
Hasan Sabbah ve “Haşhaşiyûn”
.
"DAĞIN ŞEYHİ"NİN FIRTINALI YAŞAMÖYKÜSÜ
Hayatı efsanelerle örülü olan Hasan Sabbah'ın, 1046-47 veya 1053-54 yılında İran'da İmâmiyye Şiası'nın önemli merkezlerinden biri olan Kum şehrinde doğduğu rivayet edilir. Kendisi, hayatını anlattığı ve adamlarının Sergüzeşt-i Seyyidinâ adını verdikleri eserinde, aslen Güney Yemen'de hüküm süren Himyerî krallarının soyuna mensup olduğunu, babasının Yemen'den Kûfe'ye göç ettiğini, oradan da Kum'a ve nihayet Rey şehrine geldiğini ve kendisinin de burada doğduğunu yazmaktadır.
Âlim kişiliğiyle tanınan babası Ali b. Muhammed, İmâmiyye Şiası'nın önde gelen simalarından biriydi. Oğlunun eğitimiyle yakından ilgilendi; özellikle felsefî ilimler, kelâm, mantık, fıkıh ve riyâziyat sahasında köklü bilgiler kazanmasını sağladı.
Hasan Sabbah'ın Selçuklu veziri Nizamülmülk ile Ömer Hayyam'ın arkadaşı olduğu, birlikte okudukları, aralarından kim daha önce ikbal ve servete ulaşırsa onun diğerlerine yardım edeceğine dair ahitleştikleri, Nizamülmülk'ün vezir olunca Hasan Sabbah'a valilik teklif ettiği; ancak onun merkezden uzaklaşmamak için sarayda bir görev istediği, bu isteği kabul edilince de Nizamülmülk'ün makamına göz diktiği, bunu fark edince ünlü vezirin onu Sultan Melikşah'ın gözünden düşürüp saraydan uzaklaştırdığı ve Hasan Sabbah'ın da Mısır'a kaçtığı çeşitli kaynaklarda rivayet edilmektedir. Nitekim ünlü romancı Amin Maalouf da Semerkant adlı romanını böyle bir kurgu üzerinden ve onları akran kabul ederek yazmıştır. Ancak yapılan araştırmalar ve tarihi veriler göz önünde bulundurulduğunda, Nizamülmülk'ün 30 ya da 16 yaş daha büyük olduğu ve bu hikâyenin büyük ölçüde asılsız rivayetlere dayandığı söylenmelidir.
Hasan Sabbah, gençken din âlimi olmak istiyordu. Bunun için IX. yüzyıldan itibaren dâilerin önemli merkezlerinden biri hâline gelen Rey şehrine yerleşti. Burada tahsil gördü ve İmâmiyye Şiası'na bağlı kaldı. 17 yaşına geldiğinde, Emîre Zarrâb adlı bir Fâtımî dâisiyle karşılaştı ve onun konuşmalarından etkilenerek İsmailiyye mezhebine intisap etti.
1072'de Rey'e gelen Irak bölgesi başdâisi İbn Attâş, Hasan'ın kabiliyetli ve zeki biri olduğunu anladı ve ona Fâtımî halifesi Müstansır-Billah'ın yanına gitmesini, esrâr-ı ilâhiyyeyi öğrenmesini tavsiye etti. Hasan Sabbah, bu tavsiyeye uyarak, İsfahan yöresinde İbn Attâş'ın vekili sıfatıyla iki yıl davette bulunduktan sonra Akkâ'ya varıp deniz yoluyla Mısır'a geçti.
1078'de Kahire'ye ulaşan Hasan Sabbah'ı başdâi Ebû Dâvud karşıladı ve halife Müstansır-Billah ile görüştürdü. Yakın ilgi gören Sabbah'a, halife hüccet (vekil) unvanı verdi ve ileride Horasan bölgesinde kendisi adına davette bulunmasını istedi.
Hasan Sabah, Müstansır-Billah'tan sonra hilafet makamına Nizar'ın geçmesini istiyordu. Ermeni asıllı vezir ve başkumandan Bedr el-Cemâlî ise küçük oğlu Ahmed el-Müsta'lî'nin geçmesinden yanaydı. Vezir, kendisine muhalefet eden Hasan Sabbah'ı önce hapse attı, sonra da ülkeden sürdü.
Hasan Sabbah, 1081'de İsfahan'a ulaştı. Dokuz yıl bütün İran'ı dolaşarak Bâtıniliğin propagandasını yaptı. Daha sonra Hazar Denizi sahillerine, Gilan, Mâzenderan ve Deylem'in dağlık bölgelerine yöneldi.
Deylemliler sert ve başına buyruk insanlardı. Savaşçı bir kavim oldukları öteden beri biliniyordu. Hiçbir zaman itaat altına alınamamışlardı. Hasan Sabbah, üç yıl çalışarak en büyük gayretini Şii propagandadan öteden beri etkilenen bu bölgede harcadı. Dağlardaki muharipleri saflarına çekmeyi başardı. Gönderdiği dâilerle yöre halkının da sevgisini kazandı.
Durumdan haberdar olan Selçuklu veziri Nizamülmülk, Rey'deki görevlilere onu yakalamaları için emir verdi. Hasan kaçıp Kazvin'e gitmeyi başardı. Sonunda Rûdbâr vadisinde kendisine karargâh seçtiği ve "beldetü'l ikbâl" adını verdiği müstahkem Alamut Kalesi'ne yerleşerek, Nizarî – İsmailî Devleti'ni kurdu (4 Eylül 1090).
Kaleyi tahkim ettirdi. Surları yükseltti, içinde yeni bir dizayn gerçekleştirdi, etrafını korunaklı hâle getirdi. Yiyeceklerin, uzun süre bozulmadan saklanabileceği bir tür soğuk hava depoları kurdu. Dağlardan kale içine uzanan su kanalları yaptı. Kaleyi kuşatmalara dayanıklı, ele geçirilemez bir hâle getirdi. Eğitimli ve çevik bir askerî birlik oluşturdu. Böylece askerî karargâh ve idari merkez olarak kullandığı Alamut'tan, davet çabalarını ve düzenlediği operasyonları yönetmeye başladı. Kale, Elbruz Dağlarının üstündeydi. Bu dağlar, Demavend yanardağı ile 6 bin metrede en yüksek noktasına ulaşmakta ve Hazar kıyıları ile merkezî İran yaylası arasında aşılması zor bir engel oluşturmaktaydı. Tahran'dan çok uzak olmamasına karşın, gözlerden ırak kalan bu dağlık ve ıssız bölgeye ulaşmak güçtü.
Bu arada Müstansır'ın ölümüyle Mısır'da onun yerine Bedr el-Cemalî'nin desteklediği Müsta'li-Billah geçti (1094). Hasan Sabbah, onu tanımadı ve Nizar'ı destekledi, onun adına hutbe okuttu. Nizar'ı Alamut'a davet etti ve ardından Fâtımîlerle ilişkilerini kesti.
Fedailerinin eğitimine önem veren Hasan Sabbah, fırka düşmanlarının sadık fedailer tarafından öldürülmesini bir inanç ilkesi hâline getirdi. Bu amaçla yetiştirdiği müritlerine sadece kendi görüşlerini ve davasını aktardı, başka konularda onları cahil bıraktı. İnsanların, dini, her devirde masum bir imamın nezaretinde öğrenebileceğini ileri sürdü. Propagandaya ve örgütlenmeye önem verdi.
Bâtınilik, Hasan Sabbah ile yeni bir hüviyet kazandı. Dağın şeyhi, davetle yetinmedi. Kimi adamlarına haşhaş içirerek, onları eli hançerli suikastçılar hâline getirdi. Adamlarına cennet vaat ediyor, beyinlerini yıkayıp uyuşturuyor ve emirlerini yerine getirmelerini sağlıyordu. Zamanla dinî gayret geri plana itilmiş, siyasal boyut öne çıkmıştı.
Hasan Sabbah, kurduğu teşkilat ve eğittiği fedailer eşliğinde mevcut sosyal ve siyasal düzeni çökertmek istiyordu. Buna karşı çıkan birçok devlet adamını ya da dini açıdan eleştiren birçok din adamını, kendine has yöntemlerle ortadan kaldırmaya başladı. Bu işlerde kullandığı adamlarına esrar içirdiği için, onları aşağılamak amacıyla hasımları tarafından kendilerine "haşîşiyye, haşşâşin, haşhaşîler" gibi isimlendirmeler verildi. Ki bu sözcüğün süreç içerisinde, "suikastçı" anlamını karşılayacak şekilde Batı dillerine de geçtiği kabul edilmiştir.
TAKİP, KUŞATMA VE SUİKASTLAR
Şeyhü'l Cebel, birçok insanı propaganda veya tehditle kendi mezhebine çekmeyi başardı. Kesintisiz bir propaganda yaptığı için de kurduğu teşkilat, dinamik ve uzun ömürlü oldu.
Büyük Selçuklu sultanı, Alparslan'ın oğlu Melikşah, İslâm dünyası ve kendi devleti için ciddi bir tehlike olarak gördüğü Hasan Sabbah ve adamlarıyla mücadeleyi bir devlet politikası hâline getirdi. Bir yandan Nizâmiye medreseleriyle Sünniliği takviye ederek onlarla ilmî sahada mücadele verirken, öte yandan Alamut ve Rûdbâr bölgesindeki komutanlarına Sabbah'a bağlı bulunan ahalinin başka bölgelere nakledilmesi emrini verdi. Devlet tarafından en büyük iç tehdit olarak görülen Nizariler, zorunlu tehcir politikalarıyla yerlerinden yurtlarından edildi. Yerleşim birimleri kuşatıldı, köyleri yakılıp boşaltıldı, bulundukları yerlerde adeta sıkıyönetim ilan edildi.
Melikşah'ın emriyle, ünlü birçok komutan Alamut üzerine yürüdü. Bu komutanlardan Yoruntaş, Alamut'u kuşattığı sırada öldü. Daha sonra Selçukluların gözde subaylarından Emir Arslantaş ile Emir Koltaş, büyük bir orduyla Hasan Sabbah ve başdâi Hüseyin Kâinî üzerine yürüdüler. Peşlerinden Amîr Kızıl Sarığ da yardıma geldi. Bu, kuşkusuz büyük bir kuşatmaydı. Kale, üç büyük askerî birlik tarafından kuş uçurtulmayacak bir şekilde muhasara edilmişti. Herkes büyük bir beklenti içindeydi. Olay, İslâm dünyasının birçok bölgesinde de duyulmuş ve herkesi meraklandırmıştı.
Bu sırada herkesi şok eden önemli bir gelişme yaşandı. Alamut kuşatılmışken, fedailerden biri başşehirde bilge ve kudretli bir yönetici olan ve çok iyi korunan Vezir Nizamülmülk'ü katletti. Bunun üzerine yer yerinden oynadı. Daha bu şok atlatılmamışken, o dönemde doğunun en büyük devletinin yöneticisi sayılan Selçuklu Sultanı Melikşah'ın ölüm haberi geldi. Gelen haberlerle şaşkına dönen, kaleyi ele geçiremedikleri ve kendilerine de bir şey olmasından korktukları için zaten ikirciklenip bunalan ve başşehirdeki gelişmelerden uzak kalmak istemeyen komutanlar kuşatmayı kaldırarak Alamut civarından ayrıldılar.
Bâtınîler, Melikşah'ın ölümüyle başlayan taht kavgalarından ve Haçlı saldırılarının yarattığı kargaşadan da yararlanarak etki alanlarını genişlettiler. Faaliyetlerine ve suikastlarına hız kazandırdılar. Bölgedeki birçok kaleyi ve yerleşim birimini ele geçirdiler. Ülke bir ara, hemen her gün on civarında önemli kişinin öldürüldüğü haberleriyle sarsıldı.
Sabbah'ın adamları, Bâtınilere düşman birini vezir tayin ettiği için Sultan Berkyaruk'a saldırıp yaraladılar. Ordu içine sızdılar. Herkesi etkileyen kapsamlı bir terör havası oluşturdular. Sabbah'a muhalif emir ve kumandanlar, elbiselerinin altına zırh giymeden dışarı çıkamaz oldular. Korku büyüdü, güvenlik kayboldu. Sultanlar bu gelişmelere kalıcı bir çözüm bulamadılar. Bu arada, kimileri, hasımlarını Bâtınilikle suçluyor ve haksız yere öldürülmelerine yol açıyordu. Ülke topyekûn bir cinnet içindeydi.
Her geçen gün biraz hırçınlaşan Sultan Berkyaruk, Bâtınî olmakla suçlanan herkesi, hiç araştırıp sorgulamadan uluorta öldürtmeye başladı. "Bağdat'taki korkuluk" olarak nitelenen Abbasi halifesi Müstazhir-Billah'a da haber göndertip Bağdat'ta Bâtınî oldukları bilinenlerin yakalanmasını istedi. Aynı yıl (1101) Emir Bozkuş'un idaresindeki büyük bir ordu, dâilerin yüzerine yürüdü; ancak Bâtıniler Emir Bozkuş'u rüşvet karşılığında kuşatmadan vazgeçirdiler. Başka emirler de Bâtınilerin yaşadığı şehir, köy ve kalelere saldırdılar. Ancak kesin bir sonuç alınamadı. Bu arada yüzlerce Bâtınî öldürüldü, bazıları esir alındı, kimileri zindanlara atıldı.
Berkyaruk'un yerine geçen Muhammed Tapar, Hasan Sabbah'la uğraşmayı kâfirlerle yapılacak gazadan daha üstün tuttuğunu söyleyerek işe başladı. Sultan, ilk seferini Şahdiz Kalesi'ne düzenledi ve burayı zaptetti. Alamut üzerine de bir ordu sevketti; ancak ağırlaşan kış koşulları nedeniyle başarıya ulaşılamadı.
Bir ara Irak ve Suriye'de de Haşhaşiyun avı başladı. Buralardaki vekiller yakalanarak öldürüldü. Sabbah'ın adamları, kısa sürede özellikle Suriye'ye yerleşmiş ve etkili de olmuşlardı. Başta Masyaf olmak üzere birçok kaleyi ele geçirmiş, ilerleyen zamanlarda da bazı kaleleri tahkim edebilmek için yarım asır uğraşmışlardı.
Tarihçiler, suikastların bu bölgede de devam ettiğini aktarmaktadırlar. Buna göre, Suriye'de gerçekleştirdikleri ilk suikast, Humus emiri Cenâbüddevle'nin şehrin ulucamiinde öldürülmesi olayıdır (1103). 1113'te Selçuklular'ın Musul emiri Mevdud'u katlettiler. 1126'da Muhammed Tapar'ın meşhur emirlerinden Aksungur, Musul'da Cami-i Atik'te onların saldırısına kurban gitti. 1131'de Atabey Tuğtekin'in oğlu Börü'yü öldürdüler. Bütün bunlar, Doğu dünyasında müthiş bir panik ve gerilimin yaşanmasına yol açmıştı. İleriki yıllarda Selahaddin Eyyubi de bir ara dâilerin üzerine yürümüş, onların bazı kalelerini kuşatmış; fakat uyurken kendisine düzenlenen ve birinde başındaki miğferi bile parçalayarak çok ağır bir şekilde yaralanmasına yol açan suikast girişimleriyle karşılaşmıştır. Frenklere kök söktüren Selahaddin, bu olaylar üzerine Sabbah'ın takipçileriyle uğraşmaktan vazgeçmiş ve bir daha böyle bir işe yeltenmemiştir.
Muhammed Tapar, kesin bir sonuca ulaşmak için Anuştegin, Karaca, Gündoğdu, İlkavşut, Bozan gibi birçok ünlü emirini Alamut üzerine gönderdi. 1117 yılının Temmuz'unda başlayan kuşatma on ay sürdü. Hasan Sabbah ve adamları açlıktan perişan oldular. Kale düşmek üzereyken Sultan Muhammed Tapar'ın ölüm haberi geldi. Onun yerine geçen Sultan Sencer, mücadeleyi devam ettirmek istiyordu. Ancak, Hasan Sabbah, onun hizmetindeki bir cariyeyi kandırarak bir gece yatağının başucuna bir hançer saplattı ve onu öldürtebileceğine dair haber gönderdi. Sultan Sencer korktu. Belli şartlarda Bâtınilere eman vermek zorunda kaldı. Sencer'in kimi mektuplarında, onlarla iyi geçinmek istediği, onları dostluk ve barışa çağırdığı bilinmektedir. Alamut, Hulagu tarafından ele geçirildiğinde orada bulunan ünlü Moğol tarihçi Cüveynî, Tarih-i Cihangüşa adlı eserinde bu mektuplara yer vermiştir.
Parlak bir zekâya, teşkilatçılık vasıflarına sahip, basiretli, kabiliyetli bir adam olan; cebir, geometri, astronomi ve dinî ilimlere vakıf bir kişi olarak bilinen ve disiplinli örgütüyle, etrafa dehşet saçan fedaileriyle bir hakimiyet kurmak isteyen Hasan Sabbah, 23 Mayıs 1124'te, aralıksız 35 yıl faaliyet gösterdiği Alamut Kalesi'nde öldü.
SABBAH'IN TEMEL ÖZELLİKLERİ VE TEŞKİLATININ AKIBETİ
İsmailî kaynakları onu ciddi, kanaatkâr, vakarlı ve çilekeş bir insan olarak tanıtmaktadır. Şarap içtiği iddia edilen bir oğlunu, başdâisinin öldürülmesinde ihmali olduğu söylenen başka bir oğlunu gözünü kırpmadan öldürtmüştür.
Ünlü tarihçi Bernard Lewis, Hasan Sabbah'ın "hüccet / imamın temsilcisi" ve dâi olduğunu, asla imamlık iddiasında bulunmadığını söylemektedir. Sabbah'a göre, otoritenin temel kaynağı Allah tarafından tayin edilen masum imamdır. Şeriat ve ilâhiyat, ancak hakikatin temsilcisi olan imamın verdiği tâlimle öğrenilebilir. Sabbah'ın dini telkin ve propagandası çeşitli aşamalardan meydana gelmektedir: Teferrüs (dikkatli inceleme), te'nis (alıştırma), teşkik (kuşkuya düşürme), ta'lik (ileriye bağlama), rabt (bağlama), tedlis (gizleme), tesis (kurma), hal (çıkarma) ve selh (soyma)…
Hasan Sabbah'ın çağdaşı olan Gazzalî, Bâtıniliğin etkisini kırabilmek için "Fedâihu'l Bâtıniye" adlı bir eser yazmıştır. Peşinden, Kavasımu'l Bâtıniye adlı bir kitap daha kaleme almıştır.
Hasan Sabah, benzeri görülmemiş derecede disiplinli ve planlı bir teşkilat kurmasının yanı sıra bir mütefekkir ve yazar olarak da tanınmıştır. Eserleri, Alamut'un Moğollar tarafından zaptı sırasında büyük ölçüde tahribata maruz kalmıştır. Sergüzeşt-i Seyyidinâ, el-Fusulü'l Erbaa, Cevab-ı Hasan Sabah be-Rik'a-i Sultan Celaleddin Melikşah-ı Selçukî, Münacât, Fusul-i Mübâreke adlı risalelerin ona ait olduğu kabul edilmektedir.
Mısır'da, Müstansır-Billah'tan sonraki Fâtımî halifeleri Sabah ve ardıllarının nazarında gasıptı. Sabbahiler, Nizar'ın soyundan gelen birini iktidara getirmek istiyorlardı. Bu yüzden Âmir-Biahkâmillah'ı bile öldürdükleri ileri sürülmektedir.
Nizariler, Haçlılarla ilişkilerinde de kendi çıkarlarını gözettiler. Yeri geldikçe iyi geçindiler, yeri gelince onları da korkutup sindirdiler. 1192'de Kudüs kralı Conrad de Montferrat'ı öldürmeleri, Haçlılar arasında büyük bir yankı uyandırdı.
Reşidüddin Sinan, Suriye bölgesindeki önemli bir başdâi olarak tarihe geçmiştir. Onun adamları hem Selahaddin Eyyubi ile hem de Haçlılarla mücadele ettiler. Daha önce geçtiği üzere, Selahaddin, Reşidüddin Sinan'ın oturduğu Masyaf Kalesi'nin kuşattı fakat bir sonuç alamadı.
Sabbah'ın ardıllarından III. Hasan (1210 – 1220) taraftarlarına cami yaptırmalarını, belirli ibadetleri ifa etmelerini, içki, uyuşturucu ve haram şeylerden sakınmalarını, şeriatın bütün hükümlerine saygı göstermelerini emretti. Bu sıralarda bölgeye gelen ünlü İtalyan gezgin Marco Polo da onlardan söz etmektedir.
İran'daki Nizarî İsmaililer, 1256'da Cengiz'in torunlarından Hulagu'nun istilasına maruz kaldılar. Son Alamut hakimi Rükneddin Hürşah, yakındaki bir kaleye kaçtı. Sonra Hulagu ile görüşmeye giderken yolda öldürüldü. Hulagu, onun taraftarlarını da hiç acımadan kılıçtan geçirdi. İran'daki Nizariler böylelikle bertaraf edilmiş oldu.
Suriye'dekiler, Moğol tehlikesine karşı Sünni Müslümanlarla işbirliği yapmaya ve dönemin parlayan yıldızı Memluk sultanı I. Baybars'a yaranmaya çalıştılar, Kendini, Moğol ve Haçlı tehdidini yok etmeye adayan Baybars, onlara yüz vermedi. Daha sonra da onların kaleleri Memluklar tarafından bir bir ele geçirildi. 1273'te Kehf'in de zaptıyla Suriye'deki varlıkları da son buldu.
Haşhaşiler, bu tarihten itibaren siyasi önemlerini yitirerek küçük bir grup hâline geldiler ve bir daha mezhep adına cinayet işlemediler. XIV. yüzyıldan sonra, Suriyeli ve İranlı İsmaililer, farklı imamları takip ederek birbirlerinden koptular. XVI. yüzyılda Suriye Osmanlı egemenliğine girince, devlete özel bir vergi ödediler. XIX. yüzyılın ikinci yarısında barışçı bir bozkır halkı durumuna geldiler.
DOĞUNUN EN EZOTERİK PORTRESİYLE İLGİLİ TARTIŞMALAR
Terör ya da "intihar saldırıları" gündeme geldiğinde adı hemen anılan bir tarihî kişiliktir Hasan Sabbah. Son yıllarda, çeşitli gelişmelere bağlı olarak, onun kurduğu teşkilat yeryüzünün ilk "terör örgütü", yaşadığı Alamut Kalesi Doğu'nun ilk "terör kampı", eğittiği adamlar da ilk "intihar komandoları" olarak nitelendirilmektedir.
Seyduna lâkabıyla da anılan Hasan Sabbah'a yönelik ilginin 11 Eylül'den sonra iyice arttığı; bu eksende Batı'da onlarca kitap ve yüzlerce makale yayımlandığı görülmektedir. Türkiye'de de bir ilgi artışının olduğundan söz edilebilir. Ancak yazılan kimi yazı ve kitaplar, konunun anlaşılırlığını artırmak yerine kafa kırışıklığını iyice artırmış, deyim yerindeyse Sabbah "binbir surat"lı bir adama dönüştürülmüştür. Onu lanetleyenlerin yanı sıra göklere çıkaran hatta Doğu'nun en büyük kahramanı haline getiren yorumcular da bulunmaktadır.
Biz biyografik bilgilerin aktarımında ağırlıklı olarak İbnü'l Esir'in el-Kâmil'inden yararlandık. Bir ara Selahaddin Eyyubi'nin ordusunda yer alan, Şam ve Bağdat'ta bulunup araştırmalar yapan, Hasan Sabbah'ın ölümünden 36 yıl sonra doğan İbnü'l Esir (1160 – 1233) sonuçta ismi önemsenen tarihçiler arasında döneme en yakın olanıdır. Çeşitli ansiklopedilerde yer alan maddelerde de bu eserden fazlasıyla yararlanıldığı söylenebilir.
Londra'daki Cambridge Üniversitesi bünyesinde, 1979 yılında kurulan İsmaili Araştırmalar Enstitüsü'nde çalışan Farhad Daftary'nin Türkçeye de çevrilen kitapları, İsmaililer ve Sabbahiler hakkında Batıdaki literatürün en yetkin örneklerini içermektedir. Kimilerine göre ezber bozucu bir mahiyet de taşıyan görüşler ileri süren Daftary, Sabbah'la özdeşleştirdiği İsmaililer hakkında şunları söylemektedir sözgelimi: "İsmaililik, İslam dünyasında iktidarın, özgürlükten ve zenginlikten uzak kalan, İslam adına kutsanan ve tanrısal iradeyle açıklanan düzenin kendi zararlarına işlediğini gören bir Müslüman kesimin, "Allah'ın yarattığı ve yönettiği" bir dünyada mahrum konumlarını ve düzene yönelik eleştirilerini, Allah'ın kudretine halel getirmeksizin ortaya koyma yönünde giriştiği büyük ve uzun soluklu bir çabadır."
Farhad Daftary, Sabbah hakkındaki yorumlarda, yanlı Sünni kaynakların ve Haçlılardan / Batılılardan gelen abartılı ve uydurma rivayetlerin etkili olduğunu söylemektedir. Yazar; esrar, haşhaş, intihar fedaileri, bakirelerin gezdiği bahçeler gibi bazı romanlara da konu olan figürlerin birer efsane olduğunu ileri sürmektedir. Alamut Kütüphanesi'nde bunlarla ilgili hiçbir veriye rastlanmadığını ileri süren yazarın iddiaları, Marco Polo'nun Batı'da bu konuda çok etkili olan aktarımlarını da yalanlamış olmaktadır.
Ünlü İtalyan gezgin, kitabında "Dağlar Şeyhi" başlığı altında bir bölüm açarak Sabah ve adamlarıyla ilgili izlenimlerini anlatmış ve onun aktardıkları Batı'da bu eksende bir efsane oluşturmuştur. Cennet bahçeleri, içki ve huri gibi güzel kızlarla kandırılan fedailer, burçlardan intihar atlayışları gibi motifler; Marco Polo'nun anlatısında ağırlıklı bir yer tutmaktadır. Bizim kanaatimize göre de İtalyan gezgin; Alamut'u bizzat görmemiş, kulaktan dolma bilgilerle ve Ortadoğu'daki bazı Frenklerin egzotik aktarımlarıyla kaleme sarılmıştır.
"Haşhaşin" ve ondan türeyen sözcükler hakkında da tartışmalar vardır. Sözcüğün "sır bekçileri" anlamına geldiğini söyleyenlerin yanı sıra, kulaktan dolma bir nitelik taşıdığını iddia edenler de bulunmaktadır. Sözcük, Batı dillerini dağarcığına, Dante tarafından kullanılınca girmiştir. İlâhi Komedya'nın Cehennem adlı cildinde, Dante kendini "kötü assasinin günahını çıkartan bir keşiş" olarak betimlemektedir.
Hasan Sabbah ve hareketi hakkında müstakil ve kapsamlı bir kitap yazan, ileri sürdüğü görüşlerle yeni bir tartışma kapısı aralayan İsmail Kaygusuz ise bu konuda özetle şunları söylemektedir: "Bu hareket özgürlükçü ve barışçıldır; eşitlik ve paylaşımcılık temelleri üzerine kurulmuştur. Ortaklaşa çalışarak, aynı kazandan yenilen, özel mülkiyetin olmadığı kale yerleşim birimleri "darü'l hicar"lardan (göçmenevleri) oluşan bir devletti. Hasan Sabbah, ne katiller ve suikastçılar yetiştirmiş ne de uyuşturucu cenneti yaratmıştı. Aslında o savaştan kaçınan biriydi. Fakat düşmanlarının (Sünni Bağdat halifeleri, Selçuklu sultanları, Haçlılar, Moğollar) sayıca fazla oluşları, onu Alamut'ta savunma amaçlı bir gerilla timi oluşturma fikrine götürmüştü. Bu "fedailer", iddiaların aksine, yalnızca bölge halklarına zulmeden baskıcı yöneticilere suikastlar düzenlemişlerdir. Sivil halka zarar verdiklerine dair, elde hiçbir veri yoktur."
Kimilerince, devrimci bir dâhi olarak görülen Hasan Sabbah'ın dini ve sosyal görüşlerinin, ülkesinin Araplar ve daha sonra Oğuzlar tarafından fethedilmesine yönelik bir tepki de içerdiği iddialar arasındadır. Ayrıca, Lübnan'da ve İran'daki kimi muhalif grupların günümüzde ona saygı ve bağlılık duydukları görülmektedir. Nizarilerle Dürziler arasında ilişki olduğunu savunan çok sayıda Batılı yorumcuya da rastlanmaktadır. Toplam sayılarının günümüzde 20 milyon civarında olduğu, Hindistan ve Pakistan'dan Ortadoğu ve Kuzey Afrika'ya kadar birçok bölgede küçük gruplar halinde yaşadıkları dile getirilmektedir. Son yıllarda Türkiye'deki bazı muhalif Alevilerin de Sabbah'a ve hareketine büyük bir ilgi gösterdikleri görülmektedir.
Avrupa'da dinsel ya da dindışı, tüm gizli örgütlerin oluşmasına yol açan temel görüşlerin, Haçlılar tarafından İsmaililerden alındığını ileri süren yaklaşımlar da ilginçtir elbette. Tampliyer ve Hospitalye şövalyeleri, Loyola tarafından kurulan Cizvitler gibi örgütlerin tümü, davalarına kendilerini adayış biçimleri yönünden bu olguyla irtibatlandırılmaktadır. Sert Dominikenler, ılımlı Fransiskenler ve tüm kardeşlik örgütleri ya Kahire'ye ya da Alamut'a ulaşacak biçimde geriye götürülebilir, diyenler var bu konuda.
Sabbah'ın ve kurduğu teşkilatın edebiyatçılar tarafından da önemsendiğini belirtmekte yarar var. Bu konuda yazılmış çok sayıda şiir ve roman bulunmakla birlikte, özellikle Amin Maalouf tarafından yazılan Semerkant adlı romanı zikretmek gerekmektedir. Hasan Sabbah'a merkezî bir rol biçen, Nizamülmülk ve Ömer Hayyam'ı da bu eksende öne çıkaran bu roman büyük bir ilgi uyandırmış ve birçok dile çevrilmiştir. Freidoune Sahebjam'ın yazdığı Dağın Şeyhi adlı roman da Faik Bulut tarafından Türkçeye çevrilmiş ve ilgiyle karşılanmıştır. İlginçtir ki kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısında, Sabbah kötülenmekte ve İmam Humeyni'nin prototipi olduğu söylenmektedir. Faik Bulut bu takdimi kendisi yazmadıysa bile muhtemelen görmüş ve onaylamıştır. Daha da ilginç olan şudur ki aynı yazar yıllar sonra Sabbah'a hayranlık duymaya başlayacak, onu devrimci bir Alevi önderi olarak yüceltecek ve buradan hareketle Hasan Sabbah Gerçeği / Eşitlikçi Dervişan Cumhuriyetleri adını taşıyan kapsamlı bir kitap yazacaktır. Yurt Kitap Yayın tarafından çevrilip yayımlanan ve birçok baskı yapan 512 sayfalık bir romandan daha söz edilebilir ki yazarı Wladimir Bartol'dur. Batı'daki efsaneleri gözeterek yazılan bu romanın hiç değilse yarısı uydurmalardan, safsatalardan ibarettir.
Değinmek istediğimiz son bir ayrıntı da Said Nursi ile ilgilidir. Afyon savcısı (şehrin adındaki tesadüfe bakar mısınız) onu suçlarken, Nursi'nin yaptıklarını, Hasan Sabbah'ın Ehl-i Sünnete karşı giriştiği siyasi faaliyete ve yol açtığı sarsıntıya benzetmiştir. Said Nursi, savcının 15 sayfadan oluşan iddianamesine, iddiacının 81 yanlışını ortaya koymaya çalışarak cevap vermiştir (Şualar, 1994, s. 351 – 369).
Bibliyografya:
1. Coşkun Alptekin, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi / "Büyük Selçuklular", Cilt 7, s. 143 - 151.
2. İsmail Kaygusuz, Hasan Sabbah ve Alamut, Su Yayınları, İstanbul 2004.
3. Amin Maalouf, Arapların Gözünden Haçlı Seferleri, YKY, İstanbul 2007.
4. Faik Bulut, Hasan Sabbah Gerçeği / Eşitlikçi Dervişan Cumhuriyetleri, Berfin Yayınları, İstanbul 2000.
5. Abdülkerim Özaydın, Hasan Sabbâh, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 16, s. 347 – 350.
6. Gazzalî, Bâtınîliğin İç Yüzü, Ankara 1993.
7. İbnü'l Esir, el-Kâmil, Bahar Yayınları, Cilt 10, İstanbul 1987.
8. Ali Sevim, Suriye-Filistin Selçuklu Devleti Tarihi, TTK Yayınları, Ankara 1989.
9. Mustafa Öz, Haşîşiyye, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 16, s. 418 – 419.
10. Farhad Daftary, İsmaililer / Tarihleri ve Öğretileri, Doruk Yayınları, İstanbul 2005, 728 s.
11. Farhad Daftary, Muhalif İslamın 1400 Yılı / İsmaililer, Tarih ve Kuram, Rastlantı Yayınları, Ankara 2001, 571 s.
12. Cihangir Gener, Ezoterik – Batıni Doktrinler Tarihi, Yurt Kitap Yayın, Ankara 2007.
ALİ DEĞİRMENCİ
Haksöz-Haber