1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. Çankaya Seçimlerinin Belirgin Kıldığı Olgu: Laik Duyarlılık Hukuku Boğuyor!

Çankaya Seçimlerinin Belirgin Kıldığı Olgu: Laik Duyarlılık Hukuku Boğuyor!

Mayıs 2007A+A-

Türkiye'nin krizler ülkesi olduğu gerçeği Çankaya tartışmalarıyla bir kez daha tescillendi. Anlaşılması gereken şey şu olmalı: Türkiye'de kriz olgusu arızi değil, yapısal. Ne pahasına olursa olsun, egemenlik alanlarına halkı ortak etmeme kararlılığı içinde olan bir zihniyetin kriz üretmesinden daha doğal bir şey de olamaz zaten. Siyasetin bu derece daraltılması ve aşağılanması da, hukukun bu ölçüde araçsallaştırılması da hep aynı tepkisel tutumun, birilerinin kendilerini bu ülkenin efendileri olarak görmelerinin sonuçları. Ülkeyi adeta babalarından kendilerine kalan özel mülk şeklinde algılayanların gözünde doğal olarak demokrasi, halk iradesi, seçimler vb. kavram ve ilkeler ancak arzulanan çerçevede tezahür ettiğinde bir anlam ifade etmekte. Ne de olsa, niteliksiz yığınların istemlerine göre ülkenin geleceğinin şekillenmesine izin verecek halleri yok!

LAİK DUYARLILIK YA DA PARANOİD RUH HALİ

Krizin merkezinde laiklik meselesi, daha doğrusu laiklik dayatması var. Resmi ideolojinin temel taşı kabul edilen laiklik tam bir tabuya dönüşmüş halde. 80 küsur yıldır kesintisiz biçimde egemen güçlerin sisteme ve topluma çeşitli araçlar ve türlü yöntemlerle müdahalesinin de meşruiyet zemini aynı zamanda. Tek parti döneminin baskıcı, faşizan uygulamalarından çok partili dönemde arka arkaya gerçekleştirilen askeri müdahalelere kadar bir dizi hukuksuzluğun ortak hedefi hep aynı şey olmuştur: Laikliği korumak! Öyle bir kara sevda ki bu, ne akıl dinliyor ne hukuk! Bu konudaki duyarlılığın yüz binlerce insanı meydanlara topladığı, dolayısıyla çok temel bir ortak değer olduğu ileri sürülüyor da, aynı "duyarlılığın" on milyonlarca insana hayatı nasıl zindan ettiği görmezden geliniyor.

Laiklik meselesi Türkiye'de tam bir tabusal alan! Aşama aşama düşünceleri, özgürlükleri, halk iradesini sınırlıyor. Tartışılması, eleştirilmesi külliyen yasak ama sorun burada bitmiyor. Zorlamayla, dayatmayla egemenlerin laiklik yorumu, laiklikten anladıkları da kutsallaştırılıyor, tartışılmazlık zırhına büründürülüyor. Ve saçmalığın, dayatmacılığın bir üçüncü aşaması daha olduğunu biliyoruz. Fiilen laiklik konusuyla ilgili bir tartışma, farklı bir açılımın söz konusu olmadığı hallerde bile sırf birilerinin paranoyakça kaygıları, vehimleri dahi etkili birer tehdit öğesine dönüşebiliyor ve muhatapları sindirmede, bastırmada caydırıcı silaha dönüşebiliyor. Ve başlıyorlar "Sizin neyi hedeflediğinizi, ne yapmaya çalıştığınızı iyi biliriz!" cinliklerine!

Saldırgan, tahammülsüz ve insana, hukuka ahlaki değerlere inanılmaz ölçüde saygısız bozuk bir ruh hali bu. Resmi ideoloji dayatmasını bağnazca bir ısrarla savunurken, ne ölçüde çirkinleştiğini, tutarsızlaştığını, vahşileştiğini görmesi de mümkün olamıyor elbette.

Uzlaşmadan söz ediyor ama kavramsal bir tutarsızlık sergiliyor ve dayatmacı bir tutum takınıyor. Halktan, toplumdan, kitlelerin taleplerinden söz ediyor ama geniş kitlelerin hukukunu hiçe saymaktan çekinmiyor. Akıldan, mantıktan, ilerlemeden dem vuruyor ama tüm tezlerini değişmez, değiştirilemez rejim ilkeleri üzerine oturtma çelişkisini fark etmiyor. Güya dogmatizme karşı bilimi savunuyor ama "ulu önder" kutsamasıyla ne ölçüde komik görüntüler verdiğini idrak edemiyor. Sonuçta evhamlı bir ruh hali, kargaşa içinde bir zihin ve tutarsızlık denizinde yüzen bir dünya görüşü çıkıyor ortaya ve bu ucubeye birileri "laiklik duyarlılığı" adını veriyor. 

Türkiye toplumu giderek daha da azgınlaşan ve saçmalık sınırları zorlayan bu şartlanmış, betonlaşmış kafa yapısının açık tezahürleri ile Çankaya tartışmaları vesilesiyle bir kere daha yüz yüze geldi. 

BİR LAİK KIBLE, KEMALİST MEVZİ OLARAK ÇANKAYA!

2007 yılı başlamadan tartışmaya başlanan Çankaya seçimleri için ilk tur oylama yapıldı ama tartışma bitmek şöyle dursun, alevlenerek sürmekte. Hatta konunun tartışma boyutlarını da aşıp krize dönüşmesi muhtemel görünüyor. Aylardır siyaset ve toplum anayasa, içtüzük, toplantı yeter sayısı, karar sayısı, 184, 367 vb. başlıklara kilitlenmiş halde. Neden? Tüm bu sevimsiz, münasebetsiz gayretkeşliğin gerisinde ne var? Aynı terane: Elden gitti, gidecek laikliğin son mevzisini kaptırmamak! Ama ne pahasına olursa olsun!

Bu öyle bir kavga ki her şey serbest, her yol mübah! Akıl almaz bir zorlamayla ortaya atılan 367 meselesi bu durumun en net göstergesi. Nasılsa Anayasa Mahkemesi'nde çoğunluk aynı siyasi-ideolojik kaygıları paylaşıyor diye, ana muhalefet bir yolunu bulup topu Meclis'ten Mahkeme'nin sahasına taşıma derdi içinde oldu. Bu sevimsiz uğraşısında CHP, başta YÖK olmak üzere, bir kısım medyadan, akademisyenlerden ve emekli politikacılarından destek gördü.

Bu zevat bu güne kadar yapılan seçimlerde böyle bir iddianın hiç gündeme gelmemiş olmasını izah edemiyor. Bu tarz bir zorlamanın yasanın mantığı ile ne ilgisinin olabileceğini izah edemiyor. Eğer bu mantık kabul edilecek olursa bundan sonra cumhurbaşkanı seçmenin imkansız hale gelebileceğini görmek istemiyor. Uzlaşma diye dayatıyor! Bu şekilde siyasetin de hukukun da iğdiş edildiği gerçeği ise görmezden geliniyor. 

YA LAİK DUYARLILIK, YA HUKUK: İKİSİ BİR ARADA OLMUYOR!

Televizyonlarda ya da gazetelerde günlerdir, hatta aylardır tartışılan 367 meselesinin hukuki değil, siyasi bir gündem olduğu o kadar açık ki! Tesadüf müdür ki, laik-Kemalist cephede yer alan hukukçuların neredeyse tamamı cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk iki turunda 367 oylama yeter sayısıdır derken, diğer kanatta yer alan hukukçuların ise tamamı, hayır 367 kabul yeter sayısıdır diye ısrar ettiler? Bu ülkede hukukun ne kadar oynak bir zemine oturduğunu, sistemin ihtiyaçlarına göre farklılaşan işlevler üstlendiğine bu konudan daha iyi bir örnek herhalde bulunmaz! 

Laik-Kemalist cephenin mantığı gayet açık: Herhangi bir biçimde siyasi sürecin işlemesi durumunda kendi lehlerine sonuç alabilecekleri bir ortamın mevcut olmadığını gayet iyi biliyorlar. Amaç halkın desteğini kazanabilecek bir politika üretmek, siyasi düzlemde avantaj elde etmek değil; bunun bu tarz politikalarla mümkün olamayacağı ortada. Amaç kaos oluşturup, puslu havadan parsa kapmak. İstedikleri kadar demokrasi, sivil siyaset vb. nutuklar atsınlar, darbecilerden uzak olduklarını tekrarlasınlar; inandırıcı olmaları mümkün değil. Sezer'iyle, Baykal'ıyla, YÖK'üyle, medyasıyla sürekli hükümeti irtica suçlamasıyla şikayet edenlerin şikayet mercilerinin halk olduğuna kim inanır? Amaçları egemen iktidar güçlerini teyakkuzda tutmak! "Anayasal kurumlar" adını verdikleri bürokratik oligarşinin ve en temelde de ordunun siyasetin tepesinde sürekli gözetleyici-denetleyici pozisyonunu korumanın, mümkün olan her yöntemle müdahaleye hazır kıvamda tutmanın taktikleridir bunlar.

Deniz Baykal'ın ikide bir sarfettiği "Birileri çıkar hatırlatır!" sözüyle kast ettiği birilerinin kim olduğunu tahmin etmek hiç zor değil. Kıvırma payı olsun diye açık adres vermeyince demokratlığınıza da halel getirmemiş oluyorsunuz, ne güzel! Büyükanıt'ın "dinamik güçleri" ne kadar sivilse; ADD mitinginde ifade edilen "Darbeci değiliz!" söylemi ne kadar inandırıcı ise Baykal'ın çıkıp hükümete gerekli uyarıları yapacağından emin oldukları da o kadar anayasal!

Baykal ve siyasi sözcülüğünü yaptığı laik-Kemalist cephe şimdilik bir hukuk darbesiyle sistemi istedikleri yörüngeye zorlamayı hedefliyorlar. Anayasa Mahkemesi'nin bu plana onay verip vermeyeceği bu satırlar kaleme alındığında henüz belli değildi. Hukukçulardan oluşan bir heyetin bu tarz zorlama bir yoruma onay vermesi normal şartlar altında beklenmemesi gereken bir durum. İdeolojik kaygılar ve devlet refleksi değil de, hukuk, cari yasa, mantık ve kamu vicdanı esas kabul edilecek olursa Mahkeme'nin CHP'nin başvurusunu geri çevirmesi ya da talebi doğrultusunda değil, aksi istikamette karar vermesi gerekir. Ne var ki, Anayasa Mahkemesi'nin bugüne kadar altına imza attığı pek çok karara bakıldığında hukukun değil, resmi ideolojinin ihtiyaçlarının, üstelik de çoğu kez son derece miyop bir tavırla günlük ihtiyaçlarının esas alınmış olduğu görülecektir. Kompozisyonu büyük ölçüde Demirel ve Sezer zamanında yapılmış atamalarla şekillenmiş bir heyetin hangi kaygılarla karar vereceğini tahmin etmek esasında pek de zor olmasa gerek.

Elbette Anayasa Mahkemesi'nden arzusu aleyhinde bir karar çıkması durumunda CHP'nin cumhurbaşkanlığı konusunu içine sindirmesi beklenemez. Bu durumda da yukarıda sözü edilen laiklik duyarlılığı bolca ve sürekli biçimde kaşınacaktır elbette. Ta ki, mümkün olup da Baykal'ın sözünü ettiği "birileri" çıkana dek!

NEDEN FEDAKARLIK YAPMAK HEP MAĞDURLARDAN BEKLENİR?

Bazıları Çankaya tartışmasını "Çankaya savaşları" olarak adlandırmakta. Bunun yanlış bir tanımlama olduğunu düşünüyoruz. Olsa olsa "Çankaya mevzii kaptırmama savaşı" mevcut durumu tanımlamaya daha uygun düşer. Şöyle ki, taraflardan biri sistemin yasal çerçevesi içinde hareket etmekteyken, diğeri dışarıdan zorlamalar yoluna gitmekte. Dolayısıyla çift taraflı bir usulsüzlük vurgusu haklı bir tespit olmasa gerek. Dikkat çekici bir husus, Çankaya tartışmalarının yoğunlaşması ile birlikte pek çok kesimin ve şahsiyetin soğukkanlılığını yitirmiş görünmesi. Bilhassa sol çevrelerde ve Kemalist cephe olgusuna mesafeli duran bir kısım medya mensubunda bir kafa karışıklığı görülmekte. Açıkça CHP tarzı militarist bir yaklaşıma destek vermemekle birlikte, "günahı" paylaştırma adına AK Parti'ye de seçim hususu ile ilgili olarak bir dizi suçlama yöneltmekteler. AK Parti kadrolaşmakla suçlanıyor. Uzlaşma yoluna gitmemekle suçlanıyor. Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturması halinde kadrolaşmanın daha da yaygınlaşacağı söyleniyor.

Peki, kim kadrolaşmadı acaba? Örneğin, deniyor ki, AK Parti'nin atadığı bürokratların neredeyse tamamının eşleri örtülü, bu dönemde örtülü olmak adeta avantaj sağlıyor! Bir kere bu genelleme doğru değil, AK Parti'de bizzat tepe yöneticilerden başlayarak bir sürü kişinin bireysel dindarlık unsurlarıyla alakası yok. Kaldı ki, eşler üzerinden yapılan bu değerlendirmeler tutarsız. Bu nasıl bir avantaj ki, takanın eşine ikbal yolları açıyor ama bizzat onu takana tecrit getiriyor!

Sonra sormak gerekmez mi, ya karşı cenahın yaklaşımı ne kadar eleştirilen tavırdan uzak? Örneğin, Sezer'in hükümet kanalından gelenler dışında gerçekleştirdiği atamalarını bir göz önünde bulunduralım. İçlerinde eşi başörtülü tek bir kişi var mı? Örneğin Sezer'in Anayasa Mahkemesi üyeliklerine atadığı kişiler arasında bırakalım AK Partilileri, acaba CHP zihniyeti dışında tek bir isim var mı? Üniversitelere rektör atamalarını düşünelim. Aynı şekilde hep aynı zihniyet mensupları değil mi? Öyle ki, Sezer'in öğretim üyelerinden en çok oy alanları eleyip, seçimlerde ikinci, hatta üçüncü gelen isimleri rektör olarak ataması bu çevrelerde hiç eleştirildi mi?

Aynı şekilde Abdullah Gül'ün AK Parti'nin cumhurbaşkanı adayı olmasını Milli Görüş geleneğinden gelen üç ismin devleti ele geçirmesi operasyonu olarak niteleyen CHP'nin yaklaşımına haklılık payı veren kimi yorumcuları da anlamak mümkün değil. Bir parti halktan en çok oyu alarak hükümet olmuşsa, en tepe yöneticilerini de doğal olarak en etkili makamlara oturtmayı hedefler. Eşi başörtülü Meclis Başkanı, eşi başörtülü Başbakan'dan sonra bir de eşi başörtülü birinin Çankaya'ya çıkmasının toplumsal kutuplaşmayı artıracağını söyleyenler hiç düşünüyorlar mı ki, bundan önceki dönemlerde zaman zaman bu makamlarda oturan kadronun tümünün eşlerinin başı açıktı. Neden bir kere dahi, "Üst düzey makamlarda oturan kişilerin eşleri hep başı açık kişiler, oysa bu ülkenin kadınlarının büyük çoğunluğu başını örtmekte, bu şekilde bir temsil adaletsizliği ortaya çıkıyor, toplumsal yapıyı dengeli yansıtmayan bu görüntüyü düzeltelim." demediler? 

TOPLUMSAL UZLAŞMA SAFSATASI!

Laik-Kemalist cephenin derdinin toplumsal uzlaşma, hukuk ya da halkın talepleri olmadığı açık. Tek bir dertleri var: egemenlik alanlarının sınırlanmasını istemiyorlar. Bu noktada cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk aşamasında ortaya çıkan tablonun bu otoriter tahammülsüzlük rejimi hakkında net, somut bir gösterge sunduğunu görüyoruz. Bununla birlikte bu tablonun ortaya koyduğu ve hükümetin de artık net olarak anlaması gereken daha açık bir gösterge var: Toplumsal (ya da kurumsal) uzlaşma iddiasının geçersizliği, anlamsızlığı!

Son yaşananlar, başta başörtüsü sorunu olmak üzere bir dizi insan hakkı ihlaline, zulüm uygulamasına ilişkin atılması gereken adımları bu ne olduğu belirsiz şarta bağlama mantığının saçmalığını, beyhudeliğini açıkça ortaya çıkarmış olmalı. Bu durumda halktan aldığı yetkiyi fincancı katırlarını ürkütmeme kaygısıyla bugüne kadar kullanmaktan kaçınan, sürekli çalıyı dolaşmayı seçen siyaset anlayışına artık paydos denilmelidir. 

Hükümet toplumsal mutabakat, kurumsal mutabakat ve benzeri söylemlerle sorumluluktan kaçınan bir tavrı bugüne dek sürdürdü. Aynı şekilde germeyelim, uzlaşalım mantığıyla sürekli biçimde edilgen, silik, kararsız bir tutum sergiledi. Ve gelinen noktada mutlak bir düşmanlıkla, kapsamlı bir dayatmacılıkla karşılaşmış halde. Bütünüyle yasal mevzuat içinde gerçekleşen bir süreci dahi muhataplarına kabul ettirmekte zorlanıyor. Sürecin önünü kesmek için en olmadık girişimlere başvurmaktan, darbe dahil her türlü hukuksuzluğu, ahlaksızlığı göze alabilen bir muhatap kümesi ile karşı karşıya.

Hükümet CHP'yi ikna hesapları ile yola çıkmıştı. Gelinen noktada ANAP ve DYP gibi klasik düzen partilerinin de ilkesizlik ve dayatmacılıkta CHP'den farklı bir çizgi sahibi olmadıkları görüldü. Oligarşinin dayatmaları ve yönlendirmeleriyle bir anda hizaya giren bu tür kişiliksiz politikacılarla halk yararına, özgürlükler yararına bir adım bile atabilmenin zemininin olmadığı belirginleşti. Sezer gibi bir ismin Çankaya'ya çıkmasına katkıda bulunan, ve hatta onu orada daha uzun bir süre tutmaya yönelik formüllere alet olan Mumcular, Ağarlar Abdullah Gül ismine neden itiraz ettiklerini halka açıklayabilirler mi, hiç sanmıyoruz. Bu tablo olsa olsa militarizmin siyaset üzerine düşen uzun gölgesinin bir göstergesidir. 

Abdullah Gül Çankaya'ya çıkabilecek mi? Çıkarsa kendi belirlediği çerçevede politik tasarruflara girişebilecek mi? Bu sorulara bugünden net cevaplar vermek imkansız. Zaten bizler için belirleyici olan da Çankaya'nın bundan sonraki icraatlarını da bugüne kadar olduğu şekliyle muhalif kimliğimizle değerlendirmek ve gerektiğinde tavır almaktır. Cumhurbaşkanlığı koltuğuna Sezer örneğinde görüldüğü üzere, fanatik bir resmi ideoloji savunucusu ve dogmatik bir laiklik dayatmasından yana bir kişiden sonra, kim çıkarsa çıksın avantajlı başlayacak, mutlaka olumlu sayılacak adımlar atacaktır. Bununla birlikte bizler açısından belirleyici olan şey düzenin tepe noktalarında oturan şahısların mazileri, kişilikleri ya da iyi niyetleri değil, asgari düzeyde tutarlı bir siyasi çerçeveye sahip olup olmadıkları ve bürokratik oligarşiye karşı halkın çıkarlarını ve taleplerini ne ölçüde kararlı bir tarzda savunacaklarıdır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR