
İslâm siyaset tarihinde asabiyetin rolü ve etkisi
“Gerek Emevî devlet siyasetinin belirlenmesi ve yürütülmesinde, gerekse devletinin yıkılmasında Arap kabileleri arasındaki siyasî rekabetin, yani asabiyetin büyük payının olduğunu tespit etmek mümkündür.”
Sabite dergisi 8. sayısında "İslam siyaset kültürü" konulu bir dosya derledi. Adem Apak’ın dosya kapsamında yer verilen “İslâm Siyaset Kültüründe Asabiyet” başlıklı yazısını ilginize sunuyoruz...
“İslâm Siyaset Kültüründe Asabiyet” / Adem Apak - Sabite
GİRİŞ
Asabiyet kelimesi Arapça a.s.b. kökünden türemiştir. Aynı kökten gelen asabe, ism-i fâil sîgasından âsıb’ın çoğulu olup “saran, kuşatan” anlamına gelir. Terim olarak asabe, “baba tarafından kan bağı bulunan akrabanın meydana getirdiği topluluk” demektir. Asabe’den türeyen asabiyet ise aralarında kan yakınlığı bulunan bir topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan ve herhangi bir dış tehlike durumunda onları ortak harekete sevk eden birlik ve dayanışma ruhu olarak tarif edilir(1). Kabile asabiyeti kabilenin bütün üyelerini manevî bir çerçeve içinde birleştirip onlara mensubiyet şuuru ve bağlılık ruhu kazandırır. Asabiyet sayesinde kabilede yaşayan her fert, şahsının bütün bir topluluktan sorumlu olduğu bilincine ulaşır, aynı şekilde bir bütün olarak kabile topluluğu da kendine bağlı fertlerden her birinin mesuliyetinin idraki içinde olur.
Asabiyet, kabile üyeleri üzerinde çeşitli şekillerde varlığını ve etkinliğini gösterir. Bunların başında kabilenin her şartta övülmesi ve soyun kan davalarına sahip çıkılması gelir. Övgü esnasında bilhassa sahip olunan nesebin asaletini, şerefini, savaşlardaki kahramanlığını, misafire ikramını zikretmesi esastır(2). Kendi soyunu öven kabile mensubunun aynı zamanda rakip soyu kınaması, korkaklık, cimrilik gibi olumsuz sıfatlarla anması da gerekir.
Arap toplumunda kabile değerlerinin başkalarına karşı övülmesi her kabile üyesinin görevi olmakla birlikte, bunu esas gerçekleştirenler kabile şairleridir. Şairler şiirlerinde genelde kabileyi yüceltmek, karşılık düşmanları hicvetmek, hasımlara meydan okumak, kabile mensuplarını intikam almaya teşvik, savaşta ölenlere mersiye söylemek gibi asabiyetiyle ilgili hususlardan bahsederler(3).
A. EMEVÎLER DÖNEMİNE KADAR ASABİYETİN TOPLUM VE SİYASET HAYATINDAKİ YERİ
1. Hz. Peygamber (sav) Dönemi
Hz. Peygamber (sav) getirdiği prensiplerle Arabistan’daki kabileleri İslâm inancı merkezinde birleştirdi. Bu sayede o zamana kadar dağınık kabile grupları halinde yaşayan Araplar zamanla millet bilincine ulaştılar. Diğer taraftan kabile hayatının ayrılmaz bir unsuru görülen asabiyetin, din kardeşliği idealine zarar vereceği düşüncesiyle bu duygunun tesirini en alt düzeye indirmeye yönelik adımlar atıldı. Bunların ilki asabiyetin esasını oluşturan kabileciliği reddedip(4), bütün müminlerin kardeş olduklarını ilân etmektir. Nitekim Kur’ân’da insanların doğuşta kazanılan bir ayrıcalığa sahip olmadıkları, üstünlüğün sadece kullukta gerçekleşeceği, bunun da ancak kişinin kendi gayretiyle sağlanabileceği hususu açıkça beyan edilmiştir(5). Hz. Peygamber (sav) de asabiyet davası gütmenin İslâm’ın ruhuna aykırı olduğunu bildirmiştir: “Asabiyet, bir kişinin kavminin haksız davranışına arka çıkmasıdır”(6). “ Asabiyet duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken veyahut asabiyet davası güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü câhiliyye ölümüdür”(7). “Câhiliyye davasıyla hak iddia eden bizden değildir”(8). Hz. Peygamber (sav) Mekke’nin fethinin ardından İslâm kardeşliğinin ana prensiplerini, “Ey Kureyşliler Allah sizden câhiliyye gururunu, büyüklenmeyi ve babalarınız ile övünmeyi kaldırmıştır. Bütün insanlar Âdem’dendir, Âdem de topraktandır(9)” hitabıyla tekrar ortaya koymuş, Veda hutbesinde bu gerçek daha şümullü bir şekilde dile getirilmiştir: “Ey insanlar, sizin Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Haberiniz olsun ki, takva dışında hiçbir Arabın Arap olmayana, hiçbir Acemin Araba, hiçbir siyahın beyaza, hiçbir beyazın siyaya karşı bir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz ki ilahi huzurda en değerliniz en müttakî olanınızdır”(10).
İslâm’ın kabile övünmesinden sonra ikinci olarak hedef aldığı asabiyet tezâhürü intikam düşüncesi, başka bir ifadeyle kan davaları ve buna dayalı gerçekleşen kabile savaşlarıdır. Hz. Peygamber (sav) Arap kabileleri arasında düşmanlık davalarını iptal konusunda özel gayret sarf etmiş, gerek Mekke’nin fethi(11), gerekse Veda hutbesinde(12) bu hususa açıkça işarette bulunmuştur.
İslâmî öğretinin asabiyeti tesirsiz hale getirmek hedefli attığı diğer bir adım ise akrabayı himaye, yani sıla-i rahim uygulamasıdır. Buna göre akrabalık bağının sürdürülmesine yapılan vurgu, soyun üstün tutulması düşüncesinden değil, toplum düzeninin sağlanması ve sosyal yardımlaşma duygusunun geliştirilmesi hedefinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla İslâm dini sıla-i rahmi teşvik etmiş, soyları ile bağlarını kesenlerin manevî anlamda sorumlu tutulacağı ikazında bulunmuştur(13). Üstelik Hz. Peygamber (sav) ehemmiyeti sebebiyle bu emri Allah ve âhiret gününe imanın bir gereği saymıştır(14).
İslâm’ın gelişiyle gerek Kur’ân, gerekse Hadîs-i şeriflerde asabiyete çağıran câhiliyye şiiri ve şairlerine karşı tavır alınmıştır: “Şairler ki, onlara ancak yoldan çıkmışlar tabi olur…”(15), “Biz ona şiir öğretmedik. Ona şiir layık değildir”(16) âyetleri ile Hz. Peygamber’in (sav) “Biri için karnını irin ile doldurması, şiir ile doldurmasından daha hayırlıdır(17)” ifadesi İslâm’ın bu konudaki görüşünü beyan eder.
2. Hulefâ-i Râşidîn Dönemi
Hz. Peygamber’in (sav) vefatından sonra asabiyetin kendini gösterme fırsatı bulduğu ilk mühim hadise, Benî Sâide Çardağı’nda gerçekleştirilen halîfe seçimi toplantısıdır. Asabiyetin yakıcı yüzüyle bu hadisede karşılaşan Hz. Ebû Bekir ile halefi Hz. Ömer, bu duygunun tesirini azaltma hususunda gayret göstermişlerdir. Onların aldıkları tedbirlerin ilki, kendi ailelerini idarî kadrolara getirmemek, ikincisi yönetimde kabileler arasında denge politikası uygulamak, üçüncüsü de Hz. Peygamber’in (sav) akrabası olmaları sebebiyle iktidar beklentisi içinde bulunan Hâşimoğulları ile ilk halîfeyi seçmek için toplanan Medinelileri yönetimden uzak tutmak olmuştur. İlk halîfeler aldıkların tedbirleri daha etkin hale getirmek adına asabiyet kışkırtıcılığı yapan şairlerle de etkin bir mücadeleye girişmişlerdir. Nitekim Hz. Ömer, kabile düşmanlığını teşvik eden şiirlerinin okunmasını yasaklamış, insanları hicveden ve cemiyet içinde huzursuzluğa sebep olan şairleri de cezalandırmıştır. Zibrikân isimli bir şahsın şikâyeti neticesinde şair Hutay’e halîfe tarafından hapsedilmiştir(18).
İlk iki halîfenin tedbirleri neticesinde Hulefâ-i Râşidîn döneminin ilk yarısında dikkate değer bir kabile mücadelesine şahit olunmamıştır. Ancak Hz. Osman’ın göreve geldiği yıldan itibaren önemli eyalet valilerini sırasıyla azledip yerlerine kendi kabilesinden şahısları yerleştirmesi başlaması, asabiyetin yeniden etkinlik kazanmasına zemin hazırlamıştır. Öncelikli olarak Benî Ümeyye’nin tarihî rakibi konumunda olan Hâşimîler ile onların destekçileri yönetime karşı siyasî mücadeleye başlamışlardır. Bu süreçte sadece Kureyş içinde Emevî-Hâşimî şeklindeki bir siyasî bölünme gerçekleşmemiş, Kureyş dışındaki Araplar da rekabet duygularıyla hareket etmişlerdir. İslâm’a daha sonra katılmış olmalarına rağmen fetihlere büyük katkı sağlayan Bekr, Abdülkays, Rebîa, Ezd, Kinde, Temîm, Kudâa gibi Arap kabileleri yönetimde de kendilerinin en az Kureyşliler kadar söz sahibi olmalarının zamanının geldiğini dile getirmeye, bu tür taleplerine duyarsız kalan idareyi açıkça tenkit etmeye başlamışlardır(19).
Hz. Osman kabilecilik ateşini körükleyen şairlere karşı selefleri gibi cezaî tedbirler uygulamış, birbirlerini hicveden iki şair huzuruna getirildiğinde onlara karşılıklı kırbaç vererek birbirlerine vurmalarını emretmiş(20), ayrıca Ensâr’ı eleştiren Dâbi b. Hâris’i de hapsettirmiştir(21).
Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra halîfe seçilen Hz. Ali asabiyet çağrısı yapan şair ve hatiplere karşı etkin mücadele sergilemiş olmakla birlikte bizzat şairlerin sebep oldukları hadiselerle karşı karşıya gelmekten de kurtulamamıştır. Hatta İslâm tarihinin ilk döneminde şairlerin kabile asabiyeti adına faaliyet göstermelerinin zirve noktasına Ali’nin halîfeliği döneminde ulaşılmıştır, denilebilir. Nitekim bu süreçte nice şairler Müslümanlar ve İslâm adına değil, kabileleri adına şiirler söylemeye başlamışlardır. Öyle ki, onların şiirleri bilhassa Sıffin savaşı esnasında Hz. Ali’nin ordusundaki Mudar ve Rebîa kabilelerini birbirine düşürmüştür(22).
B. EMEVÎLER DÖNEMİ SİYASETİNDE ASABİYETİN ROLÜ
Muâviye’nin, halîfeliği Hz. Hasan’dan devralmasıyla başlayan Emevî asrı, İslâm tarihinin diğer dönemleriyle karşılaştırıldığında asabiyetin siyasette ve toplum hayatında etkinliğinin en üst düzeye çıktığı süreç olmuştur. Bunun sosyal, politik ve ekonomik pek çok sebebi vardır. Câhiliyye döneminde kabileler küçük bağımsız birlikler halinde yaşadıkları için asabiyet genelde batn (dar kabile) sınırını aşmıyordu. Ancak daha sonraki süreçte yeni kurulan şehirlerde küçük kabileler menfaatlerini koruyabilmek için güçlerini birleştirme ihtiyacı duymuşlardır. Yeni katılımlarla kabile sınırını, dolayısıyla asabiyet çerçevesi genişlemiş, küçük boy asabiyeti (mikro asabiyet), yerini soy kabile asabiyetine (makro asabiyet) bırakmış, sonuçta Emevîler dönemi geniş çerçeveli kabile gruplaşma ve mücadeleleri asrı olmuştur. Yeni şartlarda küçük kabilelerin adları görünmez olmuş, Hemdân, Mezhic, Bâhile, Becîle gibi küçük boyların yerini artık Mudar, Rebîa, Adnân, Kahtân gibi soy isimleri almıştır.
Emevîler döneminde görülen asabiyet mücadelelerini beş farklı boyutta ele almak mümkündür. Bunlar dar kapsamdan genişe doğru şu şekilde sıralanabilir: 1. Emevî hanedanı iç mücadelesi, 2. Emevî-Hâşimî mücadelesi, 3. Kureyş-Kureyşli olmayan Araplar mücadelesi, 4. Adnânî-Kahtânî mücadelesi, 5. Arap-Mevâlî mücadelesi (Öncü Şuûbîlik tezahürleri). Emevîler zamanında bunlar arasında en etkin asabiyet mücadelesi kuşkusuz Adnânî-Kahtânî Arap soy temeline dayanan Rebîa-Mudar, Mudar-Yemen, Kays-Kelb, Kays-Bekr, Kays-Ezd olarak isimlendirilen büyük Arap soyları arasındaki siyasî rekabettir.
Emevîler döneminde toplumunu her alanda etkileyen asabiyet, devletin yönetim anlayışını da tesiri altına almıştır. Hatta Emevî yönetim siyasetinin temelini kabile rekabetlerinin oluşturduğunu ileri sürmek mümkündür. Gerçekten Emevî halîfeleri bazen bilinçli, bazen de şartların zorlamasıyla bütün icraatlarında asabiyeti dikkate almak, politikalarını buna göre şekillendirmek durumunda kalmışlardır. Bu durum Emevî asrı boyunca devam etmiş, nihayet asabiyet, devletin yıkılışında önemli derecede rol oynamıştır.
Evîlerin kurucusu kabul edilen Muâviye b. Ebî Süfyân halîfeliği ele geçirmesinden önce Hz. Ali’ye karşı giriştiği iktidar mücadelesinde Kureyş asabiyetini merkezde tutmak suretiyle hem Adnânî, hem de Kahtânî Arapları’nın desteğini almış, sonuçta bütün bir Arap toplumuna dayanan sosyal taban elde etmişti. Hedefine ulaşıp halîfeliği üstlendikten sonra ise, tüm Araplar nazarındaki etkisini sürdürmek için gerek Mudarî, gerekse Yemenî kabilelere mensup şahısları devlet kademelerinde görevlendirmiş, idarî görevlerin tamamına kendi aile mensuplarını getirmemiştir. Mervân b. Hakem, Saîd b. el-Âs, Abdullah b. Âmir gibi Hz. Osman döneminde görev yapmış Ümeyyeoğulları mensuplarını vali yapmakla birlikte, idarede Emevî etkisini en alt düzeyde tutmaya özen göstermiştir. Nitekim halîfeliğinin başlangıcında Mısır’ı Amr b. el-Âs ve akrabasına, Hicaz’ı Emevîler’in farklı kollarına, Şam’ı Emevîler’in yardımcıları olan Suriyeliler’e, Irak’ı ise Sakîfliler’in kontrolüne vermiş ve böylece Araplar arasında kolektif bir idarî yapı oluşturmuştur. O, yönetimde Arap kabileleri arasında bir denge politikası takip etmekle birlikte, özellikle Sakîf kabilesini ön plâna çıkarmış görünmektedir. Nitekim Şam ve Mısır’ı kendi insiyatifinde tutarken, Irak ve ona bağlı bölgeleri Muğîre b. Şu‘be, Ziyâd b. Ebîh ve Ubeydullah b. Ziyâd gibi Tâifli idarecilere devretmiştir(23).
Yezîd b. Muâviye’nin halîfeliği süresince (H.60-64/M.680-683) ülkenin gerek doğusu gerekse bizzat Suriye’de yerleşik Arap soyları arasında kabile mücadelesi baş göstermiştir. Özellikle Kuzey Suriye ve Mezopotamya’da iskân edilmiş bulunan Kayslılar, Şam’ın güneyinde yaşayan Yemenliler’e yönetimde daha fazla pay verilmesinden rahatsız olmuşlardır. Bu rahatsızlık, II. Muâviye’nin yaklaşık kırk gün süren hilâfeti ve akabinde ölümünden sonraki (H.64/M.683) iktidar boşluğu döneminde daha belirgin hale gelmiştir(24). Nitekim Suriye’deki Kays kabileleri, Muâviye’nin Şam’da oluşturduğu Kays-Kelb birliğinden koparak Hicazda halîfeliğini ilan eden Abdullah b. Zübeyr’e destek vermişlerdir(25). Bu şekilde Emevîler’in üzerine iktidarlarını bina ettikleri Adnânî ve Kahtânî ayakları birbirinden ayrılmış, onların en çok güvendikleri Şam’da bütünlük bozulmuş, birbirlerini destekleyen unsurlar rakip, hatta düşman haline gelmişler, neticede Iraklılar’a karşı dayanışma içinde hareket eden Şamlılar bu defa kabile merkezli bir bölünme yaşamışlardır(26). Mervân b. Hakem kendisini destekleyen Yemen asıllı kabilelerden oluşan bir ordu hazırlayıp kendilerinden ayrılan Dahhâk b. Kays liderliğindeki Kaysîler üzerine yürümüş Şamlıların iç savaşı olarak kabul edilen Merc-i Râhıt Muharebesi’nde Yemenliler üstünlük sağlamışlardır. (H.64/M.683)
Mervân b. Hakem’in kısa süren idaresinden sonra (H.64-65/M.684-685) halîfe olan oğlu Abdülmelik(H.65-85/M.685-705), yönetiminin başlangıç yıllarını devlet bütünlüğünü sağlamakla tamamlamıştır. Bu süreçte en ciddi siyasî rakibi görünen ve ülkenin doğu eyaletlerini kontrol eden Abdullah b. Zübeyr üzerine harekete geçerek bilhassa Haccâc b. Yûsuf’un gayretleriyle ülkede siyasî birliği yeniden sağlamıştır(27). Abdülmelik, yönetimde kendi aile mensuplarını görevlere getirmekle birlikte, Irak-Horasan hattının idaresini kudretli valisi Sakîfli Haccâc’a bırakmıştır(28).
Abdülmelik, iktidarlarını borçlu oldukları Şam Yemenîlerine birtakım avantajlar sağlarken, buna karşılık Irak’ta çoğunluğu ellerinde bulunduran Kaysîlere bölgenin idaresinde öncelik tanımış, bu şekilde Yemenî-Mudarî rekabeti arasında bir denge kurmak, her iki grubun asabiyetini tatmin etmek suretiyle onların desteğini kazanmaya çalışmıştır. Şam’da Yemenîler’in önceliği halîfe eliyle sağlanırken, Irak’ta Kaysî asabiyetini elde tutma misyonu Sakîfli Haccâc tarafından gerçekleştirilmiştir. Nitekim halîfenin doğu politikasının yansıması olarak Haccâc Irak’taki yönetim kademlerine genellikle Kaysîler’i getirmiş, bunun sonucunda Kays’ın mühim kollarından olan Sakîf kabilesine mensup yakınlarını önemli noktalara yerleştirmiştir (29).
Babasından güçlü bir devlet devralan Velîd b. Abdülmelik döneminde (H.86-96/M.705-715) Emevîler en parlak dönemlerini yaşamışlardır. Ülkenin doğu ve batısında gerçekleştirilen fetihler Müslümanları meşgul ettiği için, kabileler kendi aralarında asabiyet kavgalarına fırsat bulamamışlardır. Bununla birlikte kabile rekabetleri potansiyel olarak varlığını sürdürmüştür. Velîd, Yemenîler ve Kaysîler arasında hassas dengeyi korumak için özen göstermekle birlikte, özellikle Irak-Horasan-Mâverâünnehr bölgesinde babasına iktidar yolunu açan Haccâc’ı valilik görevinde tutarak idarede Kaysî asabiyetine meyletmiş görünmektedir(30).
Emevî devletinde asabiyetin devlet siyaseti üzerinde zaferini ilân etmesi süreci, Süleyman b. Abdülmelik’in hilâfeti dönemine (H.96-99/M.715-717) tekabül eder. Öyle ki onun idaresinin en önemli hadiseleri Kuzeyli ve Güneyli Arap kabilelerinin iktidar kavgaları kabul edilir. Nitekim bu tarihten itibaren kabilelerden her biri halîfeye tam destek verirken, diğeri de muhalefet tarafını oluşturmuş, iktidar yetkisini eline geçirenler, yönetimin tüm imkânlarını kullanmak suretiyle muhalefete karşı baskı yapmışlar, haksızlık ve zulme varan uygulamalar gerçekleştirmişlerdir(31).
Süleyman’ın selefi Velîd, halîfeliği döneminde veliahd kardeşini azledip yerine oğlu Abdülaziz’i tayin etmek istemiş, onun bu kararına Irak bölge valisi Haccâc da destek vermişti. Ancak veliahda biat prosedürü tamamlanamadan Velîd’in ani ölümü Süleyman’a halîfelik yolunu açmıştır. Onun halîfe olduktan sonraki ilk icraatı ise kendisinin veliahdlıktan azledilmesini destekleyenleri cezalandırmak olmuştur. Süleyman b. Abdülmelik geçmiş yönetimden intikam almak için önce Sind fatihi Muhammed b. Kâsım’ı öldürttü (32). Endülüs topraklarını Müslümanlar’a kazandıran Târık b. Ziyâd ve Mûsâ b. Nusayr’ı görevlerinden alıp Endülüs’te Mûsâ’nın yerine vekil bıraktığı oğlu Abdülaziz’in katledilmesini sağlandı(33). Nihayet Horasan valisi Kuteybe b. Müslim isyana zorlandıktan sonra öldürüldü(34).
Süleyman yönetimde açıkça Yemenî taraftarı politika takip etti. Halîfe ülkenin doğu bölgelerinin idaresini Yezîd b. Mühelleb eliyle Yemenlilere devretti. Yezîd bu fırsatı değerlendirerek kardeşlerinden Muhalled’i Semerkant, Müdrib’i Belh, Muhammed’i de Merv’e tayin ederek Horasan’ı tamamen ailesinin kontrolüne aldı. Halîfe Süleyman’ın uygulamaları, kabile çekişmeleri sebebiyle zaten hassas dengeler üzerinde yürüyen Emevî siyasetini rayından çıkarmış, asabiyeti daha belirleyici konuma gelmiştir.
Süleyman b. Abdülmelik’in halîfeliği döneminde aldığı kararların en mühimi yerine Ömer b. Abdülaziz’i halef tayin etmesidir(35). Kabile desteği almaksızın halîfeliğe gelen, şahsî özellikleri ve dindar kişiliği ile temayüz eden Ömer b. Abdülaziz (H.99-101/M.717-720) sadece Adnânî ve Kahtânî şeklinde bölünmüş Arap gruplardan değil, Emevîler’le sürekli savaşan Hâricîler’den dahi saygı görmüş, bu sayede kabileler üstü bir konum elde ederek hiçbir Emevî halîfesine nasip olmayan toplumsal destek görmüştür. Halîfe bu konumuyla, soyu itibariyle hangi tarafa mensup olursa olsun, hatalı davranış içine giren valileri rahatlıkla görevden alabilmiş ve bu icraatı sebebiyle herhangi bir itirazla karşılaşmamıştır. Dolayısıyla onun idaresinde gerek Yemenî, gerekse Mudarî asabiyetinin etkinliğinden bahsedilemez. Ancak asabiyetin etkinliğini azaltma sadedinde gerçekleştirilen bu adımlar sadece iki yıl sürmüş, Ömer b. Abdülaziz’in vefatıyla birlikte geleneksel kabilecilik anlayış yönetimi tekrar etkisi altına almıştır.
Ömer b. Abdülaziz’den sonra Emevî saltanatına geçen Yezîd b. Abdülmelik (II. Yezîd) (H.101-105/M.720-724), selefinin uygulamalarının tersyüz eden bir siyaset takip etmiştir. Onun idaresindeki en belirgin tezahür, yönetimde asabiyetin yeniden etkin hale gelmesidir. Nitekim yeni halîfe icraatına Ömer b. Abdülaziz’in valilerini azlederek başlamış, daha önce Yemenî siyaset takip eden Süleyman b. Abdülmelik’in uygulamasının aksine Kaysîleri önceleyen bir yönetim sergilemiştir. Onun Kaysî siyaset takip etmesinde Kaysîler’in efsanevi önderi kabul edilen Haccâc’ın yakın akrabası bir kadınla evlenmiş olmasının etkisi vardır(36).
Yezîd’in Yemenîleri dışlayan politikası, sonuçta Irak’ta Yezîd b. Mühelleb isyanının çıkmasına sebep olmuştur. Hicretin 101. (M.719) yılında meydana gelen bu hadise ancak Şam’dan gönderilen bir ordu yardımıyla bastırılabilmiştir(37).
Gerek Süleyman, gerekse Yezîd döneminde karşılıklı olarak önce Kaysî, sonra da Yemenîler’e idare eliyle yapılan baskılar, Emevî devletinin kurucu unsurları Adnân ve Kahtân soylarının birbirlerine olan düşmanlıklarının derinleşmesine, neticede idarenin özellikle Araplar nazarındaki meşruiyetinin zedelenmesine sebep olmuştur. Halîfelerin uygulamalarıyla şiddetlendirdikleri iki Arap soyu arasındaki niza, bir taraftan fetihleri sekteye uğratmış, diğer taraftan da dâhilî problemlerin artmasına sebep teşkil etmiştir. Üstelik asabiyet çekişmeleri, batıda Rumlar, kuzeyde ise Hazarlara Emevîleri tehdit etme fırsatı vermiş, diğer taraftan devletin doğudaki karışıklıklarla meşgul olması sebebiyle Endülüs toprakları kaderine terk edilmiştir(38).
Hişâm b. Abdülmelik’in hilâfete geldiği dönem (H.105-125/M.724-743), Emevîler devletinde Yemenîler’le Mudarîler’in kabile rekabetlerinin had safhaya ulaştığı zamana tesadüf eder. Zira devlet, Süleyman zamanında Yemenî, Yezîd döneminde Kaysî siyasetle yönetilmiş, idareciler kabilecilik sebebiyle politize olmuş, bunun sonucunda Emevî saltanatı asıl kurucu unsurları olan iki Arap soyuyla sorunlu hale gelmiştir. Dolayısıyla Hişâm uzun halîfelik dönemini Kaysî-Kelbî uçlarında dolaşan Emevî siyasetini merkeze çekme, Araplar arasında denge politikası sağlama çabalarıyla harcamıştır. Yıllara dayanan düşmanlığı bitirip Kelbî ve Kaysîler’i bir araya getirmek ve onları ortak bir hedefte birleştirmek artık mümkün olmadığı için halîfe, Kelbî veya Kaysî asabiyetine eşit uzaklıkta dengede tutmak suretiyle devlet yönetimi en azından kabile politikalarının uygulayıcısı olmaktan çıkarmaya çalışmıştır.
Hişâm’ın kabileler arasında denge sağlama siyasetinin ilk adımı, selefi Yezîd zamanında Irak genel valiliğine getirilmiş olan fanatik Kaysî Ömer b. Hübeyre’yi Hicretin 105. (M.724) yılında azlederek yerine Hâlid b. Abdullah el-Kasrî’yi görevlendirmek olmuştur(39). Aynı tarihte Hâlid'in kardeşi Esed b. Abdullah da Horasan valisi yapılmıştır(40). Hişâm’ın asabiyeti dengeleyici politika takip etmesi, toplumun tansiyonunu düşürmüş, ayrıca asabiyet yükünden nispeten kurtulan idarenin toplum nazarındaki gücü artmıştır. Bununla birlikte onun icraatı Irak ve Horasan’da çoğunluğu ellerinde bulunduran ve yönetimde kendilerini asıl hak sahibi gören Kayslıları rahatsız etmiştir. Nitekim onlar, valiliğinin onbeşinci yılının sonunda harekete geçerek idarede Yemenliler’e meylettiği suçlamasıyla Hâlid’i azlettirmek için halîfeye şikâyette bulunmuşlar, Kaysîler’in baskısına karşı koyamayan halîfe onu (H.120/M.738) yılında görevden almıştır(41). Hişâm b. Abdülmelik, Irak-Horasan bölgesini uzun yıllar başarıyla idare eden Hâlid’i görevden aldıktan sonra Kaysîler’in siyasî beklentilerini yerine getirmek zorunda kalarak Irak bölgesine Ömer b. Hübeyre gibi aşırı Kaysî olan ve eski Irak valisi Haccâc b. Yûsuf’un amcasının oğlu Yûsuf b. Ömer’i tayin etmiştir. (H.120/M.738) (42).
Hişâm’ın, Kaysî asabiyetini teskin amacıyla gerçekleştirdiği anlaşılan tayinler, ülkede Mudar kabilelerinin etkinliğinin daha da artmasına sebep olmuştur. Ancak onları memnun eden uygulamalar, aynı zamanda yönetimi sıkıntıya sokan iki büyük isyanın önemli nedenleri arasında yer almıştır. Bunlardan birincisi Hâlid b. Abdullah’ın yerine vali tayin edilen Yûsuf b. Ömer’in valiliği döneminde gerçekleşen Zeyd b. Ali liderliğindeki Şii isyanıdır. (H.121-122/M.738-739). Kaysîler’in siyasî rakibi Yemenîler’in açık destek verdikleri bu isyanda liderleri başta olmak üzere birçok Şii öldürülmüştür. Bu gelişmeler özelikle Şia gruplarının Emevî idaresine karşı düşmanlıklarını daha da artırmıştır(43). Hişâm b. Abdülmelik döneminde meydana gelen ikinci isyan, Mağrib valileri Kayslı Ubeyde b. Abdurrahman (H.110-116/M.728-734) ile halefi Ubeydullah b. Habbâb’a (H.116-123/M.734-741) karşı gerçekleştirilen Hâricî-Berberî ayaklanmalarıdır (44).
İktidarda Kaysîler ve Yemenîler arasında denge kurmaya çalışan ve kendisinden önceki halîfeler Süleyman ve Yezîd ile mukayese edildiğinde bu siyasetinde başarılı olan Hişâm’dan sonra Emevî idaresine geçen Velîd b. Yezîd (II. Velîd) (H.125-126/M.743-744), selefinin tüm kazanımlarını boşa çıkartarak yoğun olarak asabiyet ağırlıklı bir politika takip etmiştir. Hişâm’ın siyasî ve sosyal şartlar sebebiyle taktik gereği tercih etmek zorunda kaldığı Kaysî politika, Velîd zamanında aleni bir şekilde Yemenli düşmanlığına dönüşmüştür.
Velîd b. Yezîd hilâfete geldiğinde ilk önce Hişâm zamanında görevde kalabilen Yemenî idarecileri azledip yerlerini Kaysîler’i atamıştır. Kendisine nispet edilen bir kaside Adnânîliği ile övünürken, Yemenliler’le alay etmesi onun açıkça bir kabile bloğunun (Kaysî) siyasî temsilcisi konumuna düştüğüne işaret eder(45). Nitekim Yemenî düşmanlığını tescil edercesine Hişâm zamanında Irak’ı on beş yıl yöneten ve Kaysîler’in baskısı sebebiyle önce azledilip ardından hapsedilen eski Irak valisi Hâlid b. Abdullah’ı Kaysî Irak valisi Yûsuf b. Ömer’e 50 milyon dirhem karşılığında satmış, Yûsuf da Yemenî düşmanlığını Hâlid’i işkenceyle öldürmek suretiyle göstermiştir(46).
Halîfe Velîd tarafından kabilelerine karşı açıkça düşmanlık yapılması ve Hâlid b. Abdullah’ı işkence altında öldürülmesi, özellikle Şam’da bulunan Güney Arapları’nın infialine sebep olmuştur(47). Nitekim bölgedeki Yemenîler, hanedanın güçlü üyesi Yezîd b. Velîd b. Abdülmelik’e (III. Yezîd) giderek onun önderliğinde ayaklanma teklif etmişlerdir. Bunun üzerine Yezîd, Hicretin 126. (M.744) yılında Yemenli kabilelerin desteğini alarak bir ihtilâl başlatmış, bunun sonucunda Velîd’i ortadan kaldırarak Emevî devletinin yeni halîfesi olmuştur(48). Yezîd b. Velîd, Güneyli Araplar’ın yardımlarıyla göreve geldiği için idarede onlara öncelik tanıyan siyaset takip etmiş, bu doğrultuda selefinin tayin ettiği bütün Kaysî valileri azledip yerlerine Yemenlileri getirmiştir(49).
Yezîd b. Velîd, iktidara Yemenliler’in destekleriyle geldiği için onların siyasî talepleri doğrultusunda hareket etti. Bunun ilk adımı olarak Hâlid b. Abdullah’ın öldürmesi sebebiyle Güney Arapları’nın nefretini kazanan Irak valisi Yûsuf b. Ömer’i azletti (50). Bu defa da yönetimden dışlanan Kaysîler yeni halîfeye karşı Filistin, Şam ve Irak’ta ayaklanma başlattılar. Kaysî olarak bilinen Horasan valisi Nasr b. Seyyâr ile Azerbaycan valisi Mervân b. Muhammed,Yezîd’in halîfeliğini tanımadıklarını ilân etmişlerdir ki yeni durum şiddetli asabiyet kavgalarının yaşandığı Horasan’da yeni Kaysî-Yemenî çatışmasının fitilini ateşlemiştir(51).
Kısa süre Emevî saltanatında bulunan Yezîd b. Velîd ölünce kardeşi İbrahim b. Velîd’e biat edilmiştir(52). İbrahim ağabeyi gibi Yemenîler’in desteğiyle yönetimini sürdürmeye çalışmış, bunun üzerine daha önceki halîfe Yezîd’i de tanımamış olan Azerbaycan valisi Mervân b. Muhammed, Mudar kabileleriyle birlikte Dımaşk’i ele geçirip kendisini halîfe ilân etmiştir(53).
Mervân b. Muhammed, Şam’da halkın biatini aldıktan sonra ülkenin başkentini Kaysîler’in hâkim olduğu Harran’a taşıdı(54). Halîfenin ayrılmasından kısa süre sonra Kelbliler, yönetime karşı ayaklanma başlattılar. Son Emevî halîfesi Mervân b. Muhammed halîfeliğinin ilk dört yılını siyasî birliği sağlama çabalarıyla tamamladıktan sonra ancak Hicretin 128 (M.746) yılı sonlarına doğru Şam ve Irak topraklarında kontrolü ele geçirebildi. Ne var ki, bu başarısı, şiddetlenen asabiyet mücadeleleri nedeniyle anlamsız kaldı. Çünkü Şam ve Irak’ta birliği sağlama girişimleriyle meşgul olması, onun Kaysî-Yemenî çekişmesiyle kaynayan Horasan’la ilgilenmesini engelledi. Zira bölgede Ebû Müslim tarafından Abbâsîler adına yürütülen ihtilâl hareketi, Mervân’ın tüm başarılarını boşa çıkardı. Sürekli iç mücadelelerle uğraşan halîfe, Ebû Müslim tehlikesinin vahametini geç de olsa anlayabildi, ancak bunu engellemeye muvaffak olamadı(55).
SONUÇ
Siyaset İslâm tarihinin hiçbir sürecinde Emevî devletinde olduğu kadar asabiyetin tesiri altında kalmamıştır. Nitekim halîfeler gerek sıhrî ilişkiler gerekse şahsî-politik sebeplerle devletin kurucu unsurları olan Yemenî veya Mudarî taraflarından herhangi birinin desteğiyle ülkeyi yönetmeye çalışmışlardır. Bu nedenle Emevîler döneminde bazen Kayslı, bazen de Kelbliler öne çıkmış, iktidara yakın olanlar muhaliflerini baskı altına almışlardır. İktidar el değiştirdiğinde buna bağlı olarak sistemin mağdurları da değişmiştir. Bu şekilde yönetime gelen halîfenin iki zümreden birisiyle olan ilişkisi, ülke siyasetini, dolayısıyla kaderini derinden etkilemiştir. Muâviye, Abdülmelik ve Hişâm gibi dirayetli halîfeler zamanında ve her kesim tarafından kabul görmüş olan Ömer b. Abdülaziz’in iki yıllık yönetimi sürecinde bu çekişmenin etkisi nispeten azaltılmış, en azından yönetimde kabileler arasında hissedilir bir denge sağlanabilmiştir. Ancak Emevî halîfelerinin büyük çoğunluğu iktidarlarının devamını Yemenî veya Mudarî soylarına borçlu oldukları için, icraatlarını dayandıkları kabilelerin önceliklerine göre gerçekleştirmişlerdir. Kabilevî siyaset yönetime hâkim olunca Emevî hilâfeti, asabiyet mücadelesinin mekânı ve icracısı haline gelmiş gerek Yemenî, gerekse Mudarî olsun Arap kabileleri de birbirleriyle giriştikleri asabiyet savaşını Emevî iktidarı üzerinden gerçekleştirmişlerdir. Sonuçta Emevî devleti, aslında Mudarî veya Yemenî iktidarı haline dönüşmüş, hanedanın yöneticileri, bu iki bloktan birinin hâkimiyetinin sembolü konumuna düşmüşlerdir. Tarafların mücadeleleri çeşitli hoşnutsuzluklara, ardından isyan girişimlerine sebep olmuş, bu karışıklık ve dağınıklıktan istifade eden Abbâsîler, Emevîler’den memnun olmayan kitlelerle, Şia ve mevâlî gibi grupların da desteğini alarak ihtilâl gerçekleştirmişlerdir. Onların başarısında dönemin güçlü muhalefet grubunu oluşturan Yemenîlerin katkısı büyüktür. Bütün bunlardan yola çıkarak, gerek Emevî devlet siyasetinin belirlenmesi ve yürütülmesinde, gerekse devletinin yıkılmasında Arap kabileleri arasındaki siyasî rekabetin, yani asabiyetin büyük payının olduğunu tespit etmek mümkündür.
*
DİPNOTLAR
(1) İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, I, 605-506; Zebidî, Tâcu’l-Arûs, I, 384.
(2) Nuss, İhsan, el-Asabiyyetü’l-Kabeliyye, s. 158.
(3) Cevâd Ali, el-Mufassal, I, 477.
(4) Tekâsür, 102/1-8.
(5) Hucurât, 49/9-13.
(6) Ahmed b. Hanbel, Müsned,IV, 107, 160; Ebû Davud, Edeb 112.
(7) Müslim, İmâre, 57; İbn Mâce, Fiten, 7.
(8) Buhârî, Cenâiz, 39.
(9) İbn İshâk, Sîretü İbn İshâk, s. 94.
(10) Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 11.
(11) İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, II, 412.
(12) İbn Hişâm, es-Sîre, II, 603; İbn Abdirabbih, Kitabu’I-kdi’l-Ferîd, IV, 57.
(13) Nisâ, 4/1.
(14) Buhârî, Edeb 31; Müslim, Birr 18.
(15) Şuarâ, 83/224.
(16) Yâsîn, 93/69.
(17) Buhârî, Edeb 92; Müslim, Şiir 7-9; Ebû Dâvûd, Edeb 87.
(18) Nayif, el-Edebü’l-İslâmî, Beyrut 1990, s. 172.
(19) İbn Haldûn, Kitabü'l-İber, II, 2, 138-139.
(20) Nuss, İhsan, el-Asabiyyetü’l-Kabeliyye, s. 201.
(21) İbn Kuteybe, eş-Şi‘r ve’ş-Şuarâ, I, 267.
(22) Minkarî, Vak‘atu Sıffin, s. 289-290, 308-310.
(23) Aycan, İrfan, “Emevî İktidarının Devamında Sakîf Kabilesinin Rolü”, AÜİFD, c. XXXVI, Ankara 1997, s. 119-171.
(24) Ya‘kûbî, Tarih, II, 254; Taberî, Tarih, V, 503.
(25) Ya‘kûbî, Tarih, II, 255; Taberî, Tarih, V, 535.
(26) Taberî, Tarih, V, 531, 533.
(27) Taberî, Tarih, VI, 174-175, 187-194; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, I, 21-27.
(28) Taberî, Tarih, VI, 201, 202, 319; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, IV, 33.
(29) Taberî, Tarih, VI, 393, 426.
(30) Taberî, Tarih, VI, 429,434, 449, 481-482, 493.
(31) Ya‘kûbî, Tarih, II, 294-296.
(32) İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, IV, 133-135.
(33) İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, IV, 144.
(34) Taberî, Tarih, VI, 506-522; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, IV, 138-143.
(35) Taberî, Tarih, VI, 555-556; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, IV, 150-152.
(36) Taberî, Tarih, VII, 226.
(37) Taberî, Tarih, VI, 578-602; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, IV, 160-161, 168-177.
(38) Taberî, Tarih, VI, 619, VII, 21, 553-554.
(39) Taberî, Tarih, VII, 26; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, IV, 192.
(40) Taberî, Tarih, VII, 37; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, IV, 195.
(41) Taberî, Tarih, VII, 232-234, 254-261.
(42) Taberî, Tarih, VII, 142-154; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, IV, 235.
(43) Dîneverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 316; Taberî, Tarih, VII, 160-173, 180-191.
(44) İbn Abdilhakem, Futûhu Mısr,s. 216; Taberî, Tarih, VII, 191; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, IV, 222-224.
(45) Dîneverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 319-320; Taberî, Tarih, VII, 234-235.
(46) Taberî, Tarih, VII, 232-234, 254-261; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, IV, 262-264.
(47) Taberî, Tarih, VII, 233, 237.
(48) Dîneverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 321-322; Taberî, Tarih, VII, 231-254; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, 264-269.
(49) Taberî, Tarih, VII, 271.
(50) İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, IV, 272.
(51) Taberî, Tarih, VII, 277-280, 281-285; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, IV, 272, 277.
(52) İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, IV, 278.
(53) Dîneverî, el-Ahbâr’t-Tıvâl, s. 322; Taberî, Tarih, VII, 300-309, 311-312.
(54) Taberî, Tarih, VII, 312.
(55) İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, IV, 299-302, 327-332.
KAYNAKÇA
Ahmed b. Hanbel, Müsned,I-VI, Beyrut ts.
Aycan, İrfan, “Emevî İktidarının Devamında Sakîf Kabilesinin Rolü”, AÜİFD, c. XXXVI, Ankara 1997.
Belâzürî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, (thk. Muhammed Hamidullah), Jerusalem 1963.
Cevâd Ali, el-Mufassal fî Tarihi’l-Arab Kable’l-İslâm, I-X, Beyrut 1993.
Dîneverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, (nşr. Ömer Faruk Tabbâ), Beyrut ts. (Dâru’l-Erkam).
İbn Abdilhakem, Futûhu Mısr ve Ahbâruhâ, (thk. Charles Torrey), Kahire 1991.
İbn Abdirabbih, Kitabu’I-kdi’l-Ferîd, I-VII, Kâhire 1965.
İbn Haldûn, Kitabü'l-İber ve Dîvânü'l-Mübtedei ve'l-Haber, I-V, Beyrut 1971.
İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhafîz Şelebi), I-IV, Beyrut ts.
İbn İshâk, Sîretü İbn İshâk, (thk. Muhammed Hamidullah), Konya 1981.
İbn Kuteybe, eş-Şi‘r ve’ş-Şuarâ, I-II, Beyrut 1983.
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, Beyrut ts., (Dâru’s-Sâdır).
İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, I-IX, Beyrut 1986.
Minkarî, Vak‘atu Sıffin, (thk. Abdüsselâm Muhammed Harûn), Beyrut 1990.
Nayif, el-Edebü’l-İslâmî, Beyrut 1990.
Nuss, İhsan, el-Asabiyyetü’l-Kabeliyye ve Eseruhâ fi’ş-Şi‘ri’l-Emevîyye, Beyrut 1964.
Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XI, Beyrut ts. (Dâru’s-Süveydân).
Ya‘kûbî, Tarih, Tarih, I-II, Beyrut 1960.
Zebidî, Tâcu’l-Arûs, I-X, Beyrut ts., (Dâru Sâdır).











HABERE YORUM KAT