1. HABERLER

  2. İSLAM DÜŞÜNCESİ

  3. Müslümanı seküler olmaktan ayıran önemli farklar
Müslümanı seküler olmaktan ayıran önemli farklar

Müslümanı seküler olmaktan ayıran önemli farklar

Ahlak, insanı insan eden ve diğer canlılardan ayrıcalıklı kılan yegane unsurdur. İnsan ancak ahlak vasıtasıyla insanlık mertebesine yükselir ve insanlığını mükemmelleştirebilir. O zaman insanın esas kimliği ahlakî kimliğidir.

19 Haziran 2023 Pazartesi 21:18A+A-

Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yavuz KÖKTAŞ, Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan “Taha Abdurrahman’ın felsefesine dair bazı mülahazalar” başlıklı yazısı:

Malumdur ki, Taha Abdurrahman tüm eserlerinde sekülarizm ile hesaplaşmaktadır. Sekülarizm ayrıştırmaya, din birleştirmeye çağırır. Sekülarizm, insanı, hayatı insani tüm eylemleri, en üst değer olan, en üst gaye olan Allah’tan koparır. İnsan eylemleri ve insan hayatı “değer”siz ve “ahlak”sız olamaz. Tüm değerler ise Allah’tan ve esma-i ilahiyeden kaynaklanır. Bu durumda insan en üst değere bağlanmak zorundadır. Bu insan olmanın da bir gereğidir.

Taha Abdurrahman esasen tüm insani etkinliklerin altında yatan işbu temel değeri arayıp bulmak istemektedir. İbadetinden ticaretine, siyasetinden ekonomisine, biliminden beşeri ilişkilerine kadar pek çok insani eylem bulunmaktadır. İslam söz konusu olduğunda bu eylemleri yönlendiren temel öz, temel değer nedir? Bir anlamda tüm insani eylemleri motive eden meta değer, üst değer nedir, ne olmalıdır? Tüm insani eylemlerin yöneleceği, yönelmek zorunda olduğu bu meta değer nedir? 

TÜM DERDİ META DEĞERİ GÜN YÜZÜNE ÇIKARMAK

Taha Abdurrahman tekil meselelere çözüm bulmaya çalışmamaktadır. Örneğin olguları inceleyip bilim nasıl yapılmalıdır, sorusuna cevap aramamaktadır. Siyaset nasıl işler, hükümet nasıl yönetilir, devlet başkanı nasıl seçilir, devlet müdahaleci mi olmalıdır gibi sorulara cevap bulmak gibi bir derdi yoktur. Ekonomi nasıl işler, piyasanın kuralları nedir sorularının cevabı onu ilgilendirmemektedir. Yine kanun nasıl yapılır, her tekil olaya hüküm nasıl verilir, her bir tekil olayın hükmü nedir gibi soruların cevabı onda bulunmamaktadır. Örneğin, şöyle yapsak namaz bozulur mu, kan aldırmak oruca halel getirir mi, organ nakli, borsa, kasko, nükleer silah yapımı, faizli işlemler vs. caiz midir gibi sorular Taha’nın gündeminde değildir. Muhtemelen bunlar ayrı bir uzmanlık istiyor. Ama tüm bu sorulara verilecek cevaplar değer dünyasını ve ahlakı göz önünde bulundurmak zorundadır. Taha’nın tüm derdi bütün bu insani eylemlerin arkasında yatan işbu temel değeri, meta değeri bulup gün yüzüne çıkarmaktır. Bu meta değer tespit edildiğinde bütün bu etkinlikler bu meta değere göre şekil alacak, bu meta değerin boyası ile boyanacaktır. Meta değer tabiri caizse bu insani eylemlerin ruhuna nüfuz edecek, onları yönlendirecek, en büyük motivasyon kaynağı olacaktır. Dahası bu eylemlerin meşruluk zemini bu meta değer olacaktır.

EN ÜST DEĞER KULLUKTUR

Peki Taha Abdurrahman’a göre bu en üst, en temel değer nedir? Evet, bu en üst değer kulluktur, geniş anlamıyla ibadettir, Allah’ı tanımaktır. Bu en üst değere bağlı olarak esma-i ilahiyedir. Zaten tüm diğer değerler bu esma-i ilahiyeye bağlı olmak zorundadır; zira tüm değerlerin kaynağı esma-i ilahiyedir. Bu en üst değer ve ondan taşıp alemin kaynağı olan esma-i ilahiye, esasen hayatın anlamıdır. Bu, insani eylemlerin arkasında başka değerlerin olmadığı anlamına gelmez. Bu en üst değerden sonra insani eylemlerin özünde elbette adalet gibi, eşitlik gibi, özgürlük gibi, sevgi gibi, saygı gibi, onur gibi, merhamet gibi değerler vardır. Dediğimiz gibi bu değerlerin kaynağı esma-i ilahiyedir. Ancak bu değerleri de kuşatan en üst değer Allah’tır ve O’na kulluktur. Adaletin yöneleceği değer kulluktur. Merhametin yöneleceği değer, gaye, maksat kulluktur. Özgürlüğün yöneleceği değer kulluktur. Aynı şekilde sevginin yöneleceği değer, gaye, maksat kulluktur. Diğer taraftan denilebilir ki, bundan sonra insanın üretebileceği başka değerlerin varlığını kabul etmek mümkündür. Yani aslî değerler vardır –ki, bunlar esma-i ilahiyeden kaynaklanır- bir de tali değerler vardır. İşte tali değerlerin üretilmesinde insanın ciddi katkısı söz konusudur.

ÖNCE İRADE

Burada özgürlükle ilgili kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum. Bazıları irade kulluktan önce gelir, diyebilir. Yani önce irade, sonra kulluk. İrade de özgürlük demektir. Bu durumda önce özgürlük, sonra kulluk var demektir. Bence irade ile özgürlük karıştırılıyor. Bir kere önce iradenin geldiğinde hiç kuşku yoktur. İrade yoksa iman da kulluk da yoktur. Peki iradeye özgürlük diyebilir miyiz? Hangi anlamda kullandığımıza bağlı. Ancak ben irade ile özgürlüğü ayırıyorum. İrade bir formdur. Bu form tercih yapmayı ifade eder. Bu kadar. İçerik yoktur burada. Hatta irade bir açıdan bakılırsa zorunluluktur. Yani insan irade etmek zorunda olan bir varlıktır. Eğer irade ile özgürlüğü kastedersek buna “insan özgür olmak zorunda olan bir varlıktır” denilebilir. Ama bugün kullanılan özgürlük ise değer ile yüklüdür. İçeriği çok aşikârdır. Bugün özgürlük, başkasına zarar vermediğin müddetçe kendi bedenin dahil her şeyde serbestiyeti ifade eder. Bireyciliği esas alır. Bu anlamıyla özgürlük değer yüklüdür ve ideolojiktir.

O halde irade ile kulluk da özgürlük de seçilebilir. İrade tercih ise, özgürlük de tercih edilebilir, kulluk da… Tabii kulluk ile özgürlük karşıt değildir. Ama olabilir. Kulluk ile özgürlük birlikte olabilir. Ama kulluk reddedilerek özgürlük de talep edilebilir. Onun için diyorum ki, kulluktan önce irade gelir ama özgürlük gelmez. Ama iradeyi özgürlük anlamında kullanırsak bu manaya gelir tabii. İman veya küfrün özgür bir biçimde seçimi gibi. Fakat bugün özgürlük bu manada kullanılmıyor. Özgürlük, Allah dahil bireyin dışında kabul edilen tüm otoriteleri redde dayanır. Özgürlük insanın kendinden başka otorite kabul etmemesidir. Oysa bizim değer dünyamızda özgürlük böyle değildir. Dahası böyle bir özgürlük tutkuların köleliği olarak kabul edilir. Esas özgürlük kulluktan sonra gelir. Özgürlük kulluğa bağlıdır. Kulluk ile özgürlük asıl anlamına kavuşur. Kulluk ile ancak tutkuların köleliğinden kurtulmak mümkündür.

İNSANI DİĞER CANLILARDAN AYIRAN AHLAKTIR

Konumuza devam edersek, denilebilir ki, insan eylemlerini en üst değerle birlikte diğer değerler de kuşatmıştır, sarmalamıştır. Daha doğrusu kuşatmalı, sarmalamalıdır. “Değer”siz insan hayatı düşünülemez. “Ahlak”sız insan hayatı düşünülemez. İnsanı insan yapan değerlerdir, değerlerin davranışa dönüştüğü ahlaktır. O halde ahlak insana insanlığını kazandıran en önemli vasıftır. Daha iyi anlaşılması için insani eylemlerden örnekler vererek Taha Abdurrahman’ın değer ve ahlak ile bu eylemleri nasıl açıkladığını ortaya koymaya çalışalım.

Burada aslında insani eylemlerden önce insanın kendisinden başlamak lazım. Evet bizzat insanın kendisinden. Çünkü insan bizzat değer ve ahlak ile insanlığını kazanmakta, hayvandan ayrılmaktadır. O zaman delinebilir ki insan ahlaki bir varlıktır. Bu düşünceyi şu karşıtlık içerisinde düşünürsek anlam kazanır: Malum, Yunan düşüncesine göre insan düşünen/akıllı bir varlıktır. İnsanı hayvandan ayıran bu yöndür. İşte Taha Abdurrahman buna şiddetle karşı çıkar. Ona göre bu iddia, aklı ahlakın önüne almaktadır. Halbuki, insanın insanlığını belirleyen asıl unsur soyut akıl, soyut düşünce değil, ahlaktır. Sadece ahlak, insanı, değerleri kavrama kudreti olmadığı için ahlakları olmayan diğer canlılardan farklı kılar. Az da olsa canlıların akıldan payları vardır. Eğer olmasaydı, idrak gücünden nasıl yararlanabilirlerdi? Hayvanlardaki bu idrak kuvveti, insandaki idrak kuvvetinden sadece derece bakımından farklılık arz eder. Fakat buna karşılık onların ahlakları yoktur. Çünkü onların yüce manaları ve ideal ilkeleri kavrama kudretleri yoktur. İşte bu yüzden ahlak, insanı insan eden ve diğer canlılardan ayrıcalıklı kılan yegane unsurdur. İnsan ancak ahlak vasıtasıyla insanlık mertebesine yükselir ve insanlığını mükemmelleştirebilir. O zaman insanın esas kimliği ahlakî kimliğidir.

O zaman şöyle diyebiliriz: Ahlak dışılık, insan dışılığı gerektirir, ama akıl dışılık (mesela hayal etmek gibi) insan dışılığı gerektirmez. Buna göre insanda ahlakî nitelik güç kazandığı zaman bunu, onun insanlığında bir artış olarak kabul ederiz. Oysa insanın akıl açısından ilerlemesi arttıkça zorunlu bir şekilde insanlığının da arttığını söyleyemeyiz. Çünkü akılcılık kimi zaman insanın insanlığına zarar verir. Hatta akılcılık güç kazandığı zaman tarihin de şahitlik ettiği üzere modern insanda yıkıcı bir unsur haline gelebilmiştir. O zaman doğru olan şöyle dememizdir: Ahlakî yönü arttıkça insanın insanlığı artar. Oysa akılcılık yönü arttıkça insanın insanlık yönü aynı ölçüde güçlenmez.

DİN, DEĞERSEL BOYUTLARI GÖSTERİR

Şimdi diğer insani eylemlerden örnekler verebiliriz: Bilim. Bilim olguları esas alır ve kendi yöntemine göre inceler. Örneğin yağmur olgusu. Bilim yağmurun nasıl yağdığını bize açıklamaya çalışır. Din, yağmurun nasıl yağdığını bize açıklamaz, böyle bir amacı da yoktur. Ancak din değerler boyutunda yağmur olgusuna nasıl yaklaşılacağını, bu olgunun nasıl görüleceğini bize anlatır. Buna göre yağmur salt kaba maddeden oluşan bir olgu değildir. Yağmur ayrıca bir rahmettir, bir nimettir, bir dirilticidir, bir ayettir, esma-ı ilahiyenin suretine bürünen bir olgudur. Bu yönüyle yağmur hem bir olgudur hem bir ayettir. Olgu olması maddi yönüdür, ayet olması manevi yönüdür, değersel boyutudur. Yağmurun salt olgu olarak kabul edilmesi değersel boyutunu ortadan kaldırır, ancak değersel bir boyutunun olduğunun kabul edilmesi olgu olarak kabul edilmesine aykırı değildir. Tüm bilimsel olgular böyledir ve bu değer anlayışı, bu ahlak anlayışı tüm bilimsel olgulara uygulanabilirdir.

Siyaset. Siyasetin en temel özelliği egemenlik arzusudur. Egemen olmak, aşkınlık ve yüceliği gerektirir. Kökü, metafiziğe dayanır. İnsan, metafiziği inkar etse veya unutsa da bundan sıyrılamaz ve onu üstü örtük bir biçimde kullanır. Yani metafiziği farkında olmadan taklid eder. İktidarın ve ona sahip olanın tanrılaşması böyle bir olgudur. Böylece insan Tanrı’dan rol çalmış olur. Bunun en güzel örneği “Ben sizim Rabb’iniz değil miyim?” diyen Firavun’dur. Firavun, Allah’ı inkar etmiş, ancak Allah’ın tüm özelliklerini de kendinde toplamak istemiştir. Bu aslında hakkı olandan onu gasp etmektir. Krallarda egemenlik arzusu farklı, demokrasilerde farklıdır. Ama her ikisinde de egemenlik arzusu ortaktır. Egemenlik arzusu güç ve kuvvet ile alakalıdır. Egemenlik arzusu, güç ve kuvveti artırır; güç ve kuvvet egemenlik arzusunu perçinler.

RUHTA NİSBET YOKTUR

Egemenlik arzusu seküler siyasetçide çok kuvvetlidir. Ancak ilahî hakimiyeti kabul eden Müslüman da egemenlik arzusuyla yanıp tutuşabilir. Zira o da seküler siyasetçiyi taklid edip aslını unutabilir. İlahî hakimiyeti kabul eden, en azından egemenlik kurmaması gerektiğine inanır, ancak nefsinde çatışmalar yaşar. Nefiste nisbet vardır; ruhta ise yoktur. Nefis hep mülkü, parayı, makamı kendine nisbet etmek ister. Benim mülküm, benim param vs. der durur. Bu ise tahakküme yol açar. Ruhta ise nisbet yoktur. O halde insan ruhanileşmelidir. Bunun yolu arınmadır. Arınmanın yolu da ruha yakınlık arzeden ahlaktır, ibadettir. İnsan ahlakileşmeyi tahakkuk ettirdiğinde nefsindeki nisbet duygusundan arınacaktır. Arınma insanın içsel özgürlüğünü sağlayacaktır.

EMANET SAHİP OLMAYI DEĞİL, KORUMAYI GEREKTİRİR

Ekonomi. Ekonominin temel motivasyonu çalışma ve kâr dürtüsüdür. Çalışma ne zaman seküler bir aktivite olur? Ekonomi alanında çalışan bir kişi faaliyetlerini sermaye ve iş çevrelerinde nüfuzunu artırmak, piyasadaki kontrolünü güçlendirmek ve rakipleri üzerinde egemenliğini garantilemek üzere mutlak yönetim gücünü esas almak ve başkaları üzerinde egemenlik kurmak suretiyle kâr marjına odaklanmışsa bu kişinin ekonomik faaliyeti seküler bir aktivitedir. Buna mukabil ekonomi alanında çalışan bir kişi faaliyetlerini sırf kendisinin gerçekleştirdiği üretici işler olarak görmeyip bunları rızık verenin kendisine bahşettiği salih ameller olarak değerlendiriyorsa ya da bu faaliyetlerin sonuçlarını sırf elde ettiği birikim ve kazançlar olarak görmeyip kudret sahibi ve rızıkları lütfeden Allah’a karşı ibadet yapmak suretiyle kendisine bahşedilmiş ikramlar olarak değerlendiriyorsa o zaman bu ekonomik faaliyet dinî bir aktivitedir. Bunun güzel bir örneği Kur’an’da vardır:

“Karûn, ‘Bu serveti sahip olduğum bilgi sayesinde elde ettim’ diye karşılık verdi. Bilmiyor muydu ki Allah ondan önceki kuşaklardan, ondan daha güçlü ve daha çok servet biriktirmiş kimseleri helâk etmişti.” (Kasas, 78)

Servete bu şekilde bir bakış sekülerdir. Bu bakış serveti, egemenlik kurmak arzusuna yönlendirir. Bu bakış insanı kibir sahibi kılar. Oysa servet, Rezzak olan Allah’ın bahşettiği bir lütuftur. Bir emanettir. Hatta siyasetin de mülkün de altında yatan temel değerlerden biri emanettir. Emanet, sahip olmayı değil, korumayı gerektirir. Bu, Müslümanı sekülerden ayıran en önemli farklılıktır.

 

HABERE YORUM KAT

1 Yorum