1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. Fatih Okumuş: Şûrâ Farzdır
Fatih Okumuş: Şûrâ Farzdır

Fatih Okumuş: Şûrâ Farzdır

Ankara Ekspresi’nden Abdullah Ziya, Fatih Okumuş ile “İslami Hareketlerin Şûrâ Prensibi Karşısındaki Tutumu: İhvan ve Nahda Örneği” kitabından hareketle İslam’da şûrânın bağlayıcılığını konuştu.

16 Ocak 2020 Perşembe 17:18A+A-

Röp: Abdullah Ziya / Ankara Ekspresi

Hazret-i Muhammed’in Yaşam Öyküsü, Kahire Kitabı, Malik Bin Nebi, Cennetim Olur musun, Süleyman İle Belkıs, Rotterdam’ın Orta Yeri Minare ve Bana Yıldızını Söyle adlı kitaplarıyla tanınan şair-yazar Fatih Okumuş’un, yakında kitaplaşmasını beklediğimiz bir doktora tezi de var. “İslami Hareketlerin Şûrâ Prensibi Karşısındaki Tutumu: İhvan Ve Nahda Örneği” konulu bu tezin hatırı sayılır bir kısmı, İslam’da şûrânın bağlayıcılığı ile ilgili. Okuduk, etkilendik ve Fatih Okumuş’la doktora tezi üzerine konuşmaya (daha doğrusu yazışmaya, yazılı mülakat yapmaya) karar verdik. Sağ olsun, bizi kırmadı. Sorularımızı uzun uzun cevapladı. Ortaya çıkan metin neredeyse kitap çapında olduğu için kısaltmaya gittik, ama gene uzun oldu. Bu nedenle Okumuş’un sözlerinden bazılarını uzun metinden evvel şuracığa alalım ki, mülakatı okumaya vakti veya hevesi olmayanlar hiç değilse bunları okumuş olsunlar: “Öncelikle ve hemen şunu belirtmeliyim ki şûrâ farzdır… Namazımız şekilde kalıyorsa bizi nasıl ki aşırılıktan ve kötülükten alıkoymazsa; danışmamız da biçimden ve seçimden ibaretse bizi zulümden ve istibdattan alıkoymaz… Ne yazık ki tarihimizde namazın ve zekâtın fıkhı yazıldığı halde şûrânın fıkhı yazılmamıştır… Şûrâ bazen yanlış olduğunu bildiğin halde onu yapmak; doğru olduğunu bildiğin bir şeyi de bazen terk edebilmektir… Hz. Peygamber her zaman istişare etmiş; daima istişarenin neticesine tabi olmuştur…  Hz. Peygamber’in ashabına danıştığı, ancak yine de bildiğini okuduğunu öne sürmek VE ŞÂVİRHÜM Fİ’L-EMR (Her işte onlara danış!) emr-i sübhânisini ‘by-pass’ etmek demektir. Hile-i gayr-i şer’iyyedir… Müslüman bir toplum her işini danışıkla çözer. Her yerde ve her zaman meşverete başvurur, şûrâ teşkil eder. Şûrâ neticesinde gelen hezimet bile zafer sayılır. İstibdatla gelen zenginlik ve zafer dahi hezimet hükmündedir. Şûrâda bereket, istibdatta zulmet vardır. Şûrâ hizmete, istibdat hezimete götürür.”

Hocam, zırcahile anlatır gibi anlatır mısınız lütfen, şûrâ tam olarak nedir ve İslam’da şûra prensibinin dayanakları tam olarak nelerdir? Kur’an’da bu konuda tam olarak ne deniyor ve Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bu konuda tam olarak nasıl hareket etti?

Şûrâ, işlerin danışıp anlaşarak, bir konsensüse vararak yapılması prensibidir. Bu işler şahsî, ailevî olabileceği gibi kamu işleri de olabilir.

Öncelikle ve hemen belirtmeliyim ki şûrâ farzdır.

Allah’ın elçisi (sav) ömrü boyunca her işini şûrâ ile yapmıştır. Onun meydana getirdiği ve rehberliğini yaptığı toplum (ki bu topluma literatürde “ümmet” denilir) merhametli, namaz kılan, zekât veren ve işleri aralarında danışıklı bir topluluktur. İslam’ın kitabı Kur’an-ı Azimüşşân İslam toplumunu böyle tanımlar:

“Size verilen her şey dünya hayatının geçici zevklerinden ibarettir. Allah katında olanlar ise daha iyi ve daha kalıcıdır. Bunlar, iman eden ve rablerine dayanıp güvenenler içindir. Onlar büyük günahlardan ve hayâsızlıklardan kaçınırlar, öfkelendiklerinde dahi bağışlarlar. Rablerinin çağrısına uyarlar, namazı özenle kılarlar. İşleri de aralarındaki danışma ile yürür. Kendilerine verdiğimiz rızıktan başkaları için harcarlar. Onlara haksız bir saldırı yapıldığında elbirliğiyle kendilerini savunurlar.” (Şûrâ Sûresi, 42/36-39)

Bu ayet-i celilelerde şûrâ terimiyle ifade buyrulan danışmacılık özelliği namaz ve zekât farzlarının ortasına yerleştirilmiştir. Namazsız, danışmasız, infaksız olmaz… Namazımız şekilde kalıyorsa bizi nasıl ki aşırılıktan ve kötülükten alıkoymazsa; danışmamız da biçimden ve seçimden ibaretse bizi zulümden ve istibdattan alıkoymaz.

Namazın özü zikir; şûrânın ve zekâtın özü adalettir. Danışma politik katılımı sağlar, zekât müessesesi sosyal adaleti temin eder. Ne yazık ki tarihimizde namazın ve zekâtın fıkhı yazıldığı halde şûrânın fıkhı yazılmamıştır. Yeryüzü mescittir eyvallah, lakin namaz kılmak için mescitler inşa edilmiştir. Zekât da az çok kurumsallaşmıştır. Yeterli değildir; ama hiç olmazsa teorik olarak kabul görmüş bir umdedir. Oysa danışmacılık etiği, farzı, vacibi, sünneti, müstehabı ile terk edildiği gibi, içi boşaltılarak işlevsiz hale getirilmiştir.

Yöneticinin şûrâ ehline danışması, kamuyu alakadar eden her konuyu danışması farz olduğu gibi meşveret neticesinde ortaya çıkan mutabakata tabi olarak, alınan kararı uygulaması da farzdır. Bu farzın ikamesi için gerekli bulunan müessese ve usulleri kurmak ve geliştirmek de farz olur.

Çağımızdaki şûrâ tartışmalarında Müslüman âlimler veya düşünürler genellikle yöneticinin meşveret meclisine kulak vermesi gerektiğine dikkati çekerler. Bu yaklaşım tek taraflıdır. Oysa ümmet olarak bir şûrâ sorunumuz varsa bunun müsebbibi tek başına devlet başkanları veya daha küçük ölçekteki kamu yöneticileri olamaz. Bu aynı zamanda bir gelenek ve kültür meselesidir.

Türkiye’yi esas alacak olursak ailede, özel sektörde, sivil toplumda, siyasi partilerde ve nihayet devlet yönetiminde bir danışamazlık meselemiz vakidir. Bir türlü danışamıyoruz. İşlerimizi aramızda anlayışla, uyum ve uzlaşma ile çözemiyoruz. Konuyu daha iyi kavrayabilmek için devleti bir kenara bırakıp özel sektöre bakalım. Bir şirketin yönetim kurulu toplantısında katılımcılar yani şûrâ meclisi kendi fikirlerini açıkça ifade edebiliyor mu? Bu psikolojik ortam ne kadar sağlanabiliyor? Ortam sağlansa bile sonuçta şirketin çalışanı durumunda bulunan üst düzey yöneticiler patronlarının yaklaşımlarından ne kadar farklı düşünebiliyorlar? Bir şirkette yönetim kurulu üyeleri patronun fikrinin ne olduğunu tahmin etmeye çalışıp, onun yaklaşımına makul gerekçeler üretmeye yöneliyorlarsa o şirket zamanla piyasadaki payını kaybetmeye başlar.

Sorun sadece istişareyi terk eden yöneticilerde değil ve fakat aynı zamanda Peygamber tabiriyle “yöneticilere nasihat”i terk eden aydınlarda, âlimlerde… “Nasihat istediğinde ona nasihat etmek” müminin mümin üzerindeki haklarından biridir.

Kitabınızda şûrâ prensibi konusunda net cümleler kuruyorsunuz. Diyorsunuz ki, mesela: “Allah’ın elçisi ve Müslümanların örneği Hz. Muhammed (sav) bir yönetici olarak hiçbir askeri, politik, ekonomik kararını istişaresiz almadığı gibi, her zaman istişarede tecelli eden ortak kanaate tabi olmuştur. Bunun istisnası yoktur.” Öyleyse, Resulullah’ın (sav) istişare neticesinde bazen çoğunluğun, bazen azınlığın görüşünü tercih ederken, bazen de istişare neticesine bakmaksızın kendi görüşü doğrultusunda hareket ettiği, dolayısıyla yerine göre bu üç yöntemin de uygulanması gerektiği iddiası nereden çıktı?

Böylesine keyfe keder bir yaklaşım Beni İsrail’in Cumartesi yasağını delmek için bulduğu çözümü andırıyor… Cumartesi çalışmaları yasaktı. Onlar da ağlarını körfeze Cuma gününden geriyor; yasak geçtiğinde balıkları topluyorlardı. Kanuna karşı hile meşru değildir.

Resulullah (sav) insanların en çok danışanı idi. Her konuda itimat ettiği müsteşarlara danışır ve onların sözüne uyardı.

Allah’ın elçisi (sav)  İbn Mes’ud’a (Allah ondan razı ola) Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer gibi şûrâ meclisi üyelerine danışarak iş yapmak durumunda olmasa, yani iş kendi gönlüne kalmış olsa, onu bir şehre vali olarak atamak istediğinden söz etmiştir.

Sünnet, Resulullah’ın (sav) yaşantısının ruhudur. İstişarenin ruhu da ortaya çıkan mutabakata uymak, bu doğrultuda gerekirse kendi doğru yaklaşımını bir kenara bırakabilmektir. İstişarenin amacı bir konudaki en doğru stratejiyi bulmak, en isabetli kararı vermek değildir. Şûrâdan murat mevzu ile ilgili kişilerin görüşünün açıkça ortaya çıkmasını sağlayarak azami müşterekte buluşabilmektir. İşin sırrı ve ruhu buradadır. Şûrâ bazen yanlış olduğunu bildiğin halde onu yapmak; doğru olduğunu bildiğin bir şeyi de bazen terk edebilmektir.

Medine-i Münevvere’ye Mekke ordusu hücum ettiğinde doğru olan -Resulullah’în (sav) tercih ettiği- strateji kesinlikle savunma harbi yapmaktı. Şûrâdaki temayül aksi yönde çıkınca Resullullah (sav) hiç tereddüt etmeden zırhını giydi, kılıcını kuşandı ve meydan muharebesine çıktı. Münafıklar güruhu, bu göz göre göre yapılan stratejik hatanın bir hezimete yol açabileceğini gördükleri için yoldan geri dönmeyi yeğlediler. Komutanların serdârı Hz. Muhammed Mustafa (sav) dâhiyane bir çözümle ordunun sırtını Uhut dağına vererek, katbekat üstün düşmanla dar bir hatta karşı karşıya gelmek suretiyle meydanda yine müdafaa taktiği uyguladı. Okçuların, başkomutanın kesin emrine rağmen, savaş kazanıldı zannederek mevzilerini terk etmeleri bir faciaya yol açtı. İçlerinde Hz. Hamza’nın da bulunduğu 70 sahabi o gün şehit düştü.

Fakat bu hezimetten ders alan İslam toplumu; müşrikler bu kez müttefik ordularıyla çok daha güçlü olarak geldiklerinde hiç tereddütsüz oy birliği ile savunma harbi yapmaya karar verdi. Toplum, kendi hatasından ders almayı, deneyerek ve gerekirse yanılarak öğrenmeyi öğrendi.

Sorunuza gelince:

Her yönetim kendi meşruiyet teorisini oluşturmaya çalışır. Nitekim devrimler ve askeri darbeler de kendilerini bir şekilde meşru sayarlar.

Hz. Peygamber her zaman istişare etmiş; daima istişarenin neticesine tabi olmuştur. Şûrâ neticesi bazen Resulullah’ın (sav) görüşüne uygun tecelli etmiş, bazen aksi yönde tecelli etmiş; bazen şûrâ sırasında yepyeni bir görüş ortaya çıkmıştır.

Kafa karışıklığının sebebi Hz. Peygamber’in uygulamalarını belli bir geleneğin ve kültürün oluşturduğu ön yargı içinde okumaktır. Saltanatın gölgesinde fıkıh yapanlar ister istemez Kitap ve sünneti de kurulu düzeni koruyup kollayacak şekilde yorumluyorlar. Saltanat kendi hukukunu, ekonomisini, seçkinlerini, ulemasını üretir.

Hz. Peygamber’in ashabına danıştığı, ancak yine de bildiğini okuduğunu öne sürmek “Ve şâvirhüm fi’l-emr” (Her işte onlara danış!) emr-i sübhânisini “by-pass” etmek demektir. Hile-i gayr-i şer’iyyedir.

“Sen onlara sırf Allah’ın lutfu sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onların bağışlanmasını dile, iş hakkında onlara danış, karar verince de Allah’a güven, doğrusu Allah kendisine güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/159).

Bu âyet-i celîlede Uhut harbinden önce, Peygamber’in (sav) görüşünün aksine, meydan muharebesi isteyen, sonra da savaş bitti zannıyla görev yerlerini terk eden ashâb-ı kirâmla istişareye devam emrolunmaktadır. Yani halk veya halkın temsilcisi meclis yanlış bir kanaate sahip olsa, başkan da inanmadığı halde bu yanlış kararı uygulamaya koysa; sonra da halkın bir bölümü bu kez sahada, uygulama sırasında da ihmalkârlık veya tecrübesizlik sonucu bir savaşın kaybedilmesine, birçok kişinin şehadetine yol açmış bulunsalar bile… Bu halde dahi, başta Peygamber bulunsa dahi, affetmek, istiğfar etmek ve yine aynı halk ve aynı meclis ile istişare ederek, onlara danışmaya devam ederek mesafe kat edilecektir. Kur’an-ı Kerim bunu söylüyor ve sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (sav) bunu böyle anlamış, anlatmış ve yaşamıştır.

Müslüman bir toplum her işini danışıkla çözer. Her yerde ve her zaman meşverete başvurur, şûrâ teşkil eder. Şûrâ neticesinde gelen hezimet bile zafer sayılır. İstibdatla gelen zenginlik ve zafer dahi hezimet hükmündedir. Şûrâda bereket, istibdatta zulmet vardır. Şûrâ hizmete, istibdat hezimete götürür.

İstibdat hiç kimseye danışmadan, kendi bildiğini dikte ettirmek demek değildir. Tarihte hiçbir kral, hiçbir diktatör danışmadan iş yapmadı Kimisi falcılara danışır, kimisi komutanlara, kimisi kadınlara… İstibdat, danıştıktan sonra bazen çoğunluğun görüşüne, bazen azınlığın görüşüne uymak, bazen de hiç birini beğenmeyip kendi kafasına göre hüküm ve karar vermektir. İnsanların en çok danışanı, en zarifi, en merhametlisi ve adaletlisi Hz. Muhammed Mustafa (sav) böyle bir kusurdan ârî ve berîdir.

Âl-i İmrân Sûresi’nin 159. âyet-i kerimesinin izahı sadedinde Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yayımlanan Kur’an Yolu Tefsiri’nde şu açıklama yer alıyor:

“Hz. Peygamber vahiy dışındaki meselelerde özellikle savaş konularında sahâbe ile istişare eder, tartışır, sonra karar verirdi. Kararında kendi görüşüne aykırı da olsa çoğunluğun görüşünü ve doğru olanı kabul ederdi. Bunun pek çok örneği vardır. Bedir Savaşı’nda ordu için seçilecek karargâh konusunda arkadaşlarıyla yaptığı istişarede sahâbeden birinin teklifini kabul etmiş ve karargâhı onun işaret ettiği yere kurmuştur. Bedir esirleri hakkında verdiği kararı da arkadaşlarıyla yaptığı istişare sonunda vermiştir. Uhud Savaşı’nda da sahâbe ile yaptığı istişare neticesinde kendi görüşüne aykırı olan çoğunluğun görüşünü kabul ederek düşmanla Medine dışında meydan savaşı yapmaya karar vermiştir. Hendek Savaşı’nda düşman ordusundaki bazı kabileleri savaştan vazgeçirmek için Medine hurmalıklarının yıllık gelirinden bir miktarını onlara vermeyi düşünmüş, konuyu Medineli sahâbîlere danıştığında onlar, “Bu çözüm vahiyle bildirilmişse tabii ki itiraz etmeyiz. Fakat vahiy değilse müşriklik dönemimizde bile haraç vermediğimiz insanlara şimdi Allah bizi İslâm’la şereflendirdikten sonra haraç vermek istemeyiz” diyerek itiraz edince Hz. Peygamber kendi görüşünden vazgeçmiştir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür (bk. İbn Sa‘d, et-Tabakåtü’l-kübrâ, II, 69; Mevlânâ Şiblî, Asr-ı Saâdet, I, 404).” 

Hulefâ-i Râşidîn döneminde veya dönemlerinde şûrâ prensibi nasıl ve ne kadar tatbik edildi?

Dört halife birbirinin akrabası değildir. Her biri seçimle işbaşına gelmiş ve devlet işlerini şûrâ ile yürütmüşlerdir. Bu sebeple onlara “hulefâ-i râşidîn” (doğru yolda bulunan halifeler) adı verilmiştir. Demek ki onlardan sonra gelenler, birkaçı müstesna olmak kaydıyla, doğru yolda olmayan halifeler, yani sultanlar oldular.

Dört halifeyi râşit yapan, onların Hz. Peygamber’den öğrendikleri şûrâ prensiplerini tavizsiz uygulamalarıdır. Hz. Ebubekir Beni Saide çardağında toplanan şûrâ neticesinde seçilmiş, ikinci gün mescitte yapılan biat töreniyle de halkın çoğunluğu tarafından bu seçim onaylanmıştır.

Halifeye bir maaş bağlanması konusunu istişare neticesinde alınan bir karardır. Ebubekir’in (ra) hiç içine sinmemiştir.

Hz. Ömer, Ebubekir’in aday göstermesi üzerine yine şûrâ tarafından seçilip, halk tarafından biatle onay aldı. Şûrânın başka birini seçmesi veya halkın biatı reddetmesi mümkündü. Hz. Ömer ise, vurularak ölümcül bir yara aldığı suikastten sonra halifeyi seçecek hususî bir meclis tayin etti. Meclis kendi arasındaki müzakereler sonucunda Hz. Osman’ı seçti ve halkın mescitteki biatı ile seçim tamamlanmış oldu.

Esasen bu meclis halife adayını ikiye indirmişti. Asıl seçim Hz. Osman ile Hz. Ali arasında yapılmıştı. Hz. Ali de başkan yardımcısı gibi Hz. Osman’ın yanında yer almıştı. Osman’ın (ra) şehadeti üzerine Ali’ye (kerremallahu veçheh) biat edildi.

Dört halifenin dördü de, elbette aralarında usul ve üslup farklılıkları bulunmakla birlikte şûrâ prensibinden şaşmadılar. Peygamber’den sonraki 30 yılda şûrâ, adalet ve bereket hâkim oldu.

Hz. Ebubekir’in, şûrâ kararına rağmen Usame ordusunu göndermek konusunda ısrarcı olduğu ileri sürülerek, olağanüstü durumlarda başkanın tek başına karar alma hak ve yetkisinden söz edenler olmuştur.

Hadise şudur:

Resulullah (sav) Usame bin Zeyd’i (ra) aralarında Hz. Ebubekir ve Ömer’in de bulunduğu bir orduya komutan yaparak kimi isyancı veya isyana hazırlanan kabilelerin üzerine göndermek istemiştir. Peygamber-i zîşân’ın hastalığı ağırlaştığından Usame (ra) birkaç gün oyalanmıştır. Resulullah’ı (sav) bir daha göremeyeceğini hissettiğinden, son bir Cuma daha kılmak, son bir sabah namazında bulunmak, son kez cemal seyretmek istemektedir…  Henüz Usame Medine-i Münevvere’den çıkmadan Resulullah (sav) dâr-ı bekâya intikal eder. Hz. Ebubekir’e biat edilir. Ashabın bazı büyükleri Peygamber’in vefatı ile yeni bir durumun ortaya çıktığını, Medine’nin güvenliğinin tehlikeye düştüğünü öne sürerek ordunun gönderilmemesini, görevin iptalini ister. Halife bu teklifi kesin bir dille reddeder. “Medine’yi düşmanın işgal edeceğini ve köpeklerin (işgalci askerleri kastediyor) Hz. Peygamber’in eşlerini, saçlarından tutarak şehrin sokaklarında sürükleyeceklerini bilsem dahi…” bu orduyu göndereceğim buyurmuştur.

Bunun üzerine azatlı bir kölenin oğlu 19 yaşındaki Usame’nin görevden alınarak yerine Bedir ehlinden anlı şanlı, yaşlı başlı bir komutan tayin edilmesini isterler. Halife Ebubekir (ra) bu teklifi de anında reddeder.

Bu hadiseden, Hz. Ebubekir’in, dolayısıyla halifenin, başkanın, imamın, önderin, rehberin olağanüstü hallerde şûrâ kararını tanımayarak doğru bildiğini yapmasının mümkün olduğu sonucu çıkmaz. Çünkü Hz. Ebubekir, Usame ordusunun gönderilmesi konusunda Hz. Peygamber’in emri bulunduğunu biliyordu. Peygamber sözü nasstır. “Mevrid-i nassda içtihada mesağ” ve istişâreye mecal yoktur. Resulullah’ın (sav) açık bir talimatının bulunduğu bu konuyu halife zaten istişâreye açmamıştır. Hatta belki kendi görüşü de Medine’nin tehlikeye düşeceği şeklindedir. Sadece Peygamber’in (sav) talimatını yerine getirmiştir.

Emeviler döneminde şûra prensibinin ayaklar altında alındığını hatırlatıyor ve iki aykırı Emevi halifesinin –Ömer Bin Abdulaziz ile 3. Yezid’in- bu prensibi ihya etmek için çaba gösterdiğine dikkat çekiyorsunuz. Özetle neydi o çabalar?

Nübüvvet, hilafet ve velayet yolunun sahih şûrâsına karşılık Tulekâ’nın, saltanatın ve asabiyetin öne sürdüğü kart, doğrudan doğruya bir mutlakıyet ve istibdat rejimi değil sahte bir şûrâ taslağıydı. Oligarşik yapıdaki sözde şûrâ halkı ve dolayısıyla Hakk’ı temsil etmeyecek, sadece saltanatı kamufle edecekti.

Karşıdevrim sadece kılıcın gücüne dayanıyor ve İslam öncesi kabilecilik asabiyetini canlandırıyordu. Bir yandan da Muaviye’den itibaren “cemaat” vurgusu yapılıyor, muhalifler cemaatten ayrılmakla suçlanıyordu. İş Yezid’in veliahtlığına gelince, beklenebileceği gibi Muaviye büyük bir direnişle karşılaştı. Muaviye burada da dini bir kavrama sığınarak Yezid meselesinin kaza ve kader olduğunu, bu konuda kulların seçim hakkının bulunmadığını söylüyordu.

Emevi yüzyılı içinde şûrâ nizamının yeniden tesis edildiği iki istisnai dönem ise çok kısa sürmüştür. Bunlardan birincisi Ömer bin Abdülaziz (rh.) dönemidir. Adaleti sebebiyle İkinci Ömer olarak da adlandırılan bu halife 2 yıl 5 ay ve 11 gün süren hilafeti (717-720) müddetince sosyal devlet, kamu harcamalarında tasarruf, yargı bağımsızlığı ve siyasal katılım konularında çok hızlı başarılar elde etmiştir. Halk, zekât verecek kimse bulunamayacak denli zenginleşmiş, iktidar paylaşılmıştır.

Ömer bin Abdülaziz döneminin en önemli icraatı halifenin, teşkil ettiği şûrâ meclisi üyelerine bir kısım icra yetkileri de vermiş olmasıdır. Genellikle âlim sahabilerin çocukları olan 10 fakihten oluşan meclis, İslam tarihinin ilk “bakanlar kurulu” olarak addedilmeyi hak etmektedir.

Emevi hükümdarları içerisinde şûrâ prensibine dönülmesini savunan, ancak yönetim süresi 6 ayı geçmeyen III. Yezid en-Nâkıs (ö. 744), sefahat ve dini değerlere saygısızlıkta kendisinden öncekileri geride bırakan II. Velid’e karşı bir ayaklanma sonucunda devletin başına geçtiğinde Ömer bin Abdülaziz’in yolunu izleyeceğini, ayaklanmayı saltanat için değil Allah rızası için ve mazlumların kurtuluşu için yaptığını belirten beliğ bir konuşma yapmıştır.

III. Yezid’in bir asıllara dönüş manifestosu sayılabilecek hutbesi Hz. Ali’nin şehadetinin üzerinden 83 yıl geçtikten sonra bile şûrâ bilgisinin ve bilincinin halen canlı olmasını göstermesi bakımından büyük önem taşır. Bu konuşma Emevi yüzyılı boyunca ikinci ve üçüncü nesil Müslümanların şûrâ bilincini canlı tuttuklarını, zalimin de mazlumun da aslında asr-ı saadet İslam inkılabının nasıl ve kimler tarafından çalındığının gayet farkında olduğunu göstermektedir.

Abbasiler ve Osmanlılar’da şûra prensibine ne kadar itibar edildi?

Filhakika saltanat devirlerinde de meşveret meclisleri kurulmuştur. Tarih boyunca bütün kralların danışma meclisleri vardır. Hz. Peygamber’in şûrâ pratiğini ve onun yansıması olarak İslam’ın şûrâ teorisini farklı kılan şûrâ kararlarının bağlayıcı oluşudur.

Emeviler, Abbasiler, Muvahhitler, Memlüklüler, Safeviler, Osmanlılar gibi İslam kültürü ve Müslüman coğrafyasında neş’et eden hanedan rejimlerinin de kendilerine mahsus danışma meclisleri var olagelmiştir.

Abbasilerin Emeviler’i devirerek saltanatı devraldığı hicri 132, miladi 750 tarihinden sonra da düzen değişmedi. Bir hanedan yerini yekdiğerine bırakmış oluyordu. Yine şûrâ esasına dönülemedi. Abbasilerin saltanatı boyunca da iktidar babalar ve oğullar veya kardeşler arasında dönüp durdu. Politik krizler askeri darbeler marifetiyle iktidar değişikliğine yol açsa da şûrâ yönetimi kurulmadığı gibi, Abbasiler döneminde kendisinden sonraki İslam devletlerini de etkileyecek saltanat kurumları ortaya çıktı ve gelişti.

Bu kurumların en önemlileri çeşitli görev alanları ve ihtisasları bulunan divanlardır. Divan hem sicil, hem bu sicillerin muhafaza edildiği devlet dairesi anlamına gelmektedir. Zamanla divanın kurumsallığı öne çıkarak “kurul” anlamında istimali yaygınlaşmıştır. Bunlar arasında bir tür özel kalem sayılabilecek “divan-ı inşa”, temyiz mahkemesi görevini üstlenen “divan-ı mezâlim”, posta ve istihbarat işlerini deruhte eden “divan-ı berid” ve genelkurmay başkanlığını andıran “divan-ı ceyş” en mühimleridir. Ancak bu divanlar merkeziyetçi ve mutlakiyetçi saltanat idaresinin icra daireleri hükmünde olup yöneticiyi bağlayıcı, en azından yönlendirici bir fonksiyon icra ettiklerine dair bir emare bulunmamaktadır.

Devlet-i Aliyye-i Osmaniye, yönetimin verasetle babadan oğula, bazen de kardeşlere geçtiği, her halükarda hanedan içinde kaldığı bir saltanat nizamıdır. Sultanın tayin edilmesinde kurultay veya divanın, yani meşveretin etkisi ve yetkisi mutlak değil mukayyettir. Bir defa bu tayin serbestçe gösterilebilen ehil adaylar arasından değil, hanedan mensubu erkekler arasından yapılan bir tayindir ve genellikle zaten olmuş olanın onaylanmasından ibarettir.

Hükümdarın tayini konusunda gayet sınırlı bir meşveret ve sembolik biat tatbikatının yanında, bazen hükümdarın hal’i, yani görevden alınması hususunda da dar kapsamlı istişarelerin yapıldığı görülür. Bunlar kurumsallaşmış değildir. Osmanlı Devleti’nin kamu yönetiminde meşvereti kurumsallaştırması klasik devirlerde Divan-ı Hümayûn’da, sonraki dönemlerde ise çeşitli meşveret meclislerinde ortaya çıkar. Örfi hukuk alanında teşri mercii de olan bu tür meclisler genellikle yürütme ve örfi yargının da en üst makamı mesabesindedirler. Osmanlı saltanat nizamının Emevi ve Abbasilere kıyasla yasama, yürütme ve yargı sahalarında şûra prensibini çok daha etkin işlettiğini, ümmetin uzun süre terk ettiği şûra sünnetini ihya yolunda adımlar attığını söyleyebiliriz.

Bilhassa Osmanlılar Dîvân-ı Hümâyûn’u kurumsallaştırarak halkın işlerinin bir meclis tarafından görüşülüp halledilmesi usulünü muvaffakiyetle tatbik ettiler. Ancak burada temel bir nakısa var. Divan veya başka bir adla anılan danışma, yasama ve yürütme işlerini parça parça veya topyekün üstlenmiş heyetler reayanın, yani halkın değil sultanın temsilcileridir. Bu çok temel bir sapmadır. Sistem yukarıdan aşağıya doğru tasarlanmıştır. Meclis, yetkisini sultandan almaktadır. Sultan adına halkın işlerini meşveret usulü ile görüşüp karara bağlamaktadır.

Divan-ı Hümayûn’un gücünü ve ehemmiyetini yitirdiği dönemlerde kimi padişahlar ıslahat yapmaya çalışmışlarsa da, bu ıslahatlar uzun ömürlü olamadı. 1789 Fransız devrimi, tüm Avrupa’yı ve Rusyayı olduğu gibi Osmanlı’yı da etkileyerek, gerçek ve kalıcı bir ıslahat için uygun zemini teşkil etti.

Nihayet böyle cesur bir adımı atmak III. Selim’e nasip oldu. 18’nci yüzyılın sonlarında III. Selim’in tahta çıkışından bir ay sonra topladığı, yaklaşık 200 üyesi bulunan Meclis-i Meşveret düzenli addedilebilecek toplantılar yapmaya ve devlet yönetimini şekillendirmeye başladı. III. Selim’in bütün hatt-ı hümayunlarında “reyin devlet adamlarına, infaz kararlarının padişaha ait olması” şeklinde bir anlayış dikkati çekmektedir.

Yüksek bürokratların iştirak ettiği divanın aksine geniş katılımlı Meclis-i Meşveret’in toplanması ve devlet yönetiminde etkin olması “şûranın sünnet olmakla birlikte ehli ile yapılması icap ettiği” gibi bir kısım tenkitlere maruz kalmış olmakla birlikte, kendisinden sonra gelen padişahların da meşveret meclisleri toplamaları, III. Selim’in açtığı çığırın devam ettiğini göstermektedir.

II. Mahmud, Divan-ı Hümayûn gibi düzenli bir meşveret kurumuna olan ihtiyacı görerek 1838’de yasama ve yargının üst kurulu mahiyetindeki Meclis-i Vâlâ-yı Ahkam-ı Adliye’yi (Meclis-i Vâlâ) ve yürütmenin üst kurulu mahiyetindeki Dâr-ı Şûra-yı Bâb-ı Âli’yi ihdas etti. Bu ikinci meclis sadrazamın danışma meclisi gibi çalışıyor ve görüşülen konular Meclis-i Vâlâ’nın onayına sunulduktan sonra, son şekli verilerek sadrazama arz ediliyordu.

Bilahare bugünkü Yargıtay’ın temelini oluşturan Divân-ı Ahkâm-ı Adliye ve Danıştay’ın ilk örneği Şûra-yı Devlet gibi müesseseler de kurulmuş olmakla birlikte; 1876’da Kanun-i Esasi muvacehesinde ilan olunan I. Meşrutiyet’e kadar bütün bir Tanzimat devrinde Meclis-i Vâlâ, 38 yıl boyunca görev ve yetki alanı değişmekle birlikte varlığını muhafaza etti.

Meclis-i Mebusan tecrübesi ise seçilme ve çalışma esasları bakımından günümüz parlamentolarını andırmaktadır. Bir yandan batılı devletlerin, bir yandan asker destekli İttihat ve Terakki fırkasının manipülasyonlarına maruz kalan meclis-i mebusanın şûra fonksiyonunu tam olarak icra ettiği söylenemez. Çünkü bu devirde bir şahsın değil fakat bir partinin ve ideolojinin istibdadı hakiki manada meşvereti imkânsız kılmıştır. Muhalifler susturulmuş, seçimlerde hile yapılmış, meclis-i mebusan şûrâ yeri olmaktan çıkarak İttihat ve Terakki liderlerinin hukuku ve teamülleri zorlayan icraatlarına sözde meşruiyet kazandıran bir araca dönüştürülmüştür.

1908-1918 arasındaki tatbikatı dikkate alındığında mebusların halkın hür iradeleriyle seçildikleri ve kendi vicdani kanaatlerini, bilgi ve tecrübelerini çekinmeden mecliste dile getirdiklerini söylemek çok zordur. İslam hukukunda şûra ile ilgili temel esaslardan müsteşarın güvence altında olduğu (kürsü dokunulmazlığı) prensibinin özellikle II. Meşrutiyet meclis-i mebusân tecrübesinde açıkça ihlal edildiğini söyleyebiliriz. Çoğunluğu kuva-i milliyecilerden oluşan son meclis ise İngilizlerin müdahalesine maruz kalmış, nihayet askeri bir baskın neticesinde dağıtılmıştır.

Tez konunuz olan İhvan ve Nahda’nın şûra prensibi karşısındaki tutumunu nasıl hülasa edersiniz?

Mısır örneğinde Müslüman Kardeşler’in cemaatle parti arasındaki ayrımı netleştirememesi, şûrânın bağlayıcılığı konusundaki belirsizlik, bazen söylemler ile uygulamalar arasındaki tutarsızlık dikkati çekmektedir. Mısır İhvan’ında önceleri bağlayıcı olmayan müşâvere usulünün son yıllarda bağlayıcı hale getirildiği ve başkanın oyunun da herkes gibi tek oy sayıldığı anlaşılmakla birlikte, henüz cemaat kültürünün yeterince şeffaf hale gelmediği âşikârdır.

Buna mukabil Tunus Nahda Hareketi’nin, en başından beri şeffaf ve bağlayıcı bir şûrâ anlayışına sahip olduğu anlaşılmaktadır. Hatta hareketin lideri Raşid el-Gannûşi, şûrânın bağlayıcı olup olmadığı tartışmasını bile yersiz görmektedir. Çünkü zaten başka türlüsü düşünülemez. Nahda Hareketi’nin gerek uzun süren muhalefet döneminde, gerekse 2011’den beri devam eden iktidar döneminde İslam’ın şûrâ prensibinden taviz vermediği, esasen demokrasi ile şûrâ arasında bir fark görmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bizzat hareketin kurucusu ve lideri Raşid el-Gannûşi’nin yazdıkları, söyledikleri ve uygulamaları Tunus Nahda Hareketi’nin şeffaf ve demokratik ilkelerle yönetildiğini göstermektedir. Nahda Hareketi’nde bütün kararlar demokratik bir katılım ve oylama ile oy çokluğu prensibine göre alınmakta, rutin olarak başkanın görüşünün aksine kararlar da alınmaktadır. Kur’an-ı Kerim’im emrettiği, Resullullah’ın (sav) sünneti ile öğrettiği “işleri aralarında şȗrȃdır” (Şûrâ, 42/38) vasfı Nahda örneğinde tecelli etmiştir denilebilir.

Gerek şûrâ konusundaki literatürün gittikçe artması ve çeşitlenmesinin, gerekse sahadaki gözlemler ve mülakatlarımızın gösterdiği gibi İslam ümmeti şûrâ bahsini yeniden açmıştır. Çağdaş İslami hareketler ve Müslüman bireyler arasında, hâlâ demokrasiyi gâvur icadı, laik sistemde oy vermeyi küfür olarak görenler bulunsa da, şûrâ prensibine dayanarak bir Müslüman demokrasisini imkân dâhilinde görenlerin sayısının ve gücünün artmakta olduğu gözlenmektedir.

Etiketler : ,

HABERE YORUM KAT