizler'in tekelini kırmaya çabalayan Almanlar'ın, Berlin-Bağdat demiryolunu Kuveyt limanına kadar uzatma planlan İngilizleri telaşlandırdı, İngilizler, sanki Kuveyt Osmanlı'ya bağlı değilmiş gibi, bedevi aşiretlerin en güçlüsü Sabah ailesinin şeyhi Mübarek Sabah'la anlaşarak, 1899 yılında 15 bin sterlin karşılığında Kuveyt'i kendi himayesi altına soktu. Bir süre sonra da askerlerini Kuveyt topraklarına çıkarttı. O zamanlar petrolü olmayan Kuveyt Osmanlı hükümeti yetkililerince, İngilizler'le arayı bozmaya veya uğrunda savaşmaya değmez görülerek meselenin üstü kapatılmıştır. Böylece Kuveyt'teki İngiliz hakimiyeti Osmanlılar tarafından örtük de olsa kabullenilmiştir. Bu erken işgal olmasa da Kuveyt'in nihayette 1. Dünya Savaşı sırasında İngiliz hakimiyetine gireceği muhakkaktı. Ancak bu durumda Irak'la ilişkili statüsü farklı olabilirdi.

1. Dünya Savaşı Osmanlı ve İngilizler'i karşı karşıya getirdi. İngilizler'in savaş boyunca iki ana hedefi vardı. Birincisi, en zengin sömürgesi olan Hindistan'la ulaşımını kendi denetimi altına sokmak, daha açıkçası Mısır ve Süveyş kanalıyla birlikte, Filistin'den başlayıp Irak ve İran üzerinden Hindistan'a ulaşan yola da hakim olmaktı. İngilizler'in ikinci önemli hedefi ise, o zamana kadar varlığı tesbit edilebilmiş olan İran ve Irak petrolleri İçin Irak'ı elinde tutmaktı. Bu amaçla Fransa'yla bugünkü Orta Doğu haritasının ana hatlarının belirlendiği, ittifak kuvvetlerinin Osmanlı'yı paylaşan gizli antlaşmalarla paralellik arzeden Sykes-Picot'u imzaladı. Sözkonusu antlaşmaya göre Fransızlara Lübnan ve Suriye'yle birlikte Musul vilayeti verilirken İngilizler'e Doğu Filistin (bugünkü Ürdün) Basra ve Bağdat ile İran'ın kuzeyi taksim ediliyordu. İngilizler tarafından o sırada Osmanlı'ya karşı isyan eden Arap liderlerine özellikle de Hüseyin'e verilen taahhütlerle açıkça çelişen bu anlaşma, ancak Bolşevik Devrimi'nden sonra Lenin'in kamuoyuna duyurmasıyla öğrenilebilmiştir. Anlaşmada Fransızlar'a Musul'un verilmesi bir ondokuzuncu yüzyıl İngiliz stratejik ilkesine dayanan ve İngilizler'in asla Ruslar'la sınır komşusu olmaması gerektiğini vurgulayan anlayıştan doğmuştur. Daha açıkçası Musul Fransızlar'a İngilizler ile Ruslar arasında bir tampon bölge oluştursun diye vadedilmişti.

İngilizler amaçlarına fazlasıyla ulaştılar. Arap liderleri Osmanlı'ya karşı başarılı bir isyan başlattılar ve zaten İngilizlerle savaş içinde bulunan Osmanlı ordusunun geri çekilmesine büyük katkıda bulundular. Öte yandan Fransızlar'ın bölgede beklenen varlığı gösterememesi sonucu İngilizler Orta Doğu topraklarını neredeyse tek başına işgal etmişti. Bunun üzerine İngiliz Dışişleri Bakanlığı Sykes-Picot üzerinde yeni pazarlıklar yapabilmek amacıyla Osmanlı'nın terkettiği Şam'a İngiliz ordusundan önce Arap ordularının girmesini teşvik etti. Fransa'dan Suriye'yi ele geçirmelerinde yardımcı olmaları karşılığında Musul'un kendilerinde kalmasını istediler. Zira Rusya artık devrim ve iç savaşla meşguldü. Fransızlar ise zaten pazarlık güçleri kalmadığı için Suriye ve Lübnan'ı almak şartıyla Musul üzerinde Sykes-Picot Antlaşmasından doğan haklarından feragat ettiler. Böylece Sykes-Picot Antlaşması'nın maddelerini bir iki değişiklikle (Musul'un Fransızlar yerine İngilizler'de kalması ve uluslararası statüde olması gereken Batı Filistin'in de İngiliz mandasına verilmesi) savaş sırasında gerçekleştirilmiş oldu. Konumuz olan Körfez kriziyle alakalı boyutlarına değinecek olursak I. Dünya Savaşı sonrasında bugünkü Irak'ı oluşturan üç Osmanlı vilayetinin ve Kuveyt'in İngiliz denetimi altına girdiğini belirtebiliriz.

İngilizler Kuzey Irak'ta yerli halktan hiç beklemedikleri bir direnişle karşılaştılar. İngilizler'in zayiatları büyüktü ve Hindistan'dan takviye kuvvetlerinin gönderilmesi gerekiyordu. Sivil ve asker, konuyla alakadar tüm İngiliz yetkilileri anavatanlarında vatandaşlarının savaş öncesi refah dönemine kavuşmak istedikleri ve İrlanda ayaklanmasının yoğunlaştığı bir zamanda Irak'taki harcamalarından ve kayıplarından ötürü telaşa kapılmışlardı. O yıllarda Orta Doğu sömürgelerinden sorumlu Churchil, Lawrance gibi ajan danışmanların önerileriyle de bir yandan bölgede istikrarı sağlarken, öte yandan da harcamaları çok azaltacak bir çözüm bulmak için 1921 yılında Mart ayında Kahire Kongresi'ni düzenledi, işte burada en iyi ve en ucuz çözüm bulundu. Şerif Hüseyin'in oğullarından Faysal Bağdat'a kral yapıldı. Kardeşi Abdullah ise Ürdün krallığına getirildi. Bu sayede, Milletler Cemiyeti'nin İngiliz mandasına devrettiği bu topraklar İngilizler'e sadık yerli bir idareyle çok daha ucuz ve verimli olarak sömürülebilecekti. 1932 yılında manda idaresi de kaldırınca Irak bağımsız bir krallık halini aldı.

Kuveyt ise eski statüsünde kaldı. Açıkça İngiliz sömürgesi durumunda olan ancak idarenin yerel kabile liderleriyle ya da bunların bir kaçıyla yapılan antlaşmalar sonrasında İngilizlerle işbirliği halindeki bir kabileyle ortaklaşa yürütüldüğü krallık biçiminde. 1920'li yıllarda Kuveyt'te petrolün bulunması bu bölgenin önemini daha da arttıracaktı.

Geriye İngilizler için kalan tek sorun işgal ettiği topraklarda oluşturduğu devletler arası sınırlardı. Büyük Britanya Bağdat Yüksek Komiseri Sir Percy Cox, Arap liderleriyle bu hususta yürüttüğü görüşmelerde istediği sonuca ulaşamayınca sınırları tek başına çizmeye karar verdi. Sir Percy Cox, 1922 Kasım'ında Ukair Konferansı sırasında geleceğin Suudi Arabistan, Kuveyt ve Irak devletleri arasındaki sınırları çizer. (Sir Cox'un kaleminin ucunun küt olması sebebiyle, haritada sınırlar pratikte birer sınır bölgesi olmuştur!) Sınırlar belirlenirken İngilizler, toprak varlığı ve insan potansiyeli bakımından gelecekte güçlenmesi büyük ihtimal olan Irak'ın Basra Körfezi yoluyla denize açılması imkanını mümkün olduğunca kısıtlamaya özen göstermiştir. Yapılan hesaplara göre İngiliz denetiminde ayrı bir Kuveyt, Irak'ın bağımsız olması durumunda, bölge sularında İngilizlere rakip olmasını önleyecekti.

Irak ve Orta Doğu'daki diğer ülkelerin, bölge halkının ihtiyaçlarına göre değil de sırf sömürgeci güçlerin çıkarlarına ve kendi aralarındaki bir takım çatışmalara göre oluşturulması, suni sınırların belirlenmesi gerçeği müslüman halkın hafızasından hiç silinmedi. Bu tarihsel gerçekliğin, aynı dil, din ve tarihe sahip büyük bir milletin ya da aynı dine ait olmanın yakınlığına sahip ümmetin bölük pörçük durumunun yarattığı eziklik ve zelil durumun en acı sonucu İsrail'in İslam dünyasının en kutsal topraklarda kurulmasına engel olunamamasıdır. Sonuçta İslam veya Arap ülkeleri arasında sınırların meşruiyeti sürekli sorgulanır olageldi. Hem Arap milliyetçileri ki, II. Dünya Savaşı sonrasından 1970'e kadar siyaset sahnesinde hakimdiler, ve hem de İslami hareketler mevcut sınırları kabul etmediler.

Bunun bir yansıması olarak, Arap dünyasında Arap ülkelerinin birleşmesini öngören anlayış sürekli canlı kaldı. Hatta çoğu iktidarlar bu ilkeyi en azından retorikte de olsa programına koymuştur. Fakat ne var ki sömürge yönetimlerinin devrettiği suni devlet sınırları birlikçi milliyetçiliğe galip gelmişti. Lübnan'da siyasal sistemin çökmesi ve Filistin'in İsrail işgali altına girmesi dışında Arap dünyasında I. ve II. Dünya Savaşı sonrası oluşan devletlerin sınırları korundu. 1958 yılında Mısır ve Suriye arasında üç yıl sonra bozulan başarısız bir birlik girişimi yaşandı. Fakat genelde suni devlet aygıtlarının çıkarları milliyetçi ve ümmetçi arzulardan daha baskın çıktı.

Tarihsel Süreç İçerisinde Irak-Kuveyt İlişkileri

1958 Öncesi

Irak'ta 1932 yılında manda idaresinin de kaldırılıp resmen bağımsız bir krallık rejiminin kurulmasından, 1958'deki Cumhuriyetçi devrime kadar, Irak'ın Kuveyt'le ilişkileri belli sebepler dolayısıyla nisbeten sorunsuz geçmiştir.

Herşeyden önce Irak'ın dış politikasında Körfez ikincil bir öneme sahipti. Asıl yoğunluk Türkiye, Mısır ve İran ilişkilerine verilmekteydi. Bu dönem politikalarının genelinde verimli Mezopotamya bölgesinin ağırlığı gözlemlenebilir. 1973'deki Sadabat Paktı, 1955'deki Bağdat Paktı ve 1958'de Ürdün Monarşisiyle birleşme planları bu önceliği göstermektedir. Bu politikanın çeşitli sebepleri vardı.

Sözkonusu dönemde ülkedeki temel petrol yatırımları Kuzey Irak'ta bulunuyordu ve buradan çıkarılan petrol boru hatlarıyla Türkiye ve Suriye üzerinden deniz aşırı ülkelere pazarlanıyordu. Aynı şekilde zirai ve sınai yatırımlar da Merkezi ve Kuzey Irak'ta toplanmıştı. Daha da önemlisi, Irak bir Körfez rolü üstlenmeye girişse bile küçük Körfez ülkeleri üzerindeki İngiliz himayesi buna imkan tanımazdı. Irak'ın Körfez'deki Arap kardeşlerinin sömürge hakimiyetinden kurtulup özgürlüğe kavuşmaları için propaganda yapmalarına da 1932-1958 arasındaki dönemde sözde bağımsız Irak devleti üzerindeki İngiliz nüfuzu ve baskısı mani olmuştur.

Irak'ın geneldeki Körfez politikasının zayıflığına rağmen, coğrafi ve tarihi yakınlığı dolayısıyla Kuveyt'le ilişkileri göreceli olarak gelişmişti. Aralarında köklü bir ekonomik bağımlılık mevcuttu. Kuveyt tahıl, meyve ve sebze temini için Irak'a bağımlılıkla kalmayıp içme suyunu bile deniz tankerleriyle Şattül Arab'dan getiriyordu.

Bununla birlikte, bu en sorunsuz dönemde vuku bulan bir kaç olay Irak'ın Kuveyt üzerindeki iddialarını güçlendirmiştir. 1930'lu yıllarda, kısa bir süre içinde de olsa Irak hükümeti başta Kuveyt olmak üzere Körfez devletlerindeki milliyetçi hareketler arasında işbirliğini sağlamak amacıyla Basra'da Körfez Arapları Birliği adında bir teşkilat kurdu. Zamanın Irak Kralı Gazi bu faaliyetlerle yakından ilgileniyor, gerekli propagandanın yapılmasını sağlıyordu. Gazi, Körfez Araplarınca yayın yapan bir özgürlük radyosu kurdurttu. Böylece 1938 yılında Irak'ın Körfez'e ilgisi zirveye ulaşmıştı. Kuveyt'te ise milliyetçi hareketle ilişkisi olan Kuveyt şeyhinin Danışma Konseyi Irak'la birlik çağrısı yaptı. Beyanatlarında Irak'ın Kuveyt'ten zengin ve ileri bir ülke olduğunu, bunun sebebinin de sömürge yönetiminden çıkıp bağımsızlığa kavuşmasında yattığım, Kuveytlilerin de İngiliz hakimiyetinden ayrılarak Irak'a katılıp zenginlik ve kalkınma yolunda ilerlemeleri gerektiği vurgulanıyordu. Aynı günlerde Kral Gazi'nin radyosu ise, sık sık Kuveyt Şeyhi'nin dönemin Kuveyt'inde yeri olmayan, despot bir feodal şeklinde tanımlıyordu. Şeyh hemen Danışma Konseyi'ni azledip, dağıttı. Bunu Şeyh aleyhinde gösteriler izledi. O sıralarda Irak'ın askeri müdahalede bulunacağı söylentileri yayıldı. Ancak Irak tarafından bu yönde hiç bir adım atılmadı. Zaten Nisan 1938'de Kral Gazi'nin esrarengiz bir araba kazası sonucunda ölmesiyle birlikte bu gerilim de sona erdi.

Yine 1932-1958 arası dönemde Irak ile Kuveyt arasında belli sınır tartışmalarının varlığım görüyoruz. 1932'de Nuri el-Said Kuveyt Şeyhi'ne aralarındaki sınırın Şeyhin önerdiği şekilde çizileceği sözünü vermesine rağmen Irak hiç bir zaman sınırı tam olarak belirlemedi. Zira İngiliz sömürgesin deki Kuveyt'in ayrı bir devlet şeklindeki varlığını pratikte tamsa da hukuken bunu yapmak istemiyordu.

II. Dünya Savaşı'nın ardından gerek Kuveyt petrolleri, gerekse savaş sırasında Umm el-Kasr limanının inşası dolayısıyla Irak'ın Körfez politikası dış politikada ağırlık kazanınca, Irak sürekli sınırın tam hatlarıyla belirlenmesi işini erteledi. 1952 yılında Kuveyt Şeyhi Irak'la arasındaki fiziki sınırın artık net bir biçimde çizilmesi gerektiğinde ısrar edince de Irak ancak Verba adasının kendisine bırakılması şartıyla bunu yapacağını bildirdi. Körfez'in artan önemi Irak'ı bu talebi yapmaya itmişti.

1954 yılında Irak hükümeti yeni bir talepte daha bulundu. Verba ve Bubiyan adalarının batısında bulunan Kuveyt denetimindeki 4 km. sahil şeridinin Irak'a devredilmesi istekleri de, diğer talepler gibi Kuveyt Şeyhi tarafından reddedildi. Bu arada İngiliz hükümeti arayı bulmak isteyerek Kuveyt'e adaları hiç olmazsa kiralamasını önerdi. Sözkonusu öneride 1956 yılında Şeyh tarafından açıkça reddedildi.

1958-1963 Arası Dönem

Krallığı yıkıp yerine cumhuriyetçi bir rejim kuran 1958'deki Temmuz Devrimi'nin Irak'a getirdiği köklü değişikliklere rağmen, devrim sonrası Irak'ın lideri Kasını döneminde Irak'ın Körfez ülkelerine karşı politikalarında fazla bir değişiklik olmamıştır. Fakat Körfez ülkeleri arasından sadece Kuveyt, özellikle 1961-1963 arası dönemde Irak'ın özel ilgisine mazhar olmuştu.

Irak dış politikasında genel eğilim olarak Körfez bölgesinin ağırlığının, bölgenin dünya ekonomisindeki önemine paralel olarak arttığını unutmamak gerekir. Ancak, bu dönemdeki krizler, ki bunların en önemlisi bugünkü Körfez kriziyle benzerlikler taşıyan 1961 Kuveyt krizidir, o zamanlar Batılı devletlerin yaptığı gibi soğuk savaş terminolojisiyle, yani Sovyet etkisindeki radikal bir ülkenin ılımlı ve Batı yanlısı bir ülkeyi tehdidi şeklinde görülemez.

Irak'ın Kuveyt'in kendisine ait olduğu iddiasını canlandırmasına yol açan faktör bölgede İngilizler'in çekilmesi ve Kuveyt'in tam bağımsızlığını ilan etmesiyle birlikte değişen şartlardır. Irak bu yeni konumda tam bağımsızlığını ilan edecek Kuveyt'i ya tanıyacak ya da tanımayacaktı. Eskisi gibi o bölgeleri İngilizler'in elindeki Arap ve hatta Irak topraklan olarak göremezdi. Kısacası kesin bir tavır almak zorundaydı. 1961 Kuveyt krizi de işte bu noktadan doğdu.

19 Haziran 1961 yılında, İngilizler'e Kuveyt üzerinde denetim hakkı veren 1899 Antlaşması fesh edildi ve İngiltere Kuveyt'in bağımsızlığını tanıdı. Altı gün sonra 25 Haziran 1961'de Irak lideri Kasım bir basın toplantısı düzenleyerek zamanın Kuveyt Şeyhini Kuveyt valisi olarak atadığım duyurdu;

"Irak Cumhuriyeti Kuveyt'teki Irak halkını koruması altına almayı ve Irak'a ait olduğu halde emperyalisti erce haksız bir biçimde zorla alman toprakları tekrar ülkesine katmayı kararlaştırmıştır."

Bu beyanat Kuveyt ve İngiltere'de büyük yankı uyandırdı. Kasım'ın zora başvurmayacağı yolundaki teminatlarına rağmen taraflar Irak ordusunun Kuveyt'e gireceği korkusuna kapıldı. Irak basınında bu yargıyı kuvvetlendirecek şekilde "Cumartesi Kuveyt'teyiz" manşetleri atılmaktaydı.

Sonuçta Kuveyt'te olağanüstü hal ilan edilip, Kuveyt'in küçük ordusu teyakkuza geçirildi. Başta Nasır'ın Mısır'ı olmak üzere diğer Arap ülkelerinden Kuveyt'e destek mesajları gönderildi. 1 Temmuz'da Kuveyt'in isteği üzerine İngiliz ve Suud askerleri Kuveyt'e geldiler. 20 Temmuz'da Arap Birliği Kuveyt'i üyeliğe kabul edince, Kuveyt'in bağımsızlığı Arap ülkelerince tanınmış oldu. Irak'tan herhangi bir hamle gelmeyince de bu kuvvetlerin yerini Arap Birliği'nin gözetimi altındaki Arap Barış gücü devraldı. 1963 yılının başlarında, henüz daha Kasım hükümeti askeri bir darbeyle devrilmem işken Kuveyt'in egemenliğine yönelik tehditler kalktığı gerekçesiyle, Arap Barış Gücü de Kuveyt'ten çekilmiştir. Krizin bitmesinden sonra, Mısır lideri Nasır'ın yoğun çabaları ve girişimleriyle diğer Arap ülkelerinin de desteğiyle Kuveyt, BM üyesi yapılmıştır.

Kasım'ın söz konusu müdahalesi, başarısız olsa da oldukça geçerli gerekçelere dayanıyordu. Öncelikle Kuveyt'in bağımsızlıktan sonra İngiliz Milletler Topluluğu'na üye olacağı yolunda ciddi söylentiler dolaşıyordu ve bu, Irak için kabul edilemez bir gelişmeydi. Hukuksal olarak ise yakın tarihte Irak ve Kuveyt İngiliz hakimiyetindeydi ve bundan dolayı bağımsız Irak Cumhuriyeti, Kuveyt'in Irak'tan ayrı olduğunu tanımayı gerektiren bir takım ilişkiler içine girmiş olabilirdi. Ancak Kuveyt'in tam bağımsızlığı ayrı ve yeni bir olguydu ve bu konudaki Irak'ın kararı ve tavrı bir an önce belirtilmeliydi. Kasım bu vesile ile Kuveyt'i Irak'a katmayı istemişti. Ayrıca petrolle birlikte Körfez'in ve Kuveyt'in önemi anlaşılmış, Irak gözündeki önemi de bir hayli artmıştı. İşin ilginç yanı ise Arap milliyetçiliğinin şampiyonluğunu yapan Nasır'ın, milliyetçi ideolojinin Arap dünyasında moda olduğu bir dönemde Arap milliyetçisi ve cumhuriyetçi Irak'tansa, monarşiyle idare edilen ve pan-Arabizmi desteklemeyen Kuveyt tarafının tezlerini desteklemesi ve Kuveyt'in bağımsızlığını hemen tanımasıdır. Nasır, bir yandan İngiliz askerlerinin Süveyş'ten geçmesine izin verirken, diğer yandan "Kuveyt'in bağımsızlığının korunması için" Arap askerlerinden oluşan bir barış gücünün oluşmasına da ön ayak olur. Ayrıca bu olay üzerine Irak tarafı kendi tezlerini destekleyecek deliller toplamaya başlamış ve Kuveyt meselesini popülerleştirmiştir.

1963-1968 Arası Dönem

1963'te Kasımın devrilmesinden sonraki, iki Arifler'in yönetimi sırasında Irak'ın Körfez ve Kuveyt politikaları bölgenin artan uluslararası önemini yansıtır şekildedir. Fakat Kuveyt'i ilhak etme fikrinden vazgeçilip onunla iyi ilişkiler kurma yoluna gidilmiştir. Bağdat'taki rejim değişikliği Kuveyt ile Irak arasındaki Kasım döneminden kalan tatsızlıkların unutulup yeni ilişkilerin geliştirilmesine olanak sağladı. Irak'taki yeni rejim Körfez'deki tüm şeyhliklerle resmi söylemdeki "gericiliklerine" rağmen sıkı ilişkiler kurdu.

Kuveyt 8 Şubat 1963'te Irak'ta yeni bir iktidarın başa geçmesini kutlayan ilk devletler arasındaydı. Karşılıklı dostane telgraflardan sonra Irak hükümeti Kasım rejiminin Kuveyt'ten giriş ve çıkışlara ilişkin koyduğu tüm kısıtlamaları kaldırdı. Kuveyt'te buna karşılık artık Irak'taki özel yatırımları teşvik edeceğini bildirdi. Hükümetler arası yüzyüze ilk görüşmelerinde Mayıs ayında yapılmasının ardından, yeni Irak hükümetinin ihtilafların çözümü için önerdiği çerçeve de belirginleşmeye başladı. Bu çözüm Irak'ın egemen bir Kuveyt'i tanıması için Kuveyt'in buna karşılık İngilizler'le imzaladığı Savunma işbirliği Antlaşması'nı iptal etmesi, uzun vadede Irak'la iyi ilişkiler kurma isteğinin göstergesi olarak da kısa vadede Irak'a mali yardım yapmasını öngörüyordu. 1963 yılının Eylül ayının sonlarına doğru bu meyanda bir uzlaşmaya varılmış gibi görünüyordu. Bu arada Kuveyt'in bağımsız varlığı Irak tarafından resmen tanınmıştı.

İki ülke arasındaki normal ilişkilerin tesisi ile birlikte pek çok alanda işbirliğine gidildi. Ekonomik ilişkiler geliştirilip çeşitlendirildi ve uzun dönemde iki ülke ekonomisinde belli ölçüde birbirilerine bağımlılık belirtileri oluştu. Kuveyt'in Irak'taki özel ve kamu yatırımları arttı. Irak'tan Kuveyt'e su taşıma projeleri üzerinde, uygulamaya geçilmese de aylarca tartışıldı. Daha da önemlisi sınıra nihai şeklini vermek hususunda ciddi çabalara girişildi. Hat belirleme komitesi oluşturulup bu konuda çalışmalar yapıp öneriler getirilmesi düşünüldü.

Ancak her türlü iyi ilişkilere rağmen Irak sınırın belirlenmesi konusunda yine oyalayıcı tavırlar takınmayı sürdürdü. Çünkü tüm bu gelişmeler vuku bulurken, Irak Körfez'de daha ciddi bir rol oynamayı düşünmekte, bu da doğal olarak kendisinin Körfez sularına açılmasını engelleyen Verba ve Bubiyan adalarının Kuveyt'ten geri isteme arzusunu saklı tutmayı gerektirmekteydi.

1968-1979 Arası Dönem

İkinci kez Baas iktidarının yönetimi ele geçirmesiyle başlayan bu dönem Mart 1975'de İran ile Irak arasında imzalanan Cezayir Antlaşması'nı kapsar ve İran İslam Devrimi'ne dek sürer. Irak'ın Körfez politikasının sözkonusu dönemdeki en belirgin karakterini, bölgede Irak'ın Körfezde daha ciddi bir rol üstlenme kararlılığı çiziyordu. Bu Körfez politikasına göre, hiç bir Arap olmayan güç, ister bölgesel (İran) olsun, isterse bir süpergüç olsun İngilizler'in bıraktığı boşluğu doldurmaya kalkmamalıdır. Dahası bölgedeki en güçlü Arap devleti olması sebebiyle, bu boşluğu Irak doldurmalıdır. Altı çizilen amaç Irak için, bölgenin sözkonusu dönemdeki en büyük gücü olan İran'la kritik ilişkilere girmesini doğuruyordu. Yine Irak Körfez devletleriyle ne kadar iyi ilişkiler kurmak isterse istesin, Kuveyt'le ilişkilerini bozacak bir ikilemle karşılaşıyordu:

Irak'ın Körfez'e iki çıkış yolu vardır. Bunlardan birincisi (Şattul Arab) İran'la, ikincisi (Um-el Kasr ve buna bağlı olarak Verba ve Bubiyan adaları) ise Kuveyt'le ilişkilerin bozulmasına yol açacak nitelikteydi. Dahası iki çıkış yolundan birisi kapanırsa, ki 1975 Cezayir Antlaşması buna yol açmıştır, mecburen ikinci çözümü ve neticede onun getireceği çatışmalara yol açılıyordu.

Bu dönemde Irak'ın tutumunu etkileyen diğer önemli bir faktör ise, Irak'ın Körfez rolü iddiasına karşın başta ABD olmak üzere batılı güçlerin Körfez güvenliğinde İran ve Suudi Arabistan'a güvenmeleri, Irak'ın da bölgede bir güç olduğunu gözardı etmeleriydi. Şah kendisine tevdi edilen Körfez jandarmalığı rolünü memnuniyetle kabul etti ve bölgesel bir süper güç haline geldi. Bu durumda İran ve Irak arasında bir çatışma ya da anlaşmazlık göstermesi kaçınılmaz hale gelmişti. Irak için asıl daha da hayal kırıklığı verici olan şey, Körfez rolü oynama girişimlerine rağmen, rakibi İran'a karşı Arap kartını oynayamamasıdır. Zira, Batılı güçlerin de teşvikiyle, Körfez şeyhlikleri İran'a daha yakın davranmakta, onun Körfez jandarmalığını kabul etmekteydiler.

Burada İran-Irak anlaşmazlığı sonucunda, Şah'ın Kürtler'i bir koz olarak kullanışının ve sonuçta Irak Cezayir Antlaşması'nın imzalatmasının ayrıntılarına girmeyeceğiz.

Cezayir Antlaşması'na göre, İran ile Irak arasında daha önce Şattül Arab'ın İran kıyısından başlayan sınır artık su yolunun tam ortasından geçecekti. Nehirin belli bölgelerindeki sığlık gözönüne alınınca, bu antlaşma Irak'ın İran'ın müsadesi olmadan Şattül Arab'ı kullanamayacağı anlamına geliyordu. Zaten Körfez'de ciddi bir varlık için Şattül Arap su yolu bile yeterli olmuyordu. Böylece Irak'ın Körfez politikasında Umm el-Kasr limanının etkili bir biçimde kullanılması, dolayısıyla da Verba ve Bubiyan adalarının Kuveyt'ten alınması ya da kiralanması fikri açıkça ifade edilmese de ağırlığını artırmıştır.

Dönem içerisinde Irak ve Kuveyt arası ilişkiler 1972 Aralığı'ndaki ani bir kriz hariç dostane ve sıcak geçmiştir. Kuveyt Irak'taki yeni rejimi hemen tanımış, Temmuz 1968'de başa geçen Baas iktidarı da Kuveyt'le sıcak ilişkiler kurma isteğini açıklamıştır. Şubat 1970'de iki ülke yetkilileri ortak sınırlarının tam belirlenmesi için görüşmelere tekrar başladılar. Kuveyt hükümeti Irak'ta 1972 Haziranı'nda Irak Petrol Şirketi'nin millileştirilmesi girişimini destekledi.

Aralık 1972'deki Irak ile Kuveyt arasındaki gelişen ilişkiler aniden kesildi ve beklenmedik bir kriz yaşandı. Irak'ın Kuveyt sınırında yığınak yaptığı haberleri dolaşmaya başladı. Irak Verba ve Bubiyan adaları üzerindeki hak iddialarım tekrar gündeme getirdi. Sınır ve adalar meselesinin tekrar gündeme gelmesi, Irak'ın Körfez politikasının uzun vadeli, kalıcı bir ilkesinin daha açıkçası ciddi bir Körfez rolü üstlenme isteğinin bir sonucudur, İran'la ilişkilerin kötüleşmesiyle birlikte Şattül Arab'ın da kullanılamaz hale gelmesi -İran tarafı 1969 yılında tek taraflı olarak Şattül Arap su yolunun kullanım hakkını Irak'a veren 1937 Antlaşmasını tanımadığını ilan etmişti- Irak'ın Um el-Kasr limanının etkili bir biçimde kullanmasını ve bunun sonucu olarak da limana giriş çıkışları iyi denetlemesini gerektiriyordu. Ancak Irak hiç bir askeri ve diplomatik harekata girişmedi. Zamanla bu krizin ilişkiler üzerindeki etkisi de unutuldu. Bu arada ticari, ekonomik ve sosyal bağlar kuvvetlendirildi.

Özellikle 1975 Cezayir Antlaşması sonrasında Irak'ın Körfez şeyhlikleriyle ilişkileri her yönden güçlendirildi. Uluslararası çapta Körfez bölgesinin dünyadaki önemi artmış, Irak petrol fiyatlarının artmasından doğan muazzam geliriyle ilgisini içeride kalkınma projelerine yoğunlaştırmıştı. Arap-İsrail savaşı sonrasında Arap ülkelerinin yaptıkları işbirliğinin etkisi de olumlu bir hava yaratmıştı.

Tüm bu dönemde iki ülke arasındaki ideolojik farklılıklar eskisi gibi kaldı. Resmi Baas ideolojisine göre Arap şeyhlikleri Arap birliğine engel, demode gerici rejimlerdi, fakat hiç bir zaman Kuveyt içinde ciddi bir Baasçı muhalefet bulunmadığından ideolojik farklılıklar önemli bir gerilim yaratmadı.

1979'da Şah'ın devrilmesi ve İran İslam Devrimi'nin başarıya ulaşması İslami devrimin hem Irak ve hem de Kuveyt'teki rejimleri yıkabilme potansiyeli ve tehditi dolayısıyla, Irak ve Kuveyt arasındaki işbirliği ve sıcak ilişki zirveye ulaştı. Bir anda aralarındaki sorunları ve farklılıkları unutup, geleceklerini garanti altına alabilmek için biri-birlerine yardımcı olmaya başladılar.

1979-1988 Arası Dönem

İran İslam Devrimi'nin zaferinden, İran-Irak Savaşı'nın sona ermesine kadar geçen sürede, Irak ve Kuveyt her yönüyle yakın ilişkiler içinde oldular. Kuveyt Irak'ın savaş boyunca en büyük yardımcılarından biri oldu ve bu sayede sadece Baas Partisi'nin devrilmesini değil, kendi monarşik rejiminin yıkılmasını da engellemiş oluyordu. Kuveyt, Irak'a yaklaşık 30 milyar dolarlık yardım yaptı ve Irak'a silah taşınmasında ülkesinin topraklarının kullanılmasına izin verdiği gibi, bu amaçla yeni karayolları dahi yaptırdı. Irak ise, Kuveyt üzerindeki toprak iddialarını hatırlayacak durumda değildi.

Kuveyt'in Irak'a desteği ve yardımı o derece artmıştı ki, adeta İran'la fiilen savaşıyor hale gelmişti. 1987 yılında Kuveyt'in bu tutumları üzerine, İran Kuveyt gemilerini de vurmak zorunda kaldı. Ardından Kuveyt Körfez'deki gemilerine Amerikan ve Sovyet bayrakları çektirdi. Kuveyt'in varlığını sürdürmek için sürekli bir büyük dış gücün himayesine muhtaç oluşunu sergileyen bu karar, aynı zamanda Fars Körfezi'ni Amerikan donanmasının ikametgahı haline getirdi.

İran Devrim sonrası Irak-Kuveyt ilişkilerini özetle, her iki ülkenin de rejimlerinin yıkılması korkusuyla İslam Devrimi'ne karşı kurulan ortak cephenin birer önemli üyeleri olarak yakın işbirliği ve dostluk olarak belirtebiliriz.

Ateşkes Sonrası Demem (20 Temmuz 1988-2 Ağustos 1990) İran'ın Irak'la ateşkesi kabul etmesi, artık İslam Devrimi'nin en azından kısa ve orta vadede İran sınırlarına hapsedilmesi anlamını taşıyordu. Bu karar, son on yılın Orta Doğu tarihinde önemli bir dönüm noktasına işaret eder. Zira, karşı devrimci cephenin Irak'a eskisi kadar ihtiyacı kalmıyordu. Üstelik, İslam Devrimi'ne karşı silahlandırılıp, güçlendirilen Irak, bölgesel bir süper güç haline gelmiş, petrol yataklarının ve İsrail'in yanı başında Batı'nın bölgedeki çıkarlarını potansiyel olarak bozacak yeteneğe ulaşmıştı. Ateşkes sonrasında aşamalı olarak, Irak ile Amerika ve Avrupa'nın işbirliklerinin ve dostluklarının bozulduğunu, özellikle Bağdat'ta bir İngiliz casusunun asılmasından ve İsrail'in saldırgan tutumları karşısında Irak'ın İsrail'i kimyasal silahlarla tehdit etmesinden sonra, adeta bir soğuk savaş ortamına girildiğini görüyoruz.

Irak'ın Kuveyt'le ilişkilerini bozacak özel ve yeni bir gelişme vuku bulmamıştı. Ancak tarihsel dinamikler, Irak Verba ve Bubiyan adaları üzerindeki iddialarım tekrar gündeme getirmeye itti. Çünkü artık Irak bölgede en güçlü Arap ülkesiydi ve bu gücüne layık bir Körfez rolü üstlenmeliydi ve stratejik konumu bu rol için sözkonusu iki adayı almasını gerektiriyordu.

Öte yandan, Kuveyt tarafı için bu tür bir taviz vermek, ileride Irak'ın diğer baskılarına da boyun eğmeyi getirecekti. Daha da önemlisi, Suudi Arabistan ile Amerika için de, Kuveyt'in adaları vermesi, bölgedeki çıkarları için ciddi bir tehlike doğurabilirdi. Suudi Arabistan ve ABD'nin Kuveyt'i iknası sonucu Kuveyt hem adaları değil Irak'a vermek, kiralamayı bile reddettiği gibi, hem de savaş sırasında verdiği borçları geri istedi, öte yandan zaten düşük olarak belirlenen OPEC fiyatlarının da altında petrol satarak Irak'ın ekonomik kalkınma pro­jelerine dolaylı yoldan zarar vermekteydi. Bu noktada, Irak'ın anlaşmazlığı çözmek için açıkça askeri gücünü kullanmasına Kuveyt'in uygun fırsatı hazırladığı söylenebilir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR