1. YAZARLAR

  2. Yılmaz Çakır

  3. Değişimin Adı Değil, Adımı Olarak Referandum

Değişimin Adı Değil, Adımı Olarak Referandum

Eylül 2010A+A-

Referanduma sayılı günlerin kaldığı şu sıralarda, konuya ilişkin pek çok tartışmanın ve açıklamanın yapıldığı herkesin malumudur. Maksadımız, bu malumat denizinin bir damlası olmaktan ziyade; bu denizin “kıyılarımız”a vuran dalgalarına ya da bu gelişmelerin “bizim mahalle”ye düşen izdüşümlerine yönelik naçizane kimi görüşlerimizi dillendirmektir.

Şapla Şekeri Karıştırmak Ya da Akide İle İçtihat…

Referandum vesilesi ile dile getirilen tartışmaların anahtar kavramlarından ikisi; akaid ve içtihat oldu. Yerli yersiz, sık sık ifade edilen bu kavramlar pek çok kere haklılığımızın ispatı sadedinde, dilimize pelesenk edildi. Akide, bir müminin iman etmesi gereken konuları kapsar. Bu alanın ve konuların sınırlarını da tümüyle vahiy belirler. Mesela gaybe iman akidevi bir konudur. Biz Kur’an’da öğretilenin ve belletilenin dışında hiçbir surette farklı bir gayb tasavvuruna rağbet gösteremeyiz. Yine (akaidin klasik kapsamının ve tanımının ötesinde) kimi ibadi, içtimai ve siyasi konularla ilgili inancımızı da Kur’an (akaidi) belirler. Namazın, zekâtın, tebliğin vb farziyeti akaidimize ilişkin iken, bunların tatbikatları, icra edilme biçimleri şeriatın/içtihadın alanına girer. Yine aynı şekilde içtimai ve siyasi alanda ortaya çıkan mümin, müşrik, münafık karakterleriyle; zalim, kâfir, ehl-i kitap ya da tağut kavramlarının tarifini ve tanımını bütünüyle ve sadece akaidimiz (Kur’an) belirlerken, onlarla mücadele biçimini, tarzını (metot ve stratejiyi) içtihat/şeriat biçimlendirir. Bir kere daha tekrar edecek olursak akaid, “ne/nedir” ile ilgilenirken; şeriat/içtihat “nasıl/ne şekilde” ile ilgilenir. Akaid imanla, şeriat/içtihat eylemle ortaya çıkar. Değişmez esas/öz akaidin konusudur. Akaid evrensel ve çağlar üstüdür. İçtihad ise değişmez akaidin değişen şartlara hitap edebilme becerisinin adı olarak tezahür eder. Burada zaman, mekân, çevre ve şartların göz önünde bulundurulduğunu görürüz. Bu gerekliliği gözeten çalışmalar içtihadi çalışmalardır. Elbette bu esnada doğruyu bulma ihtimali kadar, yanlış yapabilme ihtimali de vardır. Aslolan Allah’tan doğruyu göstermesini niyaz ederek cehd göstermektir. Durum bu merkezdeyken, biz tutup içtihadi alanı/olanı akidenin tartışılmaz sahası içine dâhil ederek, anlayışımızı, kavrayışımızı mutlaklaştıramayız. Çünkü burada söz konusu olan mücadelenin kendisi değil, yöntemidir.

Farz mı Tarz mı?

İnsanoğluna, yeryüzündeki serüveninin ilk etabından itibaren Rabbinden bir lütuf olmak üzere, yol gösterici vahiyler inzal edilmiştir. Söz konusu bu nüzulün kavimlere ve toplumlara göre öncelikler ve özellikler içerdiği ise herkesçe malumdur. Hz. Nuh’un, Hz. İbrahim’den; Hz. Yusuf’un, Hz. Musa’dan; Hz. Şuayb’in, Hz. Süleyman’dan ya da Hz. İsa’nın, Hz. Muhammed’den (ayrıldığı değil) “farklılaştığı” alan burasıdır. Değişen tarih, toplum ve şartlar en başta inzalin önceliklerine ve metodolojisine yansır. Bu aynı zamanda vahyin dinamizmine de işaret eder. Bu yüzden Kur’an’da tek bir tarz, tek bir yol ve yöntem yoktur. Yolu ve yöntemi belirleyen (peygamber tabiatlarını, mizaçlarını bile bu işin içine dahil edebiliriz), muhataplar kadar; dönemler, durumlar ve konumlardır. Mısır’da peygamberlik yapan Yusuf’un ve Musa’nın metodolojilerinin farklılığı muhataplarının ve dönemlerinin (yani şartlarının) farklılığından ileri gelir. Bütün bunlar bize, “tarz”ların “farz” olmadığını haykırır.

Gövde Dururken Gölge ile Uğraşmak

Enerjileri sınırlı, zamanları kısıtlı olan bütün fanilerin yaşamı boş(una) geçirmemek adına önem ve öncelik sıralamaları yapmaları kaçınılmazdır. Zamanın ve mesainin doğru kullanımının bu gayretten ve dikkatten beslendiği görülür. Aksi, bir tür havanda su dövmek ya da boşa kürek çekmek olarak da nitelendirilebilecek sonuçsuz çabalara mahkûm olmaktır. Önemli ile önemsizi ayrıştırmak, gövde dururken gölge ile uğraşmamak, basiret ve feraset gerektirir. Nitekim bu durumun önemi, siyasetten iktisada ve oradan toplumsal hayata kadar bütün alanlarda kendisini hissettirir. Öncelik belirleniminde kıstasın “bataklık ve sivrisinek” meselindeki, bataklığa tekabül ettiği gerçeği göz ardı edilmemelidir. Oysa bugün, bazı çevrelerin söz konusu listelemede önceliği “etkili” olandan ziyade, “kolay” olana vererek yanıldıkları görülmektedir. Misal olması bakımından, tebliğde ‘siyasal’ diye nitelenen alan ötelenmekte, ‘toplumsal’ diye tanımlanan alan öne çıkarılmaktadır. Yeni ve aktüel bir gelişme olarak önümüzde duran referandum tartışmalarında da benzeri saiklerin (kimilerinde) etkili olduğu anlaşılmaktadır. Bugün tağutî görünümün en başta kendisinde tezahür ettiği oligarşik bürokrasinin geriletilmesi çabası olarak karşımızda duran referandum olayı, yanlış değerlendirmelerin gölgesinde önemsizleştirilerek, kaybedilmektedir. Oysa bu ülkede yaşayan Müslümanların, başta başörtüsü olmak üzere yıllardır şikâyetçi oldukları pek çok konunun merkezinde, askerî ve yargı bürokrasisinin olduğu aşikârdır. 12 Eylül referandumunun ise en dikkat çekici yönü, mezkûr vesayetin ve kuşatmanın zayıflatılması yolunda dikkat çekici adımlar atmasıdır.

Tutarlılık Ya da Akıl Tutulması

Yıllardır her fırsatta dillendirdiğimiz taleplerimizin çok büyük oranda olmasa da önemli oranda karşılığının alınabileceği bir sürecin arifesinde tutarlı olmak önem arz etmektedir. Onlarca demecin, yüzlerce etkinliğin ve yıllardır yapılan mücadelenin gereği yerine getirilmelidir. Bunun yolu ise referandum sürecini desteklemekten ve aktif katılımdan geçmektedir. Aksi her girişim, azılı İslam düşmanlarının ekmeğine yağ sürmek ve dolayısıyla kendi kalemize gol atmak olacaktır. Unutulmasın ki, referandum egemenlerin büyük engelleme girişimlerine rağmen güç bela gerçekleştirilmektedir. Yani dememiz o ki, referandum bir lütuf olarak değil, mağdurların ve mazlumların zorlaması ile gündeme sokulabilmiştir. Bunda, bu ülkenin en fazla mağdur edilen kesimlerinden olan Müslümanların rolü de yadsınamaz.

Sevdim mi Tam Sevmek…

Referanduma ilişkin ortaya çıkan kafa karışıklıklarından biri de yapılacak oylamanın bizi T.C. Anayasasını tanımaya ve sevmeye götüreceği endişesidir. Oysa müstakil ve müstakim İslami kimlik sahibi olmak her tür cahilî aidiyet değerlerini sevmekten ve benimsemekten uzak kalmayı gerektirir. Bu cümleden olarak referandum, özgürlük sahamızı genişletecek bir imkân sunmaktan öte, hiçbir anlam ifade edemez. Zaten oylama da anayasanın bütünü üzerine olmayıp, kimi maddeleri üzerinedir. Bunların da özünü vesayet sisteminin geriletilmesi oluşturmaktadır. Mümeyyiz akıl; toptancı ve genellemeci olmayan, ağaca bakarken ormanı kaybetmeyen, seçkinci değil ama seçmeci olan akıldır. Hülasası referandumda özgürlüklere ‘evet’ demek, asla T.C. Anayasasına evet demek olamaz, olmamalıdır.

Gerekçeler ve Gerçekler…

Kanaatimizce referandum sürecinde dikkatten kaçan ya da başka bir şekilde söyleyecek olursak, dikkat edilmesi gereken en önemli husus gerekçelendirmede yatmaktadır. Kim ne derse desin, nasıl tavır alırsa alsın daha önemli olan gerekçeleridir. Doğru kararın yanlış gerekçesi bir çuval inciri berbat etmek iken, yanlış kararın doğru (İslami) gerekçesi hiç şüphesiz daha tercihe şayandır. Elbette istenilen, kararın da gerekçenin de doğru olmasıdır. Böylece mesela, liberaller ya da muhafazakarlarla, Müslümanların çizgilerinin karışma tehlikesi de söz konusu olmayacaktır. Hiç şüphesiz, burada hassasiyetlerin ve kaygıların önemi, stratejiden ve eylemden daha önemli hale gelmektedir. Referandum konusunda aynı tavrı takınanları, gerekçelerine göre tasniflemek daha adil bir yaklaşım gibi durmaktadır. Bu durum referandumun iki sonuçlu yapısına etki etmeyecek olsa da göz önünde tutulmalıdır.

Tavır Üç Olsa da Sonuç İki…

12 Eylül’ün arifesinde en anlaşılır ve tutarlı gerekçeler, ‘evet’ ve ‘hayır’ cenahında gözlemlenmektedir. Darbecilerin ve statükocuların tahakkümlerini ve tahkimatlarını kaybetme endişeleri kadar; onların mağdur ettiği kişilerin ve kesimlerin beklentileri de seçenekleriyle doğru orantılı gözükmektedir. Burada asıl dikkat çekenler ise ‘boykot’ tavrı içinde olanlardır. Düzenin kendisine ve uygulamalarına muhalif olmak adına ortaya konan bu tavrın, üçüncü yol ya da tarz olma iddiası; iki sonuçtan birine mecbur referandumu, statüko lehine olmak üzere etkilemekte ve beklentileri ertelemektedir. Zira boykot, hali hazırdaki mevcut anayasanın zımni onaylanması olarak okunabilecek bir sonucu beslemeye ve beklemeye mahkûm gibidir.

Devrim Sadece Devinim Değil, Süreç de Gerektirir…

“İnsan acelecidir.” buyuran Kitab’ın müntesipleri olarak, tabiatımıza ilişkin ilahi bir haberden haberdar olmuş idik. Lakin habersiz gibi davranmak, kolayımıza gelmiş olmalı ki, pek çok kere aceleyle hemen sonuç almayı umuyoruz. Devrimcilik gibi her daim büyük bir devinimi ve yüksek bir gayeyi hedef olarak ittihaz edenlerin bir kesimi, bunun uzun ve meşakkatli bir süreç olduğu gerçeği yerine, devrimin kesinlik ve keskinlik içerdiği zannıyla hareket etmektedirler. Dahası böyleleri, devrimin neredeyse birden bire oluşacağı gibi bir hayale kapılmaktadırlar. Bu yüzden bu çevrelerde, kimi kısmi kazanımları ve bu yolda atılan adımları küçümsemek marifet ve maharet olarak addedilmektedir. En son referandum karşısında da ortaya çıkartılan bu nakıs tutum, “küçük” gerçeklere gözlerini yumarken; “büyük” hedeflerin ulaşılmaz gölgesine sığınmaya çalışmaktadır. Küçük ağaçların ormanı; küçük damlaların gölü oluşturduğunu bilmeyenimiz var mı?

Değişim ve Yetersizlik Söylemi

Referandumun eksikliği ve yetersizliği bağlamında çok konuşuldu ve yazıldı. Sanki bu ülkede egemenler, bundan daha iyisine ve ilerisine geçit veriyorlarmış gibi, haksız ve yersiz değerlendirmeler de yapıldı. Elbette daha iyisini ve doğrusunu talep etmek bütün muvahhid ve muhalif insanların hakkıdır. Ne var ki, ülke egemenlerinin mevcut durumlarını ve konumlarını terk etmeme hususundaki dirençleri de görülmelidir. Darbeci güçlerin; 28 Şubatçı, Ergenekoncu çevrelerin, Sarı Kız, Ay Işığı, Eldiven, Balyoz o/perasyonu çocukları/nın, AYM ve HSYK gibi kurumların tutumları da ortadadır. Sonuç olarak; hani şu, “yalanına cübbe; gerçeğine can verme” hikâyesinden esinle söyleyecek olursak; değişimin kısmisine desteğimizi, azamisine yani İslamisine canımızı veririz…

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR