1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. İrtibatı hiç kesmemenin yol açtığı irtibatsızlıklar
İrtibatı hiç kesmemenin yol açtığı irtibatsızlıklar

İrtibatı hiç kesmemenin yol açtığı irtibatsızlıklar

Gökhan Özcan, modern teknolojinin insanları sürekli bağlantıda tutmasının yol açtığı kronik tetikte olma halini ve bunun etkilerini değerlendirdi.

15 Aralık 2025 Pazartesi 15:38A+A-

İrtibatı Hiç Kesmemenin Yol Açtığı İrtibatsızlıklar

Gökhan Özcan / Fokus+


 

Marry Harron’un 2000 tarihli kült film ‘Amerikan Sapığı’nın baş karakteri Patrick Bateman kontrol takıntısını şu sözlerle ifade ediyordu: “Sabah rutinim, bana bir miktar kontrol hissi veriyor. Her zaman tetikte olmanın getirdiği kontrolsüzlük hissine karşı bir panzehir bu.”  

Patrick Bateman epeyce sorunlu bir karakterdi ancak sözlerinde hepimizi az ya da çok içine alan gerçekler var. Zorunluluklar üzerine kurulu yeni gündelik yaşantımızın kodladığı kaygılara karşı hepimiz farkında olalım ya da olmayalım, abartılı bir rutine tutunma çabası içindeyiz.  

Modern hayatın sunduğu yeni teknolojik imkanlar, multi-fonksiyonel araçlar, anlık ve çok yönlü iletişim, sınırsız enformasyon akışı gibi yenilikler hepimizin işini kolaylaştırdı. Bu kolaylıklar sebebiyle onları hayatımıza kabul etmekte çok fazla tereddüt etmedik. Ancak her değişimin farklı ve her zaman yararımıza olmayan bazı etkileri olduğunu da hesaba katmamız gerekiyordu. Bu araçlar hayatımızın kılcal damarlarına o kadar girdi ve yerleşti ki, neredeyse onlara bağımlı bir halde yaşamaya başladık. Hal böyle olunca o araçların kurgusal pratikleri bizim gündelik hayatlarımızın da mecburi istikameti haline geldi. Zamanın kullanımını farkında bile olmadan onların planına ve işleyişine göre ayarlar hale geldik. Bu, her an onlara entegre olmamız ve onların dayattığı gereklere göre yaşamamız demekti. Bu entegre hayatın ön şartı, ‘irtibatı kesmemek’ti. Dolayısıyla sürekli tetikte yaşamak zorunda kaldık ve kalıyoruz. 

Sizler de rastlamışsınızdır; işin uzmanları bu sürekli tetikte yaşama halinin insan tabiatına zarar verdiği yolunda uyarılarda bulunuyor. Batıdaki adı ‘kronik hiper vijilans’ olan bir arıza bu. Bu kavram, akışına bırakmayı unutan, daima bir sonraki tehdidi, görevi veya gelişmeyi bekleyen bir zihin yapısının insanlar üzerindeki hakimiyetini ifade ediyor. Sürekli içimizde bir huzursuzluk, bir şeyleri unutuyor ya da kaçırıyor olma hissi var ya, aslında tam olarak bu arızanın yol açtığı kaygılar bunlar! Sadece bireysel hayatları etkileyen bir şey değil bu; hayatın her alanını etkiliyor. Şu anda bütün dünyada müşterisini bu kronik kaygı halinden çıkaran bir ‘kaygı ekonomisi’ oluşmuş durumda ve o ekonominin ekmeğini kaygılarımızdan çıkaran sektörleri var. 

Geçmişteki insan toplulukları da kaygılardan tamamen azade değildi elbette; ancak o zaman her biri doğrudan o insanlar için tehdit oluşturan somut sebepleri vardı bu kaygıların. Büyük felaketler, salgın hastalıklar, yırtıcı hayvanlar vesaire… Zaman zaman ortaya çıkan bu türden tehlikelere karşı tetikte olur, durum değiştiğinde kaygılanmayı bırakıp normale dönerlerdi. Oysa modern dünyada, bu hayati alarm sistemi, daimi bir uyarı moduna kilitlenmiş durumda. Yani sürekli tetikte olmak gerekiyor. Çünkü geçmişin sürekliliği olmayan arızi tehlikelerinin yerini; belki daha az tahripkar, daha sıradan ama sürekliliği olan ve bir şekilde hayati olduğuna inandırıldığımız riskler aldı. Tehlikeler eskiden olduğu kadar somut değil, kaçırılan bir e-posta, düşen borsa endeksi, sosyal medyadaki olumsuz bir etkileşim veya belirsiz bir gelecek kaygısı… Görüldüğü üzere sürekliliği olan ve aslında somut da olmayan muhtemel tehlikelerden söz ediyoruz; durmayan bir akışın içinde kendini sürekli güncelleyen risklerden! 

İşin uzmanları bu sürekli akışın ve içindeki potansiyel risklerin beyni de sürekli tetikte olmaya sevk ettiğini ve bunun ‘dinlenemeyen beyin sendromu’na yol açtığını söylüyor. Yani bu sürekli tetikte olma hali bizi kronik yorgun bir zihinle yaşamak zorunda bırakıyor. 

Bunun tekno-hayatın bir yan etkisi olduğunu en başta söyledik. Mesela akıllı telefonların ticari mantığında, sürekli bir ‘giriş’ kaynağı oluşturarak, gelen bildirimlerle beynin ödül merkezini tetiklemek ve bizi durmaksızın cihazı kontrol etmeye zorlamak gibi bir hedef var. Bu durum, o ürünün müşterisi olarak bizim sürekli olarak dış dünyaya odaklanan bir döngünün içine sokulmamız anlamına geliyor. İç dünyamızla bağımızı zayıflatmak, hatta koparmak pahasına!  

Bunu gözü kapalı yapıyoruz çünkü hepimizin zihninde ‘Bir şey kaçırma’ korkusu yer etmiş durumda… Üstelik; kaçırmaktan çok korktuğumuz bütün o şeyler aslında bizimle hiç ilgisi olmayan ya da kaçırdığımızda hiçbir şeyi değiştirmeyecek önemsiz şeyler çoğunlukla… Başkalarının yapıp ettikleri, başarıları başarısızlıkları, yedikleri içtikleri, güldükleri ağladıkları şeyler…  

Sosyal medyayı, haber akışını, trend topic listelerini, e-postaları kontrol etme güdüsü, gelen mesajlara anında cevap verme baskısı gibi şeyler beynin sürekli olarak bir ‘acil durum’ hali yaşamasına sebebiyet veriyor. Çünkü sosyal medya gereklerine göre sürekli göreve hazır halde yaşamak, ‘mükemmel kullanıcı’yı, ‘sadık takipçi’yi ve ‘istikrarlı paylaşıcı’yı oynamamız, sürekli tetikte olmamız gerekiyor. Aksi halde devre dışı kalıyoruz ve uyduruk gereklilikleri yerine getirememek, dolayısıyla da akışın dışına düşmek ihtimali en büyük korkumuz haline geliyor. Günümüz için en büyük kusurlardan biri bu devre dışılık hali çünkü! 

Sosyal medya etkisi 

Sosyal medyanın hepimizi az ya da çok inandırdığı kusursuzluk illüzyonu, sürekli olarak kendi hayatlarımızı başkalarının filtrelenmiş, makyajlanmış, rötuşlanmış hayatlarıyla karşılaştırmamıza ve yetersizlik kaygısı çekmemize sebep oluyor. Dijital platformlar ve medya şirketleri, kullanıcıların dikkatini en değerli meta olarak görüyor. Kullanıcıların dikkati de en hızlı şekilde korku, öfke, endişe gibi duyguların kışkırtılmasıyla yakalanıyor. Bu sebeple içerikler, bizi ekrana kilitlemek adına sıklıkla kriz, tehlike veya aciliyet duygusu yayıyor. Yani bu platform ve şirketler, bizi sürekli tetikte tutarak para kazanıyor. Kaygı arttıkça, insanlar doğal olarak çözüm arayışına giriyor. Bu durum, anksiyete ilaçlarından kişisel gelişim gruplarına, farkındalık uygulamalarından strese yönelik ürünlere kadar geniş bir yelpazede ‘çözüm’ satan endüstrileri besliyor. Ve böylelikle, esiri haline getirildiğimiz kaygılar, bu ekonominin hem hammaddesi hem de ürünü haline geliyor ve işlenerek sürüme sokuluyor.  

Aynı şey bir başka boyutuyla iş hayatının kodlarında da var. İş yerlerinde herkese bir idealmiş gibi dayatılan ‘her zaman ulaşılabilir olma’ ve ‘en yüksek verimlilik’ hedefleri, çalışanların sürekli olarak kendilerini yetersiz hissetmelerine sebep oluyor. Bu da tükenmişlik sendromunun temel tetikleyicilerinden biri oluyor.  

 

Akışına bırakamayan beynin insanlar için maliyeti baştan beri vurguladığımız gibi ağır… Bu konuda artık araştırmalarla kanıtlanmış birtakım gerçekler var: “Sürekli gerilim hali, stres hormonlarının kronik olarak yüksek kalmasına neden oluyor. Beyin, sürekli alarm durumunda enerji tükettiği için odaklanma sorunları, hafıza zayıflığı ve karar verme yeteneğinde düşüş yaşanıyor. Belirsizliğe tahammül edememe, sürekli kontrol ihtiyacı ve gelecek kaygısı, kronik anksiyete bozukluklarının ve depresyonun yaygınlaşmasına zemin hazırlıyor. Sürekli yüksek enerji ve dikkat seviyesinde kalmaya çalışmak, nihayetinde vücut ve zihnin tamamen iflas etmesine, yani tükenmişliğe yol açıyor. En önemlisi, bireyin hayatın küçük anlarından keyif alma yeteneği kayboluyor; ‘şu an’ yerine ‘bir sonraki an’a odaklanıldığı için, kişi gerçek anlamda yaşama tecrübelerini kaçırıyor.” 

Bu kısır döngüden kurtulmanın yolu belli, doğru kabul ederek tereddütsüzce hayatımıza kattığımız yeniliklerin önkabulsüzce muhasebesini yapmamız gerekiyor. Teknolojiyi tamamen reddetmek bugün gelinen noktada artık bir çözüm değil; ancak insanca bir hayata geri dönebilmek ve boş kaygıların hayatımızı ele geçirmesine engel olabilmek için teknolojiyle ilişkimizi yeniden tanımlamak ve içsel kontrolümüzü geri kazanmak zorundayız. Bunun söylendiği kadar kolay yapılamayacağı ise maalesef bir başka gerçek! 

Aslında basit çareler öneriliyor: Belirli saatlerde cihazlardan uzak durabilir, bildirimleri kapatarak ve bilginin sürekli akışını bilinçli olarak keserek duygusal ve dijital bir detoks gerçekleştirebilir, beynin dinlenmesine ve iç sesine odaklanmasına imkân tanıyabiliriz. Kusursuzluk saplantısından uzaklaşarak, hatalara ve aksaklıklara izin verebilir, kontrolümüz dışındaki durumları kabullenmeyi yeniden öğrenebilir, beynimizi biraz daha fazla rahat bırakabilir ve dinlendirebiliriz. Yeniden gerçek sosyal hayata dönebilir, tabiatla biraz daha iç içe yaşayabilir ve hayatı eskiden olduğu haliyle doğrudan tecrübe etmeye başlayabiliriz. Kulağa ne kadar distopik geliyor değil mi bu çareler? Oysa bu şuursuzca teknolojik sıçramanın öncesinde hayatın tabiatı tam da böyle bir şey değil miydi? 

 

 

HABERE YORUM KAT