1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. Davutoğlu: "Esed Değil Halk Direniyor"
Davutoğlu: Esed Değil Halk Direniyor

Davutoğlu: "Esed Değil Halk Direniyor"

Ahmet Davutoğlu, Suriye konusunda verdiği röportajda, direnen tarafın Esed rejimi değil Suriye halkı olduğunu ifade etti.

26 Şubat 2013 Salı 12:16A+A-

Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Türkiye'nin Suriye politikasını, Şam yönetimi düşmediği için başarısız gösterenlere cevap verdi: 'Beşar Esed'i hala deviremediler' deniyor. Hayır, direnen Suriye halkıdır. Uçaklarıyla, tanklarıyla, Scud füzeleriyle bir devlet gücü, bir halkın direnişini kıramamışsa esas vurgulanması gereken budur.

Yeni Şafak'ta yayınlanan röportaj:

Suriye ile başlayalım. Bir pozisyon, durum tahlili yaparsak, Suriye ne durumda ve bundan sonra ne olabilir?

Doğru bir tahlil için bazısı kasıtlı oluşturulan algıyı düzeltmekte fayda var. Suriye tek başına ele alınabilecek, bölgedeki genel gelişmelerden bağımsız incelenebilecek bir süreç değil. Yani, 1982'de Suriye'de bir iç gerilim yaşandığında ve on binlerce insan katledildiğinde büyük bir zulüm olmuştu ama o zaman münferit bir olay şeklinde değerlendirildi. O zaman 'Arap dünyası büyük bir devrim dalgasıyla çalkalanıyor, Suriye bu genel bölgesel değişimin parçası' durumu yoktu.

Suriye'ye özel bir durumdu…

Suriye'ye özel bir durumdu, münferit olarak ele alınabilirdi o zaman değerlendirilirken. Ama şimdi bütün bölgede büyük bir değişim rüzgarı var.

TAHRİR'DE NE OLDUYSA SURİYE'DE O OLUYOR

Bazı çevreler Mısır halkı için doğru ve haklı gördükleri şeyi Suriye halkı için haklı ve doğru görmüyorlar; burada bir ilkesel problem var. Veya Mısır ve Tahrir Hareketi için ileri sürmedikleri komplo teorilerini Suriye için öne sürüyorlar. Sanki bu süreç dışarıdan yürütülüyormuş gibi.

Biz hep başından itibaren şunu söyledik: Değişim, bölge halklarının iradesiyle ortaya çıkan ve yine bölge halkların iradesiyle şekillenecek olan bir süreçtir ve Türkiye bu iradenin yanındadır. Bu irade, Mısır için Tahrir'de şekillenmiştir, Libya için Bingazi'de, Tunus için Yasemin Devrimi'nde, Suriye için de Humus'ta, Halep'te.

KAN DÖKÜLMESİN DİYE 10 AY ÇABA GÖSTERDİK

Bu toplumsal hareketliliğe aynı ilkesel prensiplerle yaklaşmakla birlikte her ülkenin özel şartlarının farklı süreçler yaşamasına yol açtığının farkındaydık. Suriye'deki gelişmelerin sancılı olacağını biliyorduk. Çünkü, Suriye'deki etnik ve mezhebi, dini demografi Mısır'dan, diğerlerinden farklıydı. Bunu en başından itibaren gördüğümüz için Tunus'ta hemen devrimin yanında yer alırken, Mısır'da 1 ay sonra yer alırken, Libya'da 4 ay Kaddafi'yi ikna etmeye uğraştıktan sonra nihai tutumumuzu ortaya koyduk. Suriye'de ise 10 ay bu çabayı sürdürmemizin sebebi acaba bu sürecin kansız yaşanması için ne yapılabilir, bunun çabasıydı.

Burada Suriye halkının birkaç şanssızlığı var açıkçası. Bir; Türkiye'deki bazı çevreler de dahil İslam dünyasında bazı ülkelerin ve çevrelerin Mısır'daki hareket için düşünmedikleri komplo teorilerini ileri sürüp Suriye halkına yeterli destek vermemesi. Bu Suriye'deki sürecin uzamasının önemli sebeplerinden biridir.

ULUSLARARASI TOPLUM YORGUN DÜŞTÜ

İkincisi; Tunus, Mısır, Libya'dan sonra Suriye olaylarının başlamasıdır. Devrimin ilk dalgalarında bazı sorunlar yaşanınca ki yaşanması da doğaldır, Suriye bu sorunlarla yüzleşmek zorunda kaldı. Uluslararası toplum bu hızlı değişimden yorgun düştü veya Rusya örneğinde olduğu gibi bazı ülkeler Libya'da yaptığını düşündüğü bir hatayı telafi etmek için Suriye rejiminin yanında yer aldı. Bu Suriye halkı için bir şanssızlık oldu ve bedelini Suriye halkı ödedi ve ödüyor.

Yine geçen sene ve bu sene birçok ülkedeki seçimler katkı yapabilecek aktörlerin iç politika saikleriyle davranmasına yol açtı. Bu da Suriye halkı için şanssızlık.

İLKESEL TUTUMUZU HALEN KORUYORUZ

Bütün bu süreçte ilkesel olarak başından itibaren benimsediği tutumu sürdüren Türkiye oldu. Tunus, Mısır ve Libya'daki değişimle Suriye arasında bir fark görmedik. Zaten hangi komplo bir halkı 60-70 bin hayatın kaybına, milyonlarca insanın evsiz kalmasına, 1 milyona yakın insanın mülteci durumuna düşmesine rağmen hala direnmeye sevk ediyor. Buradaki yanlış soru da şu: Esed hala direniyor deniyor. Direnen Suriye halkı. Uçaklarıyla, tanklarıyla, scud füzeleriyle bir devlet gücü eğer bir halkın direnişini kıramamışsa, vurgulanması gereken bu. Burada sorulan soru da yanlış, verilen cevap da yanlış.

Sorun nasıl gideceği

Etik olarak doğru yerdeyiz, çünkü mazlumun yanındayız. Tarihi olarak doğru yerdeyiz, çünkü bu üç dalgalanma da daha sonraki dönemleri şekillendirdi, bu büyük dalgadan da kimse dışarda kalamaz, hiçbir rejim dışarıdan destek alarak ayakta kalamaz. Halk desteğini kaybettiğinde nasıl işte Mısır'da krallık veya diğer şeyler tasfiye edilip devrim dalgaları o zaman ulaşmışsa, şimdi de bu yeni devrim dalgası. Stratejik olarak doğru yerdeyiz, çünkü nihai kertede herkes değişik görüş serdedebilir, buna Rusya ve İran da dahildir, ama kapalı kapılar ardında veya önünde Beşar Esed'in gideceğine dair, şu veya bu yolla gideceğine dair kimsede bir şüphe yok. Mesele, bu gidişin yöntemi üzerinde anlaşmazlık var. Yöntemi üzerinde ve sonrasıyla ilgili. Peki, yöntemi ve sonrasıyla ilgili tartışma bugün bu kadar on binlerce insanın ölümüne göz yummaya değer mi? Yani bugünün, anın gereğini yapmak gerekmez mi?

Arap uyanışıyla beraber sanki bir çatışma haritası da şekilleniyor.

Evet, bu endişenin ağırlığını, yüreğimizdeki, omuzlarımızdaki ağırlığını en fazla biz hissediyoruz. Bir mezhep çatışmasının olmaması için de elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz. Öylesine büyük bir tarihi sorumluluk var ki üzerimizde, herkesin bunu fark etmesi lazım. Bir taraftan halkların bu iradesinin şekillenmesine yardımcı olacaksınız, bu tarihi sürecin başarılı olmasına gayret edeceksiniz. Onun için 2 yıldır gözlerimize uyku girmiyor.

Hocalı katliamı iki insani trajediden biri

Hocalı katliamının iki yönü var. Birincisi insani yönü. Soğuk Savaş sonrası dönemde yaşanan büyük insani trajedilerden biri Balkanlarda Srebrenica katliamı, diğeri ise Kafkaslar'da Hocalı katliamıdır. Çünkü sivil halk her iki olayda da açık bir katliama tabii tutulmuştur. Bu açıdan insani bakımdan maalesef uluslararası toplum her iki olayda da tepkisiz kalmıştır. Bu da konunun diplomatik yönü. Bu sessizlik aslında uluslararası toplumda sık sık görülen çifte standardın açık bir yansımasıdır. Biz Hocalı katliamında şehit olan kardeşlerimizi bir kez daha rahmetle anıyoruz ve Azerbaycan topraklarında hala sürmekte olan işgali sona erdirme yönündeki gayretlerimizi sürdürmeye de kararlıyız.

Üçüncü büyük değişim yaşanıyor

Peki Suriye'deki gelişmeleri bölgesel değişim açısından nasıl bir çerçeveye oturtuyorsunuz?

Üç büyük hareketlenme oldu 20. yüzyıldan, yani Osmanlı hakimiyetinden bu yana. Birincisi; Osmanlı'da Birinci Dünya Savaşındaki hareketlenme, hemen bütün cephelerde halkların birbirleriyle karışması. Yani, Yemen'e giden Osmanlı ordusu, bizim arkasından ağıtlar yazdığımız Osmanlı ordusunun içindeki önemli bir unsur Suriyeli Kürtlerden ve Araplardan oluşan tugaylardır.

Arapların bir kısmı, işte bazı Iraklı liderler de dedelerinin Çanakkale Savaşı'nda olduğunu söyler. Yani, o dönem Osmanlı'nın son Dünya Savaşıyla birlikte, Trablusgarp Harbiyle birlikte başlayan bir kaynaşma, bir büyük değişim ve onun sonucunda Osmanlı Devleti'nin tasfiyesiyle birlikte gelen Sykes-Picot haritası yani sömürge haritası. İkinci dalgalanma, bu sömürge haritası üzerinde yaşandı; Arap milliyetçiliğinin yönlendirildiği İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra çıkan yeni devletlerin oluşma dalgalanmasıydı, Arap Birliği, Nasır dönemi ve diğerleri.

HALKIN KADERİ ORTAK

Üçüncü büyük hareketliliği yaşıyoruz şimdi Ortadoğu bölgesinde. Ve yine yatay olarak halklar da ortak kader bilincini yaşıyorlar. Nasıl Nasırcılık Suriye'de de ve diğer ülkelerde de bir anda bir Arap milliyetçiliği dalgasını yükseltti. Ve benim Stratejik Derinlik'te Arap milliyetçiliğinin krizi diye aslında bu yapıların bütününün sonunun gelmekte olduğunu işaret ettiğim bölümler var. Çünkü o büyük bir krizdi soğuk savaş sonrasında. Şimdi de Suriye'yi artık Mısır'dan ayırmak mümkün değil. Ve etik olarak, tarihi olarak, stratejik olarak doğru yerde durmak lazım; bizim bütün yapmaya çalıştığımız bu.

Ülkenin yüzde 70'i rejimin elinde değil

Türkiye toplumunun Suriye algısındaki sıkıntının asıl kaynağı nedir?

O kilitlenme algısı bile aslında üretilen bir algı. Şu anlamda: Diyelim 2011'de kilitlenme olmuş olsaydı, bu rejim için bir başarı gibi, hani statükonun devamı anlamında görülebilirdi. Şimdi rejimin değişmemesini bir kilitlenme olarak değerlendiriyor insanlar. Halbuki hatırlarsanız Türkiye'de de her kesimden Esed rejimi yanlıları hep şu argümanı kullandı: Ortada bir kriz yok, biliyorsunuz boy boy resimler çıktı aslında Suriye'de kriz yok diye aylarca. Onunla yapılmak istenen; her şey güllük gülistanlıkken dışarıdan bir devrim ihraç edilmeye çalışılıyor algısı oluşturmaktı. Şimdi kilitlenmeyle bu sefer aynı çevreler bir rejimin ülkenin yüzde 60'ını, yüzde 70'ini kontrol edememesini rejim adına başarı addediyor, Kilitlenmeden kastedilen rejimin değişmemesi. Ve kilitlenmenin sebebi de, bütün bu zulme rağmen, Suriye halkının bu iradesini bırakmamasıdır.

Hama ve Halep İsrail ajanı mı

O zamanki İran'ın tutumuyla şimdiki arasında fark var mı? Aynı.

Tabii rejime destek konusunda aynı, psikolojik farklı. O zaman Esed rahatlıkla halleder, biz arkasındayız diyorlardı, onun için de bir çözüm arama ihtiyacı hissetmediler. Biz çözelim derken onlar çok ciddiye almıyorlardı. İsrail'e karşı direniş hattı diye tanımlanıyordu, tek kullanılan argüman bu, direniş hattı. Suriye halkına en büyük hakaret bu. Yani, şu anda Halep'te, Hama'da, Humus'ta olanlar İsrail ajanı mı? Yani, ölen 70 bin insan başka bir ülke adına mı öldü? Yani, onlar samimi Müslüman değil mi? Ramazan'da camileri topa tutup yıkan mı, yoksa o camiler içinde ölenler mi, hangisi direniş hattını oluşturuyor; herkes vicdanına, kalbine sorsun. Birilerinin bizi desteklemesi bir kriter değil, doğru olanı yaparız.

 

HABERE YORUM KAT

2 Yorum