1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Nilgün Cerrahoğlu’ndan objektif bir Putin tasviri
Nilgün Cerrahoğlu’ndan objektif bir Putin tasviri

Nilgün Cerrahoğlu’ndan objektif bir Putin tasviri

Cumhuriyet yazarı Nilgün Cerrahoğlu’nun değerlendirmesi Rus milliyetçiliğine tavan yaptıran Putin iktidarının sadece siyaseti değil, Rusya tarihini de nasıl yeni bir okumaya tabi tuttuğunu göstermekte.

13 Mart 2022 Pazar 15:49A+A-

HAKSÖZ-HABER

Türkiye medyasında, bilhassa sol ve Kemalist çevrelerde Rus yayılmacılığına biraz örtük, biraz mahçup yolla da olsa arka çıkan bolca konuşma yazı görüyoruz. Ukrayna hadisesine Ukrayna’nın bağımsız bir ülke olarak var olma hakkı ve Ukrayna halkı zaviyesinden bakmak yerine tümüyle kutuplaşma ekseninde yorumlamayı tercih eden bu tavır doğal olarak sorununun insani, hukuki boyutlarını görmezden geliyor.

Cumhuriyet gazetesi de bu tutumu bolca yansıtan bir yayın organı olarak öne çıkmakta. Bilhassa Mehmet Ali Güller gibi kalemler doğrudan Rus emperyalizmini sevimli gösterme misyonunu üstlenmiş gibiler. Buna karşın istisna kabilinden de olsa, olaya daha objektif bakabilen birileri de var. Nilgün Cerrahoğlu’nun şahsi gözlemlerinden kalkarak çizdiği Rusya tasviri önemli tespitler içeriyor. 6 ve 13 Mart tarihli iki yazısını birleştirerek sunuyoruz.


PUTİN’İN CESARETİ - 1

Kestane ağaçlarıyla çevrili kordon boyu uzanan Prymorsky Bulvarı, Karadeniz’e bakıyor. 

Kordonun ortasında, limana en hâkim pozisyonda karşınıza ilk çıkan yer “Londonskaya Oteli” oluyor. 

Çehov, Puşkin, Mayakovski gibi büyük yazarlara, şairlere ev sahipliği yapan, kristal avizeleri, vitraylarıyla göz kamaştıran otelin berisinde de gene en görkemli yerde T.C. konsolosluğu var. 

Televizyonlarda şehri kuşatan kara Rus gemilerini gördüğümde aklıma hep 2000’ler başından kalan bu Odessa’nın “başka zamanlar” görüntüsü geliyor. 

Karadeniz’in hırçın sularına bakan, sıra sıra 19. yüzyıl binalarının yer aldığı kordonda o zaman yalnız turistler vardı. 

Vızır vızır her gün THY uçakları inip kalkıyor, Odessa Limanı’ndan düzenli olarak İstanbul ve Tel Aviv’e feribot seferleri yapılıyordu. 

Ukrayna’nın dünyaya en açık liman kentiydi Odessa. 

Bavul ticareti ile nam salan yoğun deniz trafiğinin yerini bir gün savaş gemilerinin alacağı hiç aklıma gelmese de Ukrayna’nın en derin fay hatlarından birinde bulunduğumu o zaman da fark etmiştim. 

Eski casusların, kanun kaçakçılarının, siyasi muhaliflerin ve isyancıların kurduğu bir kent Odessa” diye yazmışım o tarihte de (Öteki Karadeniz’e Yolculuk, 18 Ekim 2006); “Bugün de en çok mafyasıyla meşhur. Rehber kitapçıkları bile kentin ciddi bir mafya karargâhı olduğunu not etmeden geçemiyor.”

ÇÖZÜLEN DÜNYA DÜZENİ

Kentin kuruluşunda dahi aslında bir nizamsızlık, haydutluk ve “vahşi Batı” düzeni vardı.  

Çariçe Katerina, Osmanlı’dan aldığı “Hacıbey” kalesi yerinde ikinci bir St. Petersburg inşa etmek hayaliyle Avrupa’nın dört bir yanından her dil, din, millete mensup insana davetiye çıkarmış; ihtilallerden, savaşlardan, açlıktan kaçan, kolay zengin olmak isteyen, yeni bir yaşam düşleyen ya da macera arayan kim varsa Fransız, İtalyan, Yunanlı, Polonyalı, Slav, Yahudi herkese kucak açmıştı. 

Putin’in “Orası bizimdir. Bizim tarihi, kültürel, ruh mirasımızdır” diye yeri göğü inlettiği yerler böyle yerler aynı zamanda... 

Sadece Odessa değil, adı bile “sınır” anlamına gelen Ukrayna’nın tümü kültürel ve jeopolitik bir fay hattı. 

Batı bu nedenle, duvarın yıkıldığı 1989’dan bu yana Ukrayna’ya hep “tampon bölge” gözüyle baktı. 2004-2013 arası gerçekleştirilen AB’nin doğu genişlemesine Ukrayna bu yüzden alınmadı.    

Bugün sınırları belirsiz olan bu tampon bölgede sırf Ukrayna’nın değil, 20. yüzyıl sonu ile 21. yüzyıl başını şekillendiren dünya düzeninin de çöküşüne tanık oluyoruz. 

1815’te uluslararası sorunların “konsensüs”le çözülmesini hedefleyen Viyana Kongresi’nden bu yana uluslararası ilişkileri hep trafik kuralları misali belli kodlar düzenliyor. 

Viyana düzeni, I. Dünya Savaşı’na değin sürdü. Büyük imparatorlukların dağılmasıyla şekillenen iki dünya savaşı arasındaki döneme dek uluslararası sistem ve düzeni çıplak “güç politikaları” yönlendirdi. 

II. Dünya Savaşı’nın ardından ise “büyük savaş trajedileri” yaşanmaması adına uluslar üstü işbirliklerine güç verildi. AB’nin temelleri atıldı ve barış güvencesi olarak demokrasiler öne çıkarıldı, diplomasiye ağırlık verildi, “askeri güç yoluyla” egemenliğin ihlali tabu mertebesine çıkarıldı.

DEMOKRASİLERİN KRİZİ 

Soğuk Savaş sonuna kadar işleyen bu düzenin duvarın düşüşünden sonra sürekli başkalaştığını ve 11 Eylül’ü izleyen dönemde yol boyunca değerler ve kurumların içlerinin boşaltıldığını, pratikte neredeyse II. Dünya Savaşı öncesi yalın güç siyasetine dönüldüğünü görüyoruz. 

Yascha Mounk bunu The Atlantic dergisinde, Ukrayna savaşıyla eşzamanlı çıkan yazısında çok net anlatıyor. 

Putin’in Ukrayna’ya girdiği saatlerde” diyor özetle Mounk, “Son 16 yıldır demokrasilerin sürekli gerilediğini kaydeden Freedom House’un da son raporu çıktı. 2000’ler başında dünya nüfusunun yarısı ‘özgür ülke’ kategorisindeyken, bugün sadece 10 kişiden 2’si özgür sayılabilcek ülkelerde yaşıyor.

Demokrasilerin krizi karşısında diktatörlerin de maskelerini indirmekte artık sakınca görmediklerini kaydeden Mounk, “Putin’in bundan böyle uluslararası hukuku açık biçimde çiğnerken emellerini gizlemek zorunda hissetmediğine” dikkat çekiyor. 

Ukrayna savaşında bir yanda otokrasiler, diğer yanda demokrasiler var, deniyor ya... 

Bu doğru değil. 

Yaşanmakta olan, demokrasilerin güç kaybıyla 19. yüzyıl tarzı güç politikalarına fütursuzca U dönüş yapılması. 

Putin bu cesareti kendinde “özgür Batı”nın önde gelen isimleri, liderleri ile işbirliği yaparak buldu. 

Oğul Bush 11 Eylül’ü izleyen günlerde Putin’i Maine’deki evinde ıstakoz ziyafetlerine davet ediyordu, Berlusconi Sardenya’daki villasında Rus liderle sefahat âlemleri düzenliyordu. Almanya’nın sosyal demokrat kökenli eski başbakanı Schröder, Gazprom’un Batı lobiciliğine soyunmakta hiçbir mahsur görmüyordu. 

Bunlar olurken Putin içeride basın özgürlüklerini boğuyor, muhalefeti eziyor; tehlikeli bulduklarını zindanlarda çürütüyor, zehirliyor, öldürüyor; Çeçenistan, Gürcistan ve Kırım’da dehşet saçıyordu. 

 Obama bunlar yaşanırken “Rusya ile ilişkileri resetlemek”ten bahsediyor; aklıselim Merkel Moskova ile Berlin’in geleneksel yakın ilişkilerini sürdürmekte sakınca görmüyordu. 

Putin cesaretlenmesin de kim cesaretlensin? Devam edecek.  


PUTİN’İN CESARETİ – 2

Moskova’ya ilk 1992 Noeli’nde gittim. 

Sovyetler yeni çözülmüştü. Marketlerde ancak patates, soğan, havuç, lahana, pancar vardı. Bir kutu aspirine bin ruble ödeniyordu. Kiliselerin önünde yaşlılar dileniyordu. 

İlk günün heyecanıyla saatler boyu yürüyüp ayaklarımı hissetmez olunca, kendimi bu kiliselerden birine attım. 

Neye uğradığımı anlamadan bir anda etrafımı insanlar sardı ve beni alıp “altar/mihrap”ın arkasındaki bir bölmeye götürdüler. Son sürat botlarımı çıkardılar, oracıkta tedarik ettikleri bir elektrikli kalorifere ayaklarımı dayadılar. 

Halimden üşüdüğümü anlamışlardı.

Ağzımı açmama fırsat kalmadan bir kadın çıplak ayaklarımı avcuna alıp masaj yaptı, parmaklarımı ovdu. Bir başkası da çoraplarını çıkarıp bana uzattı.

Nasıl teşekkür edeceğimi bilemezken İngilizce bilen bir orta yaşlı kadınla konuşmaya başladım. Sovyetler’in ardından yaşanan bu çöküşü sorduğumda şöyle bir yanıt aldım: “Biz büyük ülkeyiz. Toparlanıp eski görkemimize ulaşmayı biliriz!

Soğuğun, sefaletin, çaresizliğin ortasında bir İngilizce öğretmeninin verdiği bu cevap beni çok şaşırtmıştı. 

BOLLUĞA KARŞI DESPOTİZM

Çeşitli aralıklarla gittiğim Rusya’yı en son “Putinizm”in tavan yaptığı 2008’de ziyaret ettim. 

Manzara değişmişti. Moskova trafiği İstanbul’u aratmaz hale gelmişti. 

Kent tamamen küreselleşmeye eklemlenlenmiş, arabalar, ışıklar, albenili restoranlar, büyük inşaatlar, alışveriş merkezleri ile tanınmaz hale gelmişti. 

Rehberimiz, “Putinin oligarkların yanı sıra bir orta sınıf da yarattığını” söylüyor ama bunun “adı konmamış bir mukavele ile gerçekleştiğini” anlatıyordu.

Mukavelenin özü “yurttaşların tüketim bolluğundan yararlanmaları karşılığında çenelerini kapamaları ve siyasete karışmamalarıydı.

Bu yüzden “Siyaset üzerine, Rusya’nın yakın tarihinde hiç olmadığı kadar ölü toprağı serildiği” ilave edilmişti. 

TARİHİ REVİZYONİZM

Aynı seyahatte çok dikkatimi çeken bir diğer değişim, çelişkilerle dolu tarihi revizyonizmdi. 

Stalin’le, Çar II. Nikola “Rus ecdadı” kontenjanından birdenbire yan yana anılır olmuştu. 

Stalin gulagları unutuldu mu” sorularına Stalin’in bir II. Dünya Savaşı kahramanı olduğu ve de “Sovyetler’i süper güç” yaptığı söylenerek cevap veriliyordu.  

Devlet TV’lerinde “Rus büyükleri” oylamalarında devrimde Bolşeviklerin kurşuna dizdiği Çar II. Nikola ile Stalin popülaritede birinciliğe koşuyor, kâh biri kâh diğeri öne çıkıyordu!

Putin’in -kendi deyimiyle- “Ukrayna operasyonu” üzerinde TV’lerdeki ulusa sesleniş konuşmalarını izlerken gözüm her seferinde üzerinde çift başlı kartal simgesi taşıyan arkasındaki Romanov hanedanı bayrağına takılıyor. 

Rus devlet başkanı, Ukrayna salvolarını her defasında bir yanında Rus federasyonu bayrağı, diğer yanında Romanov bayrağı yamacında yapıyor. 

Tarihi revizyonizmin bundan somut ne göstergesi olabilir?

ECDADIN MİRASI

Ukrayna bir tarih hatasıdır. O topraklar bizim ecdadımız Çarlık Rusyası’nın mirasıdır” söylemiyle tanklarını, tüfeklerini Ukrayna’ya süren Putin’in elinde tarih şimdi “russkij mir/Rus dünyası” denilen tahayyülün gerçekleştirilmesi için bir araç. 

Rusya Federasyonu şemsiyesinde Ukrayna ile Belarus’u bir araya getirecek bir Rus dünyası merkezinin bundan böyle Moskova olması düşleniyor. 

Putin’in tarih kökenli emellerini 95’lik Rus tarihçi Roj Medvedev, “En azından ülke Deli Petro’nun sınırlarına kavuşturulmuş olacak!” diyerek özetliyor. 

Rusya, böylelikle Büyük Petro’nun sınırlarıyla kendisinde hak gördüğü bir dünya gücü olarak Çin ve ABD’nin yanında 3. kutup olarak temayüz etmek istiyor. 

Çağdaş Rus edebiyatının yükselen yıldızı Maria Stepanova -kendi ifadesiyle- bu “tarih sömürüsünü”, Rus halkını rehin alan bir araç olarak tanımlıyor ve Rus liderlerinin istisnasız bu aracı sürekli kullandığını söylüyor. 

Rusya’yı yöneten tüm liderler” diyor “Belleğin Anısı” isimli kitabıyla ünlenen Stepanova, “Yurttaşlarını her daim geçmişte tutmak isterler” ve ekliyor: 

“Gerçekte geçmişin hangi bölümüne tutunulduğunun hiçbir önemi yoktur. Geçmiş eklektik/seçmece bir araçtır. Putin bir bakarsınız Sovyet tarihini sahiplenir, bir bakarsınız (Ukrayna saldırısını hazırlarken yaptığı gibi) Lenin’i aşağılar. Rus lidere bu, her durumda şöyle bir alan sağlar: Problemler hiçbir zaman bizden, iç dinamiklerden kaynaklanmaz. Sadece Batı’dan, dışarıdan gelir. Ruslar bu şablon içinde böylece hep kolaylıkla etki edilebilir, yönlendirilebilir, amorf aktörler olarak tarif edilmiş olur.” 

Rusya’da tarihi revizyonizmin yükselişinin, Batı ile ilişkilerin bozulduğu yol ayrımı 2008 yılı ile çakışması çok bariz.

Putin’in Soğuk Savaş sonrasında Batı’ya açıkça ilk kez meydan okuduğu 2008 Münih Konferansı ile içeride, Çar Nikola-Stalin güzellemelerinin öne çıkarılması tamamıyla örtüşüyor. Buradan devam.       

 

HABERE YORUM KAT