1. YAZARLAR

  2. Bülent Şahin Erdeğer

  3. Beyrut’tan Geldik Geçtik…

Bülent Şahin Erdeğer

Yazarın Tüm Yazıları >

Beyrut’tan Geldik Geçtik…

Ağustos 2010A+A-

Geçtiğimiz hafta gelen bir davet üzerine 18 Temmuz 2010 Pazar günü Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta düzenlenen “Uluslararası ve Bölgesel Sorunlara Hizb-ut Tahrir’in Bakışı” başlıklı konferansa Özgür-Der’i temsilen katıldık.

Amacımız hem gerek Türkiye gündeminde gerekse de İslam dünyasının genelinde hakkında çeşitli iddialar öne sürülen Hizb-ut Tahrir teşkilatını bizzat kendi ağzından dinlemek, birebir olumlu olumsuz kanaatlerimizi kendileriyle paylaşma imkânı bulmaktı. Bunun yanı sıra Beyrut ve Lübnan gerçekliğini daha yakından müşahede etme imkânı da bulmuş olduk.

Aralarında Ahmet Varol ve Mustafa Özcan’ın da bulunduğu kalabalık bir kafile ile Beyrut havalimanına iner inmez Hizb-ut Tahrir yetkilileri bizi bir otobüse bindirip Kuzey Lübnan’a naklettiler. Siru'd-Dimniye isimli bir yayladaki otelimize iki buçuk saatlik yorucu bir yolculuktan sonra ulaşabildik. Daha sonra öğrendiğimize göre Beyrut’tan 200 km. kadar uzaklıktaki bu bölgenin tercih edilmesinin sebebi, Hizb-ut Tahrir’e yönelik siyasi baskılardı. Ayrıca daha sonraki gözlemlerimizde Hizb-ut Tahrir’in Sünnilerin yoğunlukta yaşadığı Trablus (Tripoli) bölgesinde faaliyet gösterdiğini anladık. Hizb-ut Tahrir mensupları kendi evlerinde hiziplerinin bayrağını asabiliyorlar.

Zoraki Demokrasi Ülkesindeyiz!

Lübnan ana hatlarıyla güney, orta ve kuzeye ayrılmış durumda. Güneyde Şii Müslümanlar (Hizbullah ve Emel) Orta bölgede Hristiyanlar (Maruniler, Ermeniler vd.) Kuzey Bölgede ise Sünni Müslümanlar (el-Mustakbel ve küçük İslamcı gruplar) çoğunlukta bulunuyor. Kuzey Doğu Dağları/Bekaa Vadisinde ise çoğunlukla Dürziler ve Nusayriler yaşıyor.

Lübnan, yaşadığı uzun iç savaşın getirdiği tecrübe sonunda zoraki de olsa bir arada yaşama ve karşılıklı saygı temeline dayalı bir yaşam biçimini kabullenmiş. Lübnan’ın bu zoraki demokrasisi Suriye, S. Arabistan vb. diğer Arap ülkelerindeki diktatörlüklere nazaran paradoksal bir özgürlük adacığı haline getirmiş Lübnan’ı…

İşte bu tedirgin ve her dem diken üstünde duran özgürlük adacığının demokrasisi aynı zamanda Hizb-ut Tahrir’e de serbestçe örgütlenme ve tebliğ imkânı tanımış. Demokrasiyi tüm kötülüklerin anası olarak gören bir yapının demokratik imkânlar vesilesiyle Lübnan’da nefes alıyor oluşu da başka bir paradoks olarak kalıyor zihinlerimizde…

Trablus’taki ilk ziyaretimiz Filistin mülteci kamplarına oldu. Nehru’l Barid ve Beddaviye kamplarına yaptığımız ziyaretlerde gördük ki Filistin halkının cellâdı Siyonistlerse, gardiyanı da Arap rejimleri…

Fethu’l İslam isimli oluşumun halen aydınlatılamayan garip eyleminden sonra Lübnan ordusunun Nehru’l Barid kampına yönelik başlattığı “terör operasyonu” adeta bir insanlık dramına dönüşmüş, Fethu’l İslam bahanesiyle birçok mülteci hayatını kaybederken binlerce mülteci de evsiz kalmıştı. Başka bir mülteci kampına sığınarak çifte mülteci duruma düşen Filistinli ailelerin eski kamplarına geri döndükleri haberi bir nebze de olsa bizi sevindirdi. Ama sefalet konusunda mültecilere reva görülenlerle Beyrut sokaklarındaki lüks ve şatafat hesap günü bilincimizi bir kez daha uyarmış oldu.

Hizb-ut Tahrir İle Bir Gün…

İkinci gün davet edildiğimiz konferansa katılmak üzere Beyrut’a hareket ettik. Zoraki demokrasi ülkesinde demokrasiyi küfür kabul eden bir cemaatin etkinliğine katılmanın verdiği ilginç duygular içindeydik. “Uluslararası ve Bölgesel Sorunlara Hizb-ut Tahrir’in Bakışı” başlıklı programda dünyanın çeşitli ülkelerinden gerek Hizb-ut Tahrir temsilcileri gerekse de bizim gibi dışarıdan davetli birçok gazeteci yazar ve ilim adamı bulunuyordu. Öncelikle pek çok İslami grubun küresel ve bölgesel sorunlara duyarsız olduğu bir dönemde bir hareketin dünya çapında bir etkinlik düzenlemesinin takdire şayan olduğu belirtilmelidir. Ancak bu kadar iddialı bir organizasyonun içeriğinde açıkça görülen yüzeysellik açıkçası benim olduğu kadar beraberimizdeki diğer konuk arkadaşların da gözünden kaçmadı. Hizb-ut Tahrir, çözüm önerisi olarak uluslararası ilişkiler gerçekliğini ıskalıyor. Evet, bir söylem uluslararası gerçekliğini gayrimeşru da bulabilir. O zaman bu gerçekliği nasıl çözeceğine yönelik somut mücadele yöntemlerini de göstermesi gerekiyor. Maalesef ne ilki ne de sonuncu seçenekle ilgili bir alternatif sunmaktan çok “hilafet devletinin kurulması gerekliliği” vurgulanıyor. Ama bu amaca nasıl ulaşılacağı, bu amaca ulaşılana kadar yakın vadede neler yapılması gerektiğine dair ortada bir şey yok. Örneğin Kıbrıs sorununu ele alan Hizip sözcüsü çözüm olarak TC’nin Kıbrıs’ın tümünü ilhak etmesi gerektiğini savunurken, Doğu Türkistan ve Çeçenistan sorunlarına çözüm olarak tüm İslam ülkelerinin birleşip Rusya ve Çin’e savaş açmaları gerektiği ifade edildi. Konuşmacıların, “İslam devleti” olmadıkları için ajanlık, işbirlikçilik ve tağutluk ile tanımladığı devletlerden cihad ilanı beklemesi bizleri şaşırttı. Bir diğer soru işareti ise İran mevzuunda yaşandı. Hizb-ut Tahrir yetkililerinden bazılarıyla yaptığımız söyleşilerde İran’ın anayasal olarak gayri İslâmi bir devlet olduğu hatta “Laik” olduğu ifade edilirken Muâviye b. Ebi Sufyân’dan 1924’e kadar tüm halifelerin meşru, İslâmi yönetimler olduğu ifade ediliyordu.

Hizbin açmazlarından birisi de kurulduğu 1954 yılından bu yana Soğuk Savaş dönemi Stalinist parti tarzını “parti aygıtı” içinde sürdürüyor olması. Stalinist parti tarzı, partinin merkezde olduğu, her şeyin bir gün düzeleceğine dair olan inancın partiden üyelere doğru yukarıdan aşağıya bir sistemde dikte edildiği bir tarzı ifade ediyor. İdeallerin sadece bağlı olunan “parti” sayesinde gerçekleştirileceğine dair olan inanç, kendini dünyanın merkezine oturtan ve çevredeki tüm gelişmeleri bu merkezden okuyan bir mantığı beraberinde getiriyor. Dolayısıyla parti dışında kalanlar sürekli ajanlıkla, hedeften ayrılmakla itham ediliyorlar. “Partinin görüşü İslam’ın görüşüdür.” Söylemi tehlikeli bir içe kapanmayı ve özeleştiri yoksunluğunu beraberinde getiriyor. Her şeyi İngiliz ya da Amerikan komplosuyla açıklama eğilimi de hilafete yapılan yoğun vurgudan kaynaklanıyor.

Tüm bu açmazlara rağmen Hizb-ut Tahrir’de çoğu grupta görülmeyen metodik tutarlılık çabası göze çarpıyor. Akaidde haber-i vahid’in delil olmaması gerekliliğinden tutun da ümmetin kendi kaderini tayin hakkında birlik olması gerekliliğine yapılan vurgu, içtihad kapısının kapatılmaması gerektiğine dair yapılan içtihat çabaları Hizb-ut Tahrir’i pek çok İslami gruptan daha nitelikli hale getiriyor.

Beyrut Diken Üzerinde

Hizbullah’ın 2006 Temmuzunda gösterdiği kahramanca direniş sayesinde karadan Lübnan’a giremeyen Siyonistler güzel Beyrut’u havadan bombalamışlardı. O günlerde kalbimiz Beyrut için çarparken bugün toparlanmış bir Beyrut karşılamıştı bizleri. Feyruz’un “Li Beyrut” adlı şarkısı evlerden sokaklara taşarken Avrupai ama hep Doğulu bu güzel gelini ziyaret etmek mutluluk vericiydi.

Üçüncü gün, Ahmet Varol, Mustafa Özcan ve bir grup arkadaşla birlikte Beyrut’ta serbest dolaşma imkânı bulduk. Beyrut yukarıda bahsettiğim gibi Lübnan’ın hassas dengeleri üzerinde rahat yüzü görüyor günümüzde. Geçmişte yaşadığı acı iç savaş tecrübesi sürekli bir tedirginliği beraberinde getirmiş. Lübnan Ordusu tüm ana caddelerde kontrol noktaları belirlemiş. Şehrin emniyeti de polisten çok ordu tarafından sağlanıyor. Sabra ve Şatilla kamplarının katilleri olarak kayıtlara geçen ve liderliğini Semir Ca'ca’nın yaptığı Falanjist milisler, zoraki uzlaşının bir parçası olarak yeniden Lübnan’da örgütlenmeye başlamışlar. Şehrin belirli yerlerinde “Ketaib’ul Lubnaniyye” (Lübnan Tugayları) adı altında merkezler açmışlar. Herkes Falanjistlerin gizlice silahlanmasından endişe ediyor. Şehrin güneyi olan Dâhiye bölgesi Hizbullah’ın kontrolünde. Kuzeyi ise Hristiyan elit sınıfın kontrolünde.

Beyrut’un dört bir yanı geçtiğimiz günlerde Hakk’a yürüyen Muhammed Hüseyin Fadlullah’ın resimleriyle dolu. Afişlere biraz daha yakından baktığınızda Fadlullah’ın nasıl bir etki ve saygınlık bıraktığını anlıyorsunuz. Afişler Filistinli sosyalist bir direniş hareketine ait çünkü…

Daha sonra “Arap Milli Forumu” lideri Maan Başûr’u ziyaret ediyoruz. Başûr yıllarca Baas hareketi içinde yer almış ancak daha sonra Baas’ın hem Esed hem Saddam ve Arafat kanatlarının diktatör yöntemlerine karşı çıkarak Baas’tan ayrılmış bir hareketin liderliğini yapıyor. Başûr ve arkadaşları milli tezlerini artık Filistin mücadelesine hasretmiş durumdalar. Bu sebeple de İslâmî hareketlerle beraber hareket ediyorlar.

Akşam olduğunda iki ayrı toplantıya katılıyoruz. İlki daha önce Filistin’de Siyonistlere karşı savaşmış olan gazilerin buluşma oturumu. Programı açan hatip Türkiye’den gelen bizleri anons ediyor. Lübnan’da, 9 şehit verdiğimiz özgürlük gemisi direnişimiz yediden yetmişe herkesin ilgi odağında. Arapça “Ustûr’ul Hurriye” dediğinizde Türkiyeli Filistin dostlarına yönelik sevgi hemen açığa çıkıyor. Pek çok evin balkonu bu direniş dayanışmasını ortaya koyan sembollerle süslü. İşte bu halet-i ruhiye içinde Türkiye’den dostlarımız aramızda diye anons edilince katılımcıların alkışlarıyla karşılanıyorsunuz. Aynı havayı Filistinli Ortodoksların Beyrut’ta düzenledikleri bir toplantıda da soluduk. Sunucu önce Türkiye’den geldiğimizi ifade ettikten sonra Özgürlük Filosu/Ustûr’ul Hurriye direnişimizi öven uzun bir giriş yaptı. Ardından kürsüye davet edilen Ahmet Varol ağabeyin konuşması da çoğu zaman alkışlarla kesildi. Bu yoğun sevgi ve dayanışma mesajları Müslümanı, Hristiyanı, sosyalisti ile bölge insanının anti-Siyonizm ve işgal karşıtlığı ortak paydasında buluştuğunu gösteriyor. Ayrıca toplantı esnasında görüşme imkânı bulduğumuz kimi Hristiyanların tutumu da belirli bir proje çerçevesinde ve emperyalistlere hizmet eden yapay diyalog çabalarının tam aksine ortak dertlerden ve doğal bir arada yaşama tecrübesinden kaynaklanan karşılıklı saygıya dayanan bir dinler arası diyalogun mümkün olduğunu da bizlere gösterdi.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR