1. YAZARLAR

  2. Hamza Türkmen

  3. “Almanya Gurbeti” ve Kimlikte Bilinçlenme Süreci

“Almanya Gurbeti” ve Kimlikte Bilinçlenme Süreci

Kasım 2008A+A-

 

Yaşadığımız coğrafyadan Almanya’ya ilk Müslüman işçi kafilesinin gidişi Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine rastlar. Kayıtlara göre 1907 yılında Almanya’ya giden işçi ve öğrenci sayısı 12 bin civarındadır. Gidenlerden bir kısmı geri dönmüş, bir kısmının da mezarları orada kalmış ve muhtemelen çocukları da Almanlaşarak veya Avrupalılaşarak asimile olmuşlardır. İki dünya savaşında ve arasında; ayrıca 1961 yılına kadar Türkiye’den Almanya’ya bir göç hareketi olmamıştır.

Türkiye’den Federal Almanya’ya göç, 1961 yılında bu ülkeyle imzalanan İş Gücü Alımı Anlaşması’yla başlamıştır. Türkiye’nin 1960’lı ve 1970’li yıllardaki sanayileşme hamlesinde dövize ihtiyaç vardı. Ancak ihracat ve turizm gelirleri düşüktü. Bunun yerine sağlık taramasından geçirilen Anadolu’nun gürbüz insanları Sirkeci Tren Garı’ndan vagonlarla Almanya’ya ihraç edildi. Almanya’ya ihraç edilen işçilerin göndereceği işçi dövizleriyle potansiyel kaynak oluşturulacaktı. Bunun yanı sıra özellikle tarımda sanayileşmeye geçmenin getirdiği işsizlik sorunu, yurt dışına iş gücü göndermekle bir bakıma azaltılacaktı. Üzerlerinde egemen olduğu insanlarını doyuramayan veya ihraç ürünü olarak kullanan bir sistem söz konusuydu.

Yeniden güçlenen Almanya ise riskli veya düşük işlerde çalıştıracağı ikinci sınıf işçilere ihtiyaç duyuyordu. 1961 yılı istatistikleri Almanya’daki Türkiyeli işçi sayısını 6800, 1975’te ise 1 milyon olarak gösteriyordu. Şu anda Almanya’daki Türkiyeli göçmen nüfusu 2 milyon 700 bin sınırını aşmış bulunuyor. Bu kişiler arasında Almanya’da iş hayatına atılan müteşebbis kişiler 70 bine yakın iş yeri açmış durumdalar. Bu nüfus içinde 20 yıldan fazla Almanya’da yaşayan Türkiyeliler 736 bin kişidir, ki gurbetçilerin içindeki oranları % 35’tir; 10-20 yıllık ikamet süresine sahip olanlar ise 567 bin civarındadır.

İlk göçmen işçiler sahipsiz ve iptidai şartlar altında yaşadılar. Amaçları bir dönem çalışıp tasarrufta bulunmak, birikimleriyle Türkiye’ye dönmek, ailelerini mutlu edecekleri bir iş kurmaktı. İlk dönemlerde bekâr evlerinde veya 35-40 metre karelik aile evlerinde kaldılar. Amaçlarına ulaşabilmek için kenar mahallelerde kötü imkânlar içinde yaşamaya razı oldular. Uzun dönem gettolaşma kültüründen kurtulamadılar. Ana-baba, eş-çocuk ve memleket özlemi dillerinde acı ezgilere dönüştü. Yalnızlıkları içinde sığınacak koylar aradılar. Sıla geceleri yaptılar olmadı. Bunalım takılanlar, birahanelerle tanışanlar, tüylü fötr şapka takanlar oldu; ama olmadı. Yakınlarından gelen mektuplarla heyecanlandılar; ama selam kelam faslı zaman geçtikçe tükenmeye başladı. Gurbet ilinde dillerinde “Almanya acı vatan” türküsü, geride bıraktıklarının dudaklarında ise “Bir yiğit gurbete gitse, gör başına neler gelir” nağmeleri…

İlk yıllarda asimile olmaları mümkün değildi. Büyük çoğunluğu henüz ekmeği yer sofrasında yiyorlar, Kur’an’ı öpüp kılıfıyla duvara asıyorlardı. Ve eğer Batılı yaşam tarzının düşkün mekânlarına savrulmadılarsa, gurbetçilerin diğer bir deyişle Almancıların gurbet elde en önemli sığınakları, imece usulü oluşturdukları mescitler oldu. Köylerinde dini yaşam ve dayanışmanın örgütlendiği cami modelini, yaşadıkları şehirlerde bilebildikleri kadarıyla giriş katlarında kurdukları mescitlerle yeniden oluşturmaya başladılar. Gurbetçiler, mescitlerine imam bulmak için köylerinde tanıdıkları "hoca modeli"ni Türkiye’den Almanya’ya taşıdılar. Bu nedenle Almanya’ya gelen ilk hacı kafilesi içinde o dönemlerde köylerde faaliyet gösteren, kendini Süleyman Hilmi Tunahan’a nispet edenler ön plana çıktılar ve gurbetçilere hitap eden "İslam Kültür Merkezleri Birliği"ni (VİKZ) Köln’de 1973 yılında kurdular.

Peşinden 1970’li yılların birinci yarısında Necmettin Erbakan, “Milli Görüş” çizgisine meyleden kişilerin hem dini hem politik yapılanmaları için teşviklerde bulundu. Önce Ezher’de okuyan Milli Görüş sempatizanlarından ve sonra da Türkiye’den imamlar getirildi ve ithal hocaların cemaatsel kimlikleri rekabet havası oluşturmaya başladı. Milli Görüşçüler ilkin Türkiyeli olmayan diğer göçmen Müslümanların da içinde olduğu Türk Birliği Teşkilatı’nı kurdular. Bu süreçte Erbakan, Adana Emekli Müftüsü Cemalettin Kaplan’ı Almanya’ya gönderdi.

1979’dakiİran’ın İslamlaşma süreci ve peşinden SSCB ordusuna karşı Afganistan ve ABD ordusuna karşı da Lübnan direnişleri, camii ve mescitle irtibatı olan İslami duyarlılığı yüksek gurbetçiler arasında daha ciddi arayışlara neden oldu. Türkiyeli gurbetçilerin irtibat ve öğrenim dili Türkçe idi. Bu nedenle Türkiye’deki tevhidi uyanış sürecinin etkileri de Almanya’da muhatap bulmaya başladı. Ancak bu gelişimi temsil edecek, fıkhedecek ve Almanya şartlarında açılım kaydedecek bir yeterlilik henüz yoktu.

Türkiye’de 1970’lerde gündeme gelen tevhidi uyanışın ve İslam dünyasındaki ABD ve SSCB karşıtı İslami direnişlerin kazanımları, Türkiye’de Milli Görüş hareketinin istikametinde örgütlenen İslami duyarlılığı yüksek Akıncı gençliği etkilemişti. Ayrıca bu uyanış ve kazanım çizgisi 1980’lerden sonra da genellikle Avrupa Milli Görüş Hareketi etrafında kümelenen İslami duyarlılığı ve aktivitesi yüksek Müslümanları da etkiledi. Cemalettin Kaplan, Milli Görüş hareketinden koptu. Milliyetçi ve demokratik kimliklerden ayrışmak isteyenlerden önemli bir kısmı Kaplan etrafında toplandı. Kaplan, İran İslam İnkılâbı’nın tesirinde Sünni Müslümanlar arasında bir "ulema hareketi" başlatmak istiyordu. Almanya’daki yüzlerce mescit ve camii de Kaplan’la beraber davrandı.

Süleymancı olarak tanımlanan cemaat de, Kaplan’la hareket eden göçmenler de sanayileşmenin ürettiği modern şehirlerde, daha ziyade kırsal kesimin dini ilişki ve alışkanlık biçimleriyle var olmaya çalışıyorlardı. Milli Görüş geleneği ise sahip oldukları kimlikleriyle modern şehir hayatı içinde sürdürülebilir bir dini hayatı cevaplamaya çalışıyordu ve Türk Birliği Teşkilatı ile irtibatlı diğer kuruluşlar, camii dernekleri 1985 tarihinde Türkiye’de MTTB’de teşkilatçılık deneyimi kazanan Osman Yumakoğulları başkanlığında Avrupa Milli Görüş Teşkilatı (AMGT) olarak tek çatı altında toplandılar.

Bu sırada İran’daki seyir ilk istikametinden Şiiliğe doğru evrilmeye başlayınca, Kaplan bu gidişatı eleştirdi ve bu çizgiden koparak bağımsızlığını ilan etti. Kendini "Sünni" ümmetin halifesi olarak ilan etti. Ve sürgünde bir Anadolu Federe İslam Cumhuriyeti kurdu. Yeni yapılan ve kabul edilen İran İslam Cumhuriyeti Anayasası’nın ilk maddesi Şiiliğin değiştirilemeyeceği ile ilgiliydi. O da Ehl-i Sünnet Akaidi ve Hanefi Mezhebi’ne göre bir Anadolu Federe İslam Cumhuriyeti Anayasası oluşturdu ve bu mezhebi pozisyon, Anayasa’nın 1. maddesine göre değiştirilemezdi! Bu devletin Köln’deki sembolik merkezi de, derme çatma ufak bahçeli 2-3 binanın birleştirilmesi ve etrafı tenekelerle çevrili bir külliye idi. "Cemalattin Hoca" Köln’de, "sürgündeki" Hilafet Devleti adına hutbeler ve vaazlar vermeye, süreli-süresiz yayınlar yapmaya ve kapalı spor salonlarında 10-15 bin kişilik gösteriler gerçekleştirmeye başladı. Bu harekette öncü olabilmek için "12 İlim"in bilinmesi şart koşuluyordu. 12 İlim denilen konular, klasik medrese dersleriydi ve bu derslerde daru’l harp fıkhı, yani Seyyid Kutub’un "sahife fıkhı" dediği perspektif ön plana çıkıyordu. Cemaatin en önemli eleştiri konusu ise Kemalizm idi.

Kaplan ve cemaati ciddi bir güç odağı değildi; ama özellikle 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin cunta konseyi bu çevrenin Kemalizm eleştirisinden oldukça rahatsız oluyordu ve hareketin zaaflarını abartıp karikatürize ederek, Almanya göçmenlerinin İslami değerlere yönelmesinin önünü kesmeye çalışıyordu. Ancak bu harekette iç tartışmalar ve kopmalar, genellikle karşı psikolojik saldırılar sonucunda değil, taklitçi yaklaşımların sığlığından veya daha özgün ve tutarlı bir gelecek tasavvuru arayışından kaynaklanıyordu.

12 Eylül Cuntası, Almanya’daki göçmenler ve dini cemaatler üzerinde de inisiyatif sahibi olmak istiyordu. Süleyman Hilmi Tunahan takipçilerinin dar fıkıh kuralları ile Almanya’nın kuzeyinde bazı aylarda vaktin girmemesi nedeniyle yatsı namazının ezan saatini takvimlerine koymamalarını eleştiren bir yaklaşım ile hem bu camianın hem Milli Görüşçülerin inisiyatifini kırmak ve göçmenlerin dini taleplerini kontrol altına alabilmek için önce Nurcular üzerinden başarısız bir açılım girişiminde bulunuldu. Daha sonra Diyanet İşleri Başkanlığı vasıtasıyla 1982’de Diyanet İşleri Türk İslam Birliği’nin (DİTİB) Almanya’nın kuzeyinde Berlin’de kurulması sağlandı. DİTİB’in genel merkezi ise 1984 yılında Köln’de oluşturuldu. Ayrıca gündemleşen İslami gelişimlerden etkilenerek Türkçü MHP geleneğinden ayrılan, dini değerlere saygı ve bağlılığı önemseyen Musa Serdar Çelebi başkanlığında 1987 yılında Almanya’nın Mainz şehrinde Avrupa Türk İslam Kültür Dernekleri Birliği (ATİB) kuruldu.

1990 yılında göçmen Müslümanlardan tevhidi bilince yönelmiş 5-6 kişilik bağımsız arkadaş gruplarının yanında, aynı arayış çerçevesinde Kaplan cemaatinden, Milli Görüş hareketinden ve ATİB çevresinden kopan; ayrıca Almanya’da üniversite tahsili yapmak için gelip benzer kaygıları taşıyan 100’lerle ifade edilebilecek ama henüz fikri ve metodik planda aynılıklar oluşturamamış kümeler oluşmuştu. Almanya’da Türkiyeli göçmenler arasında dikkat çeken ufak bir ekol de, legal olarak Belçika’da merkezleri bulunan, çok gezen, diyaloglar kurmaya çalışan ve kazandığı elemanların uygun olanlarını da Suudi Arabistan’a eğitim için gönderen Selefi hadis ekolü idi. Bu çizgi İslami duyarlılık dairesi içinde yer alan Müslümanların Kur’an çalışmaları ve ölçüsüyle bilinçlenmeleri oranında gücünü kaybetmeye başladı.

Avrupa Milli Görüş Teşkilatı, yeni açılımlar ve daha geniş bir çatı oluşturmak amacıyla 1990 ve 1991 yıllarında Köln şehrinde Türkiye’den çağırdığı farklı İslami yaklaşımlara sahip yayınevleri ve konuşmacılarla kitap fuarı ve kültür etkinlikleri düzenledi. Bu fuar ve etkinliklere Almanya’da kendisine bağlı camiler bulunan DİTİB dışında Almanya’daki ve çevre ülkelerdeki bütün Müslüman gruplar ve çevreler ilgi gösterdi. -Ki Diyanet Teşkilatı, Almanya’daki göçmenler arasında TC kontrolü dışındaki İslami toparlanışlara ve etkinliklere hep muhalefet etmeye çalıştı. 1980’den itibaren Almanya’ya milli dindarlığı önemseyen imam ve vaazlar gönderildi. 1990’dan itibaren de Yaşar Nuri Öztürk gibi milli dindarlığı Kur’an lafızlarıyla süsleyen "Samiri"leri kullandı ve göçmen cemaati kendine çekecek donanımlı büyük camiler yaptırdı.-

Milli Görüş’ün düzenlediği bu ilk kitap fuarları kültürel panayır yerleri gibiydi. Birçok insan burada buluşuyor, tanışıyor, tartışıyor ve irtibatlar kuruyordu. Bu fuarlar, Almanya’daki tevhidi bilinçlenme sürecine adım atan Müslümanların da değerlendirdiği bir imkân oldu. Türkiye’deki tevhidi uyanış sürecinin bağlısı olan cemaatler yayınevleri vasıtasıyla bu fuarlarda birçok insanla buluştu. Haksöz dergisinin Almanya’daki açılımları ve diyalogları da bu fuarlar sayesinde oluştu. Kuzey Ren Westfalya Bölgesi’nin şehirlerine (Almanya’nın sanayi merkezi ve Türkiyeli göçmenlerin en fazla bulunduğu bölge); ayrıca Berlin’den Mainz’a, Stuttgart’a kadar tevhidi uyanış sürecinin bağlısı birçok Müslümana gidilerek tanışıldı.

Milli Görüş hareketi Türkiye’de kitle partisi olmak için farklı açılımlar gerçekleştirirken, Almanya’da da bu tür açılımlarla gayesine ulaştı ve göçmenler arasında en örgütlü İslami cemaat konumuna geldi ve Almanya-Avrupa yasal mevzuatlarıyla da uyuşabilmek için kendini 1995 tarihinde İslam Toplumu Milli Görüş (IGMG) adıyla yeniden örgütledi. IGMG cami ve mescit, hac organizasyonu, kadın, gençlik, üniversite, yardımlaşma, yayın-dağıtım gibi muhtelif alanlarda kollar oluşturdu. Bu süreçle beraber fuar ve kültür etkinlikleri gittikçe önemini yitirdi veya tamamen ticari işletmelere dönüştü. Peşinden 28 Şubat 1997 darbesinin Türkiye’de oluşturduğu moral bozukluğu kademe kademe Alman Müslümanlarına da yansıdı.

Türkiyeli göçmenler, geleceklerini kazanmak ve geri dönmek için Almanya’ya gelmişlerdi. Ama iki Almanya’nın birleşmesiyle enflasyon yükseldi ve ekonomik şartlar zorlaşmaya başladı. Göçmenlerin çoğunluğu karnını ancak doyuruyordu. Bir de çocukları okul yaşına gelmiş ve Almanca eğitim görmeye başlamışlardı. Yani Almanya’da yaşama alışkanlıkları artmıştı. Ayrıca Almanya’da iş kuran yeni göçmen müteşebbisler, artık geleceklerini de Almanya’da şekillendirmeye başlamışlardı. Bir de dönecekleri memleketleri eski memleket değildi. Geride bıraktıkları köylerini, kasabalarını, yakın akrabaları da bırakıp İstanbul, Ankara, Kocaeli gibi sanayi şehirlerine göç etmeye başlamışlardı; insansız köylere mi veya daha geri olan sanayi metropollerinin yalnızlığına mı döneceklerdi?

Almanya’daki göçmenlerimiz kimliksel aidiyetleri nedeniyle Avrupalı bakış açısıyla dolaylı olarak aşağılanmalarına karşılık, 28 Şubat süreciyle görmüşlerdi ki kendi doğdukları topraklarda da inançları dolayısıyla sivil ve asker Batılı hâkim elitler tarafından doğrudan aşağılanıyorlardı. Türkiye üniversitelerinden on birlerce başörtülü Müslüman öğrenci okullarından atılırken, kendi yaşadıkları ülke üniversitelerinde böyle bir uygulama yoktu. Türkiye’de imam hatip liseleri kapatılıyordu ama Almanya’da Katolik ve Protestan Kilisesi’ne bağımlı okullar laik okullar kadar işlevseldi.

Bütün bunların yanı sıra bir de Türkiye’deki geleneksel dini cemaatlerin ve özellikle de Necmettin Erbakan liderliğindeki Refah Partisi’nin oluruyla Türkiye’de yeşil sermaye denilen müteşebbislerin yatırımlarına gurbetçilerimiz tasarruflarını akıtmışlardı. Genellikle hem Türkiye’ye faydamız olsun hem de tasarrufumuzla kâr elde edelim dedikleri bu girişimleri de büyük hüzünler ve aldanışlarla sona erdi. Büyük ölçüde Türkiyeli yeni müteşebbis dindar iş adamlarının acemiliğinin kurbanı olmuşlardı ya da kandırılmışlardı. Bu Türkiye’ye besledikleri güven duygusunu daha da sarstı. Ve artık Türkiyeli göçmenlerimizin bazıları önce utangaç bir edayla daha sonra bir imkânı kaçırmamanın açık telaşı içinde Alman vatandaşlığına müracaat etmeye ve mezar yerlerini de Almanya’dan almaya başladılar. Bu gelişim, uyum süreci içinde göçmenlerimizi asimile etmeyi hedefleyen Alman ulus kültünü içten içe sevindiren bir durumdu.

Almanya’da kalan birinci kuşak artık genelde Almanya hatıraları ve üçüncü kuşağı temsil eden torunlarının sorunlarıyla uğraşmaktadır. İkinci kuşağın tercihleri tartışmalı; ama üçüncü kuşaktan olanların Almanya’da kalma eğilimi, istisnalar hariç, vazgeçilmez bir seyir izliyor. Şu anda Alman üniversitelerinde 40 bine yakın Türkiye kökenli öğrenci bulunuyor. Bunların bir kısmı Türkiye devletinin bursuyla okuyor. Bazıları Alevi veya ülkücü kökenli; diğerlerinin çoğunluğu ise Süleymancı, Işıkçı, Nurcu cemaatlerine bağlı. Ama Türkiye kökenli öğrencilerin büyük çoğunluğu Almanya doğumlu. Almanya doğumlu olan veya kendi imkânları ile gidip okuyan az miktarda da tevhidi söyleme yönelen öğrenciler söz konusuydu. Yani Alman üniversitelerindeki Türkiye kökenli öğrencilerin profili, 28 Şubat’ta fotoğrafı çekilen Türkiye üniversitelerinden farklı değildi.

28 Şubat – 11 Eylül Sonrası

28 Şubat kararlarının Erbakan Hükümeti’ne dayatılması, üniversitelerden başörtüsünün yasaklanması ve İHL’lerin orta kısımlarının kapatılması ve üniversite yolunun tıkanması ve İslam karşıtı psikolojik bir savaşın başlatılması önce Türkiyeli Müslümanları birinci dereceden etkiledi. İstanbul’dan başlamak üzere İslami duyarlılık ve tepkiler caddelere, meydanlara yansıdı. Türkiye’deki darbe sürecine karşı direniş Almanya’da da yankı buldu.

Bağımsız İslami kimlik sahibi veya cemaatlerin sığ telakkilerinden koparak tevhidi ve daha nezih kaygı ve arayışlar taşıyan bazı Müslümanlar 1989 yılında Düsseldorf’ta Daru’l Erkam adlı bir dernek kurmuşlardı. Bu dernek daha fazla okuma, öğrenme ve nitelik öncelikli çabalar içinde 1991 yılından itibaren İrşad Kitabevi adı altında faaliyetlerini yürütmeye başladı ve İrşad adıyla da bir dergi çıkarttı. 1990’ın ikinci yarısında tevhidi uyanış süreci ile irtibatlı ve yeni açılımlar peşindeki bazı Müslümanlar, Duisburg’da İnsan Onuru ve Hakları Derneği (HDR) adlı bir insan hakları örgütü kurdu. 28 Şubat Darbesi’ne karşı İstanbul’dan yükseltilen direniş adımına katkıda bulunmak için Haksöz Almanya temsilciliğinin önerdiği teklife sahip çıkan İRŞAD ve HDR’nin öncülüğünde, tevhidi uyanış çizgisindeki diğer küme ve kuruluşlarla birlikte Türkiye Müslümanlarıyla Dayanışma Platformu kuruldu ve ilk olarak o zamanın Almanya’sının başşehri olan Bonn’da TC Büyükelçiliği’nin önünde 28 Şubat kararlarını ve Türkiye’deki darbe sürecini eleştiren kitlesel bir etkinlik yapıldı. Nitelik ve donanımı önceleyen bin kişi civarında insanın katıldığı bu etkinlik, Alman kamuoyunda sorununu gündeme taşımak açısından İslam’la ilgili tüm göçmen kuruluşlar için bir örneklik oluşturdu. Platform daha sonraki ay ve yıllarda da değişik etkinlikler gerçekleştirdi. Daha sonraki aylarda IGMG de Türkiye’deki İHL’ler ve başörtüsü yasakları ile ilgili miting ve toplantılar düzenledi.

Ancak zaaflarını aşamayan tevhidi mücadele çizgisindeki iniş-çıkış ve savrulmalar; ayrıca RP’nin kapatılmasından sonra Milli Görüş çizgisinde yaşanan can sıkıntıları, Türkiye’den sonra Almanya’daki Türkiyeli Müslüman göçmenler arasında da görünürlük kazandı. Göçmenlerin hisselerini satın aldıkları yeni holding kuruluşlarındaki başarısızlık ya da yolsuzluklar da 28 Şubat Darbe sürecinin aktörleri tarafından psikolojik savaşın bir aracı olarak kullanılınca bu can sıkıntıları Almanya’da daha da yaygınlaştı. Almanya 28 Şubat 1997 tarihi öncesi ve sonrasında kimliklerinden dolayı yargılanıp cezalar alan Türkiyeli Müslümanların da siyasi iltica mekânları oldu.

Türkiye’deki İslami uyanış çabalarının 28 Şubat’la birlikte ağır sıkıntılar hatta dağılma yaşadığı bir süreçten Almanya’daki göçmen Müslümanlar da etkilenmeye başladı. Türkiye’deki yakınlarının can sıkıntıları onların da can sıkıntısı oluyordu. Ama özellikle New York’ta İkiz Kuleler’in 11 Eylül 2001’de sivil uçaklarla yıkılması olayı, küresel kapitalizmin İslami direnişi ve uyanışı bastırmak için kullandığı güçlü bir manivela aracına dönüştürüldüğünde, 11 Eylül Avrupalı Müslümanların 28 Şubat’ı oldu. 11 Eylül olayı, Almanya siyasi otoritesi açısından da entegrasyonu için uğraşılan Müslüman göçmenleri sindirme, “aşırı” denilen unsurları ayıklama ve asimilasyon için elverişli politika değişimine mesnet oldu. Mehmet Doğan’ın verdiği bilgiye göre, mevcut nüfus artış oranları gözetildiğinde 2050 yılında göçmen-Türkiyelilerin, nüfusun üçte ikisini oluşturacakları tahmin ediliyordu. (Batıda Doğulu Olmak, s. 51) Bu konu, Avrupa’da ırkçı hareketleri en fazla tahrik eden istatistiki bilgilerdi.

11 Eylül’e kadar özgürlükler ülkesi sanısıyla mescit, camii ve derneklerinde rahat faaliyet gösterebilen Müslümanlar, birden evlerine kadar uzanan mesnetsiz ve saçma bahanelerle yapılan polis baskınları ile karşılaştılar. Anayasayı Koruma Mahkemesi, aynen Türkiye’deki istihbarat birimleri ve STK kademelerinin yayınladıkları “irticai” raporlar gibi, İslami faaliyetleri tasnifledikleri yayınlar neşretmeye başladılar. Almanya’da İslami kimlikli faaliyetler hissettirilir tarzda izlenmeye ve psikolojik baskı altında tutulmaya başlandı. HDR ve IGMG İnsan Hakları Masası, o döneme kadar dünya Müslümanlarının gasp edilen haklarını savunurken, artık Almanya’da kendi haklarını savunma ve hukuklarını koruma yükümlülüğü ile yüz yüze geldiler. İşte böyle bir ortamda Türkiyeli Müslümanlarla Dayanışma Platformu, Türkiyeli siyasi mültecilerin istişari katkılarıyla da Müslümanlarla Dayanışma Platformu’na (MDP) dönüştü.

11 Eylül Sonrası Açılımlar

Müslümanlarla Dayanışma Platformu’nun tevhidi yönelimli göçmen Müslümanlara en önemli katkısı, aralarında irtibatlaşma, dayanışma, fikri ve sosyal paylaşım ruhunu yükseltici girişimler oldu. Platform, Almanya şartlarında önemli zorluklarla yaşanan Ramazan ve Kurban bayramlarını, büyük salonlarda ailelerle birlikte toplu bayram namazı kılma ve birlikte bayramlaşma etkinliği ile neşeli diyalog ortamlarına dönüştürdü. Platform yine tevhidi ilkeleriyle var kalmak ve açılım yapmak isteyen kendi bileşenleriyle bazı ortak etkinlikler düzenlemeye çalıştı. Bunlardan bir tanesi her Ramazan’ın son haftasında gerçekleştirilen Kudüs Günü programı, diğeri de Hicret geceleri. Ayrıca Platform üyesi kümeler ve kuruluşlar arasında fikri ve hukuki konuların giderilmesi için yürütülen çalışmalar kadar, bu küme ve kuruluş mensupları arasındaki ziyaretleşmeler ve birbirlerinin etkinliklerine katılım çabaları da vahdete yönelim örnekliği olarak değerlendirilebilecek tutumlardır. Platform, Almanya’da karşılaştığı yasal ve hukuki sorunlarla ilgilenebilmek için HDR’ye verdiği desteği fiili katılıma da dönüştürmeye çalıştı; ama henüz mevzuatı bilen ve bu çerçevede imkân oluşturabilecek bir seviyeye ulaşamadı. Tabii ki bu konulardaki yeterlilik ekonomik güç ve insanların mesai ayırmasıyla da ilişkili. Henüz bu tür açılımlar genellikle mesaileri vardiyalı çalışmayla sınırlanan; ama şartlarını aşmaya çalışan nitelikli işçi kardeşlerimizle yürütebiliniyor.

Artık hem mesai imkânı, hem gündeme alınan konuların çevrelerinde doğrudan konuşuluyor veya takip ediliyor olması nedeniyle, MDP’nin ilgilendiği faaliyetleri takip etmek açısından en imkânlı zümre üniversite öğrencileri olarak görülüyor. Ancak Almanya üniversitelerinde de Müslüman öğrencilerin konumu Türkiye’deki 28 Şubat sürecinden sonraki dağınıklık gibi 11 Eylül sürecinden sonra dağılmış. Türkiye’den okumaya gelen öğrencilerin çoğu devlet bursuna tabi ve İslam’la irtibatlı gibi görünenlerin de büyük çoğunluğu kapalı cemaat üyesi ve cemaatleri tarafından sıkı takip altındalar. En örgütlü ve imkânlı olan IGMG ise yıllarca üniversite öğrencileri ile irtibatlı olmaya çalıştı, yüzlerce öğrenciye düzenli olarak burs verdi. Ama onlara Batılı paradigmanın diri tutulduğu en önemli mekânlar olan üniversitelerde nasıl bir İslami kimlikle var olunabileceğinin ve açılım yapabilmenin yolunu gösteremedi ve bu konuda kendi siyasi söylemi dışındaki nitelikli Müslüman entelektüeller ve camialarla burs verdiği öğrencilerin temas kurmalarını da pek istemedi.

1990’lı yıllardan itibaren üniversitelerde Müslüman öğrenciler mescitler oluşturdular, beğendikleri makaleleri çoğaltarak fotokopilerini birbirlerine ve ilgi duyan arkadaşlarına dağıttılar. Zaman zaman göçmen işçilerin devam ettiği camilere, kuruluşlara ve etkinliklere katıldılar. Ama ne üniversite sonrası veya hayatı dışında ne yapacakları ile ilgili tutarlı bir İslami projeleri vardı, ne de onlara böyle bir proje sunan oldu. Sosyal bilimlerle irtibatı olan öğrencilerin ise, İslamiyat çalışmalarına görelilik ve tarihselcilik perspektifiyle yaklaşan Alman akademisyenlerin zorunlu okuma listeleri ile kafaları karıştırılmaya çalışıldı. Özgün arayışlar içinde olan üniversite öğrencileri ise bilgilenmek ve birikimleri nispetinde de diğer gençlerle ilgilenmek ve tanışmak için gittikleri camii ve mescitlerden, genellikle dini tahkik anlamında sorgulama zihniyetinden hoşlanmayan ve gelenekçi yanlışları aşmak için pek de uyarılmamış olan cemaat tarafından dışlandılar. Buluğ ve rüşt yaşının sorunlarını yaşayan cami cemaatinin çocukları da üniversiteli gençler de, kapitalist tüketim kültürünün hazcı ve ifsat edici her türlü versiyonunun kışkırtıcı bir şekilde alabildiğine sunulduğu metropollerde yaşıyorlardı. Yani gençler, şeytanın insana çok yönlü yaklaşabileceği bir vasat içindeydiler ve hayat sınavlarına da tanıklaşan bir rehberlikten mahrum olarak giriyorlardı.

Birinci kuşak göçmenler Almanya’yı tanımaya çalışırken, ikinci kuşak tutunmaya çalıştı. Yaşadıkları ve karşılaştıkları modern sorunlarla rehber örnekliklerden mahrum olarak karşılaşan gençler ise üçüncü kuşak Almancılardı. Ama üçüncü kuşak üniversiteliler Alman veya Avrupa toplumunu ve sistemini tanımak konusunda imkânlıydılar ve en azından iki veya üç yabancı dil biliyorlardı. Üstelik Avrupa Müslümanlarının tüm dağınıklığına ve 11 Eylül süreciyle beraber baskı altına alınmalarına; ayrıca tüketim kültürü ile sınırsız özgürlük anlayışına yöneltilmelerine rağmen, -dini aidiyetleri sınırlı hatta yok denilebilecek göçmen gençlerde bile- fıtrata yönelen refleksle davranan göçmen gençler arasında Batılı paradigmanın kimlikleri eritici asimilasyon hevesi, arzu edilen karşılığı bulamıyordu. Fıtri arayışlar veya tevhidi bilinçlenme çabaları içinde olan üçüncü kuşak üniversiteliler ile MDF gibi ikinci kuşak Müslüman işçi ve esnaf arasında ise irtibatlar yeni. Örneğin Kuzey Ren Westfalya bölgesindeki tevhidi yönelimli ve yeni yeni Kur’an çalışmaları yapmaya başlayan üniversitelilerin oluşturduğu Müslüman gençlerin Krefeld şehrinde bir kuruluşları var: Islamische Denkfabrik (IDF). IDF’deki gençler kendi sorunlarını ve kimlik arayışlarını ifade eden 4-5 dakikalık kısa metrajlı filmler de çekiyorlar ki, bunların bazıları Hilal TV’de yayınlandı. Ama kuruluş mekânları Almanya’nın aynı bölgesinde bulunan MDF camiası da IDF’li gençler de birbirleriyle yeni yeni tanışıyorlar.

Almanya’daki diğer bir güzellik ise İrşad Kitabevi mensuplarının ekonomik katılım ve taahhütleriyle Nuess şehrinde yeni inşa ettirdikleri iki katlı kültür merkezi. Kültür merkezi geniş iç mekânı ve bahçesi ile gerek kültürel etkinlikler için, gerek ailelerce yapılacak toplu faaliyetler için -bu Ramazan birçok iftarı İrşad Kitabevi mensupları ve yakınları bu mekânda aileleriyle birlikte yaptı- gerek çocukların ve gençlerin alternatif eğitimleri için, gerek şehrin merkezinde kamp gibi organizasyonları gerçekleştirebilmek için uygun bir mekân. Yıllık faaliyet programlarını ise bastıracakları yıllık takvimlerde sergileyecekler. [2008-2009 dönemine ait programları Haksöz’ün bu sayısında yer alıyor.] Bu dönemki haftalık programları, cahili bir ortamda İslami kimlikleriyle nasıl var olabilecekleriyle ilgili olarak Mekke döneminin siret ve sünnet bilgilerinin Kur’an çerçevesinde değerlendirilmesine ayrılmış. Bu program panel şeklinde gerçekleştirilecek. Yine panel formunda önem ifade eden aylık kitap değerlendirmeleri ve aylık dergi değerlendirmeleri yapacaklar. Bu haftalık ve aylık panellerde konuşmacıların birisi İrşad Kitabevi mensuplarından, diğeri ise MDP’yi oluşturan kuruluşların elemanlarından veya sahasında yeterliliği olan diğer Müslümanlardan seçilmiş. Ayrıca ilgi sahalarındaki birikimi aktarabilecek Türkiye’den veya diğer ülkelerden çağıracakları konuşmacılarla iki aylık konferanslar planlıyorlar.

Yine diğer yeni bir güzellik de MDP bileşenlerinden olan ve 11 Eylül süreci ile birlikte sıkıntılar yaşayan ve HDR ile de yoğun irtibatları olan bir grup Müslümanın, Duisburg şehrinde Daru’l Selam Derneği adı altında kültürel etkinliklere de imkân veren güzel bir mekâna kavuşmalarıdır. Daru’l Selam mensuplarının ilgi alanlarını hem yenilemeleri hem de genişletmeleri daha nitelikli bir hedefe yönelmeleri açısından önemli bir kazanım.

Essen’de gerek işçi ve öğrenci gerek İslami kimlikleri dolayısıyla Türkiye’deki yargılama hukuksuzluğundan kaçarak Almanya’ya gelmiş olan Müslümanların oluşturduğu Mizan adlı dernek çevresinde ise Kur’an temelli çalışmalar ve etkinlikler gerçekleştiriliyor. Essen şehrinde kurulan daha eski kuruluş ise İnsana Yardım Vakfı. Vakfın kurucu başkanı Yalçın İçyer (Cumali Hoca) ise Kur’an mektebi anlayışı içinde on yıllarca gerek Türkiyeli göçmen işçilere gerek çocuklarına yaptığı dersler ve kamplarla Kur’an-ı Kerim’i orjinali ve manası ile okutturmayı ve ilk tevhidi bilgileri öğretmeyi temel bir ibadi-uğraş edinmiş.

Almanya’da 1990’lı yıllardan bu yana İktibas dergisi ile irtibatlı ama dışa açık bir diyalog ve şahitlik açısından oldukça kapalı kalan bazı kümeler de söz konusu. MDF’nin Kuzey Ren Westfalya eyaleti içinde de diğer eyaletlerde de irtibatlı olduğu, fikri diyaloglarını geliştirmek ve dayanışmalarını artırmak istediği daha başka kuruluşlar, kümeler ve kişiler de mevcut. Bu kişiler için verilebilecek en önemli örneklerden birisi ise Almanya’da siyasi mülteci olarak bulunan, 1970’li yıllar Türkiye’sindeki tevhidi uyanış sürecinin büyük emekçilerinden, ilerleyen yaşına ve çektiği acılara rağmen İslam’ın tevhid ve adalet mesajını yazılarında ve diyaloglarında ısrarla taşımaya gayret eden, göçmenler arasında tevhidi uyanış sürecinin güçlenmesi ve diğer Müslüman öbeklerle de diyalogların devamı için çaba gösteren Selahaddin Eş Çakırgil’dir.

Tevhidi bilinçlenme çizgisini sürdüren bahsettiğimiz veya zikredemediğimiz tüm kişi, çevre ve kuruluşlar, asimile edilmek istenen Almanya gurbetçilerimizin kimliklerini, kirlilik ve tasallutlardan arındırıp, fıtratla ve vahiyle buluşturacakları, gerçek onur ve özgürlüğe ulaştıracakları en önemli potansiyel imkânı oluşturuyorlar. Ancak bu imkânı işlevsel hale getirebilmek için, gerçekten bu grup, kuruluş, çevre ve kişiler arasında zorunlu ihtiyaç ve sorunlara karşı hayatla irtibatlı, Kitab merkezli gerçekçi bir dil yakalanması ve vahdet için Kur’ani ölçülerin daha fazla idrak edilmesi gerekmektedir.

Entegrasyon-Asimilasyon Tartışmaları ve Müslümanların Temsiliyeti Meselesi

Almanya’da Müslüman olarak kabul edilen insanların sayısı 3.4 milyon. Bunların sadece 80 bini Alman. 2.7 milyonu Türkiyeli. 200 bini Mağripli (Fas, Cezayir, Tunus). Üçüncü büyük kümenin 100 binini İranlılar, 100 binini de eski Yugoslavyalılar oluşturmaktadır. Müslüman göçmenler çocuklarının eğitimi konusunda Katoliklerin, Protestanların ve Yahudilerin sahip olduğu dini haklardan yararlanmak istemektedirler. Alman Hükümeti, dini özgürlüklere saygı duyduklarını belirtmiş; ancak Müslümanların isteklerini dikkate alabilmeleri için onların dini cemaat olarak tanımlanabilecek gerekli şartları yerine getirmelerini istemiştir. Bu konuda DİTİB dışında, IGMG bazı küçük Sünni ve Alevi kuruluşlarla beraber Almanya İslam Konseyi’ni (IRD) oluşturmuş, VİKZ ile ATİB de ortak bir Almanya Müslüman Merkez Konseyi’ni (ZENTRAL RAT) oluşturmuş ve iki konsey de Alman Hükümeti nezdinde Müslüman göçmenleri temsil etme yarışına girince işler sarpa sarmış ve bir ilerleme kaydedilememişti. Almanya’da Müslüman göçmenler nüfusun %4’ünü temsil ediyordu ama çok daha az sayıdaki homojen dini Yahudi cemaatinin elde ettiği haklarla benzer bir imkân elde edemiyorlardı. Müslüman aileler kız çocuklarını erkek-kız karışık yüzme ve jimnastik derslerine sokmak istemiyorlardı; ayrıca din dersi almalarını istiyorlardı. Ancak İslami gruplar tek bir cemaat olamadıkları için Alman Hükümeti bu talepleri dikkate alamayacağı mazeretini öne sürüyordu. Bu sorunlar MDP için de en önemli konulardandı.

Müslüman kuruluşlar Alman Hükümeti karşısında entegrasyonla ilgili yaşanan problemleri çözebilmek için aralarındaki ihtilafları rafa kaldırıp, ortak sorunlar konusunda bir birliktelik oluşturabilmek için 2006 yılında diyaloga geçtiler. Özellikle 12 Eylül Cunta Yönetimi’nin hedefini ve ilişki sınırlarını biçimlendirdiği DİTİB, Türkiye’deki AKP Hükümeti döneminde diğer cemaatlere karşı tavrını yumuşatınca 2007 yılında dört büyük kuruluşun ittifakı ile Müslümanlar Koordinasyon Kurulu’nun (KRM)oluşması imkânlı oldu.

Köln kentinde 28 Mart 2007 tarihinde kurulan KRM, Almanya’nın en büyük Müslüman kuruluşları olan Almanya İslam Konseyi (IRD) -Milli Görüş ağırlıklı-, İslam Kültür Merkezleri Birliği (VİKZ) -Süleyman H. Tunahan’a bağlı olanlar-, Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) ve Almanya Müslümanlar Merkez Konseyi’nden (ZMD) -Alman, Türk, Arap, Arnavut vd. 19 organizasyondan- oluşmuştu.

KRM, Müslümanlar için Alman Hükümeti’nin istediği organizasyondu, 300 bin fiili üyeyi temsil ediyordu, sözcülüğünü de 6 aylık sürelerle dönüşümlü olarak bu 4 büyük kuruluş üstlenecekti. KRM, ilk basın açıklamasında sahip olduğu 300 bin aktif üyeye dayanarak oran olarak Almanya Müslümanlarının yüzde 60’ını temsil ettiklerini açıkladı; ama Alman İçişleri Bakanı derhal bu oranın ancak yüzde 30 olabileceğini bildirdi. Ve Alman Hükümeti’nin 2007’de Müslümanların entegrasyonu için ikincisini Berlin’de düzenlediği İslam Konferansı’na çağrılan 30 delegenin 15’i Alman yetkililerken, diğer 15’i KRM yanında laik ve Alevi kuruluşların temsilcilerinden oluşturuldu. Adeta 28 Şubat bir nevi 11 Eylül sendromu ile Almanya’da açılım kaydediyordu.

Berlin İslam Konferansı’nda yapılan müzakerelerden sonra, Müslüman çocuklara okullarda Almanca din dersi verilmesi için bazı üniversitelerde din eğitmeni yetiştirmek için KRM ile koordineli kürsüler oluşturulmasına karar verildi. Bu arada KRM, İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) ile de temasa geçerek 1978’de başlatılan Ramazan’a başlama ve bayramları belirleme konusunda takvim çalışmalarına yöneldi ve 2008 yılında ilk defa Almanya Müslümanları bu konuda mutabakata varıp birlik içinde hareket etti.

Ayrıca KRM, Köln’de DİTİB’in yaptırdığı camiye karşı çıkan aşırı sağcı ve ırkçı kuruluşların başlattığı 20 Eylül 2008 tarihli Anti-İslam Konferansı ve etkinliğine karşı, ırkçılık ve küreselleşme karşıtlarının ve sol örgütlerin gerçekleştirdiği protesto gösterisine katılım çağrısında bulundu. Ve Avrupa’nın diğer ülkelerinden de gelen sayıları 200 kişiyi bulamayan aşırı sağcı İslam düşmanı ırkçılara karşı, Köln’de cami yapımını ve dini hakları savunmak için toplanan 20 bin kişilik bir gösteri ittifakı oluştu. Bu açılım, 28 Şubat darbecilerine karşı Bonn TC Büyükelçiliği önünde tepkilerini sergileyen tevhidi uyanış sürecini sahiplenen Müslümanların öncü tavrı gibi öğretici bir örneklikti. Hakların masa başında olduğu gibi, fiili eylemlerle de savunulması gerekliliği; ayrıca İslam ve yabancı karşıtlığına karşı gündemi belirleyici söz söylemek açısından Köln’deki direniş AKM bileşenleri için öğretici bir olaydı. Ancak MDP’nin bu konuyu gereğince gündemine alamayışı, göçmen ve İslam karşıtı ırkçılara karşı 20 Eylül’de oluşturulan ittifakta yer tutacak ortak bir politika geliştirememesi, niteliksel kazanımlar açısından daha kat edeceği mesafeleri ve yerine getireceği sorumlulukları olduğunu göstermektedir.

Berlin’de yapılan II. İslam Konferansı’nda din dersi öğretmeni yetiştirmek için karara bağlanan ilk donanımlı etkinlik Münster Üniversitesi’nde oluşturulan ve başına Zeydilik konusunda doktora çalışması yapmış, İslam fıkhı konusunda uzmanlaşmış Prof. Dr. Muhammed Kalisch’in atandığı bir kürsüde faaliyetler gösterilmeye başlanmasıyla gerçekleşti. Bu bölümden mezun olan eğitmenler ilk ve orta öğrenim okullarına din dersi öğretmeni olarak atanacaktı. Ancak Kalish, öğrencilerine telkin ettiği metodolojik yaklaşımını, ajitatif biçimde basınla da paylaşmaya başladı. Özetle şu iddiaları gündemleştiriyordu:

“İmani konuları tahkik edebilmek için tarihselcilik metodu İslam’ı anlamakta en köklü bir usuldür. Fizikte Newton’un kurallarına tam uyum koşuluyla istediğinizi araştırabilirsiniz demek, fizik bilimi değildir. İslami disiplinler de bu mantıkla işe başlıyor ve Kur’an’a adeta polis koruması altında yaklaşılıyor. İslam araştırmalarında özgün olunduğu takdirde Muhammed Peygamber’in tarihi bir kişilik olup olmayacağı bile tartışılabilmelidir. Zaten Muhammed hakkında çağdaşı tarihçilerin kitaplarında herhangi bir bilgiye rastlanılmıyor.”

Kalisch’in Rasulullah’ın varlığı ve Kur’an’ın korunmuşluğu üzerinde tarihselci yöntemlerle şüphe uyandırıcı eğitimi ve girişimleri karşısında, KRM, 5 Eylül 2008 günü Münster Üniversitesi ile ortak çalışma akreditesini geri çekti. Bu ağır tepki karşısında Prof. Kalisch’in görevine son verilmek zorunda kalındı. KRM bileşenlerinin birlikte özgüven içinde gösterdikleri bu tepki İslami değerleri savunma adına entelektüel boyutu güçlü bir çıkıştı. Kalisch’in saçma tezleri birçok haftalık Alman dergisinde ve günlük gazetelerde İslami değerlere ve kimliğe karşı bir psikolojik savaş aracı olarak yer bulabildi ve değerlendirildi.

Gerek Kalisch olayı, gerek sosyal disiplinlerde eğitim alan veya yüksek lisans yapmak isteyen Müslüman öğrencilere bilimsellik kılıfıyla görelilik ve tarihselcilik perspektifini aşılayan kitapların zorunlu olarak okutulması, müşriklerin vahyin kelimelerini değiştirme cüretkârlığından farklı değildi. İçinde gelenekçi yaklaşımlar taşıyan KRM bileşenlerince bile bu tehlikenin ciddiye alınması, Müslümanlar ve temsilcileri tarafından Kur’an usulü perspektifinde ve ölçülerinde netleşmeye yöneltecek, sınavlara açık tutarlı bir din algısının gerekliliğini hissettirecek bir durumdur. Zaten vahyi bilinç ve tanıklığın gerekliliği, cahiliyenin küreselleştiği bütün alanlarda, muvahhid Müslümanların en önemli genel geçer yükümlülükleri ve istişari dayanışmalarını güçlendirecek temel sorumlulukları değil mi?

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR